Tarihsel bir ironi olarak Yugoslavya’nın çöküşü
Yugoslavya önce Habsburg ve sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra (1912 – 1920) milletlerin kendi kaderini tayin hakkı prensibi çerçevesinde oluştu. İronik şekilde yine aynı nedenden ötürü 1991 de dağıldı: Slav halklar kendi kaderlerini tayin etmek için Federal Yugoslavya Cumhuriyetinden ayrıldılar. Bir ülke düşünün, milletlerin kendi kaderini tayin etme prensibi gereği oluşup, yine aynı nedenden dolayı parçalanıyor. Bu aynı zamanda bir prensibin yani ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin farklı tarihsel süreçler içinde çok farklı yorumlanabildiği ve dünyadaki jeostratejik güç dengelerine göre yeniden nasıl şekillenebileceği açısından son derece paradoksal bir durum.
Osmanlı’nın çöküşünden sonra oluşan birinci Yugoslavya, Alman ve İtalya faşizminin Yugoslavya’yı işgal etmesiyle son buldu. İkinci Yugoslavya ise 1945 den sonra Tito ve Yugoslavya Komünist Partisi tarafından kuruldu. 1991’den 1999’a Kosova Savaşı’na kadar süren süreç içerisinde ise kademeli olarak parçalandı.
19. Yüzyıldan itibaren Balkanlar’daki kültürel milliyetçilik siyasal bir paradigmaya ve bağımsızlık hareketlerine evrilip parçalanmaya ve irredantizme dönüştü. Yeni oluşan ulusal devletler Osmanlı’dan geriye kalan topraklarda egemenlik kurma hakları olduğunu düşündüler. Sonuç olarak bu durum Balkanlarda birbirleriyle sürekli çelişen / çatışan ulusal devletlerin oluşmasına yol açtı.
Soğuk Savaş sonrası, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin dağılmasından sonra da çizilen sınırlar hiçbir zaman meşru olarak görülmeyip, kırılgan bir istikrara yol açtı. Bunun en önemli nedeni Balkanlar’da çizilen sınırların oldukça yakın bir geçmişe sahip olması. Yani öyle uzun tarihi bir geçmişe sahip sınırlar ve bu sınırlar içinde hakimiyet kuran bir devlet olmadı.
Son 140 yılda Balkanlar’da sınırların oluşması dört farklı aşamadan geçti:
İlki 1878 Berlin Konferansı’nda, ikincisi Balkan Savaşları ve Versaille Trianon ve Saint German Antlaşmaları (1912 – 1920) ile üçüncü ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluştu. Dördüncüsü ve şimdilik sonuncusu ise (1991- 1999) ikinci Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra oluştu.
Balkanlar’da sınırlar dün olduğu gibi bugün de hiçbir zaman nihai olarak belirlenmedi. Sınırlar büyük güçlerin dayatmasıyla çizildiği için, fırsat bulununca değiştirilebileceği meşru bir hak olarak algılandı. Büyük Bulgaristan, Büyük Yunanistan, Büyük Sırbistan ütopyaları hep var olageldi. Öyle ki bu “büyük” olma yarışı 1914’te büyük devletlerin Balkan Savaşı hakkında hazırladıkları Carnegie raporunda “cağımızın megalomanlığı” olarak nitelendirildi.
Etnik ve siyasal coğrafyanın birbirine uyumlu olmadığı Balkanlar’da bu durum örtülü veya açık bir çatışmayı kronik bir hale getirdi. Balkanlardaki sorunların temelinde bir bölgenin iki farklı ulusal ütopyanın / talebin objesi olmasından kaynaklanıyor. Aynı bölgeyi Boşnaklar, Hırvatlar, Sırplar ve Arnavutlar ulusal kimliklerinin ve coğrafyalarının ayrılmaz bir parçası olarak gördü / görüyor.
Transilvanya, Macaristan’la Romanya arasında sürekli bir sorun olurken, Kosova Sırplar tarafından Orta Çağ’daki Sırp İmparatorluğu’nun merkezi olarak kabul ediliyor. Kosova üzerinde Sırplar tarihsel nedenlerden ötürü hak talep ederken, Arnavutlar ise demografik (%90 Arnavut nüfus) nedenlerden dolayı hak talep ediyor. Sırplar Kosova’yı geçmiş adına, Arnavutlar ise günümüz adına talep ediyorlar.
Bosna’da da Bosnalılar ve Hırvatlar şüphe ile yaklaşılacak tarihsel nedenlerden dolayı farklı talepler öne sürüp, farklı hak taleplerinde bulunuyorlar.
Yine Makedonya meselesinde de birbirleriyle çelişen / çatışan tarihsel ve demografik nedenlere dayandırılan söz konusu tarafın kendine göre kurguladığı farklı hak iddiaları var. Bulgarlar için Makedon dili Bulgarcanın farklı bir lehçesi, Sırplar içinse Makedonya Güney Sırbistan. Ve nihayetinde Yunanlılar da Büyük İskender’in babası Philip ve Büyük İskender’e uzanan bir tarihsel perspektife dayandırılan Makedonya’nın isim babası olduklarını iddia ediyorlar.
Sınırlar halklar arasında birbirine zıt olan tarihsel hafızanın birleştiği ve karşılaştığı yerlerdir. Soğuk Savaş sonrası tarihi altüst oluşun yaşandığı benzer dönemlerde farklı şekillenmiş tarihsel hafızaların fiili çatışmaya dönüşmesi, sadece küçük bir fitilin ateşlenmesine bağlı.
Yugoslavya’nın parçalanması ve NATO’nun genişlemesi
Yugoslavya Savaşı ve Balkanların parçalanması olmasaydı, NATO’nun bu derece genişleyebilmesi asla mümkün olmazdı. Yugoslavya Savaşı ve akabinde Yugoslavya’nın parçalanmasının temel nedeni, NATO’nun Balkanlar üzerinden Doğu Avrupa’ya ve Karadenize nüfuz edebilmesinin jeostratejik / jeopolitik ön şartlarının oluşturulmasıdır. Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin NATO’ya üye olmasıyla Yugoslavya Savaşı arasında neredeyse birebir eşzamanlılık var.
Daha iyi anlaşılması için bu savaşa kronolojik olarak bakmakta fayda var:
Daha iyi anlaşılması için bu savaşa kronolojik olarak bakmakta fayda var:
- 1991’de, Slovenya’nın Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nden ayrılıp bağımsızlık ilan ettiği 10 gün Savaşları’ndan sonra,
- 1992 – 1994 arası Bosna iç savaşı olarak da tabir edilen Hırvatlar ve Bosnalı Müslümanlar arasındaki savaş,
- 1992 – 1995 arası Bosna – Sırp Savaşı
- 1991 – 1995 Hırvatistan Savaşı, buna paralel olarak 1992 – 1995 Bosna Savaşı ve nihayetinde,
- 1998 – 1999 Kosova Savaşı, ABD’nin başını çektiği NATO ülkelerinin bir koalisyon halinde Kosova Savaşı’na müdahalesi ile Sırbistan’ı bombalaması ve Makedonya’daki Arnavutların isyanı ile şimdilik son bulan ama altında yatan gerçek nedenlerin hiçbiri çözülmeden biten bir savaş.
Burada eklemek gerekir ki, her ne kadar Balkanlar’da şu an için bir kriz durumu görünürde yoksa da, özellikle Rusya’nın Suriye Savaşı ile birlikte bir jeopolitik aktör olarak yeniden dünya sahnesine çıkmasıyla birlikte Balkanlar’ı geleceğin potansiyel kriz bölgesi olarak değerlendirmek gayet mümkün.
Peki NATO’ya en çok üye hangi yıllarda alındı? Bunu da kronolojik olarak sıralamakta fayda var:
- Daha Yugoslavya Savaşı’nın devam ettiği 1999 yılında Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya,
- 2001’de Yugoslavya krizinin “resmi” olarak sonuçlanmasının hemen akabinde, 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Romanya, Litvanya, Slovenya, Slovakya ve,
- 2009’da ise Hırvatistan ve Arnavutluk NATO üyesi oldular. Üçü Yugoslavya Savaşı sırasında olmak üzere ve toplam 12 ülke NATO üyesi oldular.
- Yine 2017 yılının Aralık ayında ise dördüncü dalga diye tabir edilen eski Yugoslavya Federal Cumhuriyetlerinden Montenegro KARADAĞ NATO’ya katıldı.
- Mart 2020 yılında, şimdilik beşinci ve son dalga ile yine eski bir Yugoslavya Federe Devleti üyesi olan Kuzey Makedonya NATO üyesi oldu.
Tarihsel bir perspektiften bakılıp NATO’nun son 70 yılı analiz edilirse, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılması, Soğuk Savaş’ın gidişatını ve sonucunu NATO lehine belirleyen en önemli ilk faktördür. İkinci ve yine birincisi kadar önemli diğer faktör ise Soğuk Savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin dağılması, Yugoslavya’nın parçalanmasıdır.
Ard arda 14’ü aşkın ülkenin NATO’ya katılabilmesinin önü ancak Yugoslavya’nın parçalanmasıyla mümkün olabildi!
Türkiye ve Yunanistan Şubat 1952 yılında NATO ya katılmasaydı tarihin akışı büyük ihtimal çok daha farklı olabilirdi. Soğuk Savaş sonrası Yugoslavya’nın parçalanması ise Soğuk Savaş sonrasında tarihin akışını NATO lehine değiştiren ikinci büyük stratejik faktör oldu.
Türkiye – Yunanistan NATO üyeliği SSCB’nin çevrelenmesinin birinci aşamasını oluştururken, Yugoslavya’nın parçalanması eski SSCB’nin ve yeni Rusya’nın etkinlik alanlarına bizzat girilmesi, etkinliğinin kırılması ve Rusya’nın çevrelenmesidir. Yani aslında Soğuk Savaş “Soğuk Savaş bitince” bitmedi, stratejik hedef hep ayni kaldı.
Hedef, geçmişte SSCB’yi, SSCB yıkıldıktan sonra ise onun bir nevi mirasçısı olan Rusya’nın çevrelenmesi ve dağıtılmasıydı. Bir ‘Balkanizasyon‘ politikası / stratejisi hep var olageldi. Sonuçları açısından değerlendirilince SSCB’nin parçalanmasında son derece başarılı oldular, Rusya’nın parçalanmasında ise neredeyse başarılı olacaktılar. Putin’in iktidara gelmesi Rusya’nın dağılmasına giden süreci durdurabilecek en son çare olarak ortaya çıktı.
Yugoslavya ve Kuzey Denizi’nden, Balkanlar ve Anadolu’ya uzanan hat
Yugoslavya Savaşı’nın ikinci ana nedeni, Kuzey Denizi’nden Anadolu, Kafkasya ve Ortadoğu’ya uzanan bir güzergahta Yugoslavya’nın jeopolitik konumunun o bölgenin tam ortasında olması nedeniyle bir engel, bir ‘tıkaç’ teşkil etmesidir. Ve bu yüzden neye mal olursa olsun Yugoslavya’nın parçalanması ve arta kalan devletlerin çeşitli ekonomik, siyasal ve askeri yöntemlerle Batı’nın yörüngesine sokulması jeostratejik bir gereksinim oldu. Zaten şu an için Balkanlar’daki mini devletlerin hiçbirinin ne ABD’ye, ne de AB’ye karşı herhangi bir pazarlık gücü yok.
Rusya’nın Sırbistan aracılığıyla bölgeye yavaş yavaş inmesi belki bu konumu zamanla değiştirebilir. Şu an için Rusya’nın Suriye ve Kafkasların yanı sıra bir de Balkanlar’da angaje olmasının ne ekonomik, ne siyasal, ne de askeri koşulları var. Ama Rusya, SSCB’nin yıkılması ile birlikte yaşadığı Balkan hezimetini unutmuş değil. Ulusal ve uluslararası koşulları elverdiğinde yeniden Balkanlarda angaje olacaktır. Şimdilik önceliği Suriye ve Ortadoğu. Ortadoğu’da konumunu sağlamlaştırdıktan ve belirli bir stabilizasyon sağladıktan sonra farklı yöntemlerle Balkanlar’a da yönelecektir.
Rusya’nın NATO tarafından Baltık ülkelerinden tutun, Kuzey Denizi’nden, Doğu Avrupa ve Gürcistan ve Ukrayna’ya kadar uzanan kuşatılmışlığının dönüm noktası Yugoslavya’dır. Bu kuşatmayı ancak yeniden Balkanlar’da angaje olarak aşabilecektir. Yani Rusya’nın kuşatılması Balkan Savaşı ile başladı ve eğer son bulacaksa, yine Balkanlar’da son bulacaktır.
Peki bu NATO yayılmacılığının hedefi neydi, hangi ülkeler ana hedeflerdi?
Hedeflerden ilki Rusya’dan, Çin ile Avrupa arasına sıkışmış, bütün işlevi doğal kaynak tedarikçisi olan, dünya piyasalarına bağımlı bir nevi “Suudi Arabistan” yaratarak, Rusya’nın jeopolitik aktörlüğüne son noktayı koymaktı. İkinci hedef ise Çin’i Rusya üzerinden çevreleyip Pasifik’te izole edip, kontrol altına almaktı. Tüm bunların sonucu olarak üçüncü hedef ise doğal kaynakların % 76’sına sahip ve dünya nüfusunun yine yaklaşık % 75’inin yaşadığı Avrasya kıtasını ‘Balkanlaştırarak’ ABD’nin dünya hegemonyasını perçinleyip, ABD’ye rakip olabilecek herhangi jeopolitik aktörün dünya sahnesine çıkmasını tamamen imkânsız hale getirmek!
Temel paradigma şu: eğer Avrasya’yı ‘Balkanlaştırarak’ kontrol edersek ne doğal ne de insan kaynakları acısından ABD’ye rakip olabilecek hiçbir jeopolitik aktör objektif olarak çıkamaz çünkü dünya doğal kaynaklarının ve dünya nüfusunun yaklaşık % 75’i Avrasya kıtasında. Avrasya’nın doğal ve insan kaynaklarını kontrol edecek güç, de facto tartışılmaz dünya hegemonudur. Aslında ilk bakışta son derece karmaşık görünen bu jeopolitik / jeostratejik paradigmaların altında bu gibi son derece basit ve anlaşılır gerekçeler yatıyor.
Zbigniew Brzezinski’nin de Büyük Satranç Tahtası‘nda belirttiği gibi, Avrasya kıtasına hakim olmayan, dünyaya hegemon olamaz. Ve şimdiye kadar, ABD tek istisna olmakla birlikte, dünyaya hegemon olan geçmiş bütün imparatorluklar Avrasya kıtasından çıkmış. ABD’nin iki dünya savaşının sonucu olarak elde ettiği süper güç ve hegemon olma konumu ancak ve ancak Avrasya kıtasında ABD’ ye rakip jeopolitik bir aktörün yeniden tarih sahnesine çıkmamasına bağlıdır. Avrasya kıtasına hakim olmak ABD’nin karşısına böyle bir rakibin çıkmasını objektif olarak imkânsız kılıyor. Bu nedenden dolayı Avrasya kıtasının mümkün olduğunca ‘Balkanizasyonu’ gerekmektedir.
Zbigniew Brzezinski’ye göre ABD küresel hegemonyası için en büyük tehlike Avrasya da Çin, Rusya ve İran ittifakıdır ve ne pahasına olursa olsun ittifak yapmaları engellenmelidir. Böyle bir ittifakı ABD’nin küresel hegemonyası için en büyük tehlike olarak görmüştü Zbigniew Brzezsinki! Gelinen aşamada ise Çin, Rusya ve İran arasındaki ittifak, ABD’nin bu jeopolitik kâbusunun gerçekleştiğini gösteriyor.
Özellikle İran’ı hedefe koymalarının biricik nedeni, bu üçlü ittifakın en zayıf halkası olan İran’ı ABD için son derece tehlikeli olan ve ABD’nin dünyada süper bir güç, bir hegemon olmasının sonunu getirebilecek bu üçlü ittifaktan koparmaktır.
İran’da başarılı olurlar ise, bir sonraki hedef Rusya ve Çin olacaktır!
Turan Altuner, uluslararası ağırlıklı iktisat, uluslararası işletme yönetimi, kültürlerarası iletişim, kültür antropolojisi ve endüstri işletmeciliği okudu. İşletmeci, danışman ve kültürlerarası iletişim koçu olarak çalıştı. İlgi alanları ekonomi, uluslararası ilişkiler ve kültürlerarası iletişimdir.
Kaynaklar:
Der trügerische Frieden. Bericht der Internationalen Balkan-Kommission, 1997
Turan Altuner; „Humanitäre Intervention“ am Beispiel des Krieges gegen Yugoslavien (Studienarbeit), 1999
Zbigniew Brzezsinki; Das große Schahbrett, 1994
The Carnegie Report in the Causes and Conduct of the Balkan Wars of 1912/13