Makale, Soljenitsin’in Gulag Takımadaları kitabının Sovyetler Birliği’nde yayınlanma hikayesi üzerinden halkın bilincinin nasıl iğdiş edildiğini, sosyalist devletin ana kolonlarına dinamitlerin nasıl bağlandığını ve bir ülkenin göz göre göre nasıl havaya uçurulduğunun adım adım hikayesini anlatıyor. Bu epey uzun yazının hemen hemen tamamı şu an yazmakta olduğum kitabımda yer alacak. Ancak Görüş 21 okuyucuları için ne kadar kısaltsam da yine de çok kısa olmayan bir özet/ön okuma sunmak istedim. Ahmet Açan
SAFÇA MAZUR GÖRÜLEN BİR OKUMANIN ÜZÜCÜ MEYVELERİ
Dimitri Subbotin, Sergey Solovyev
“Perestroyka” başlamadan önce Soljenitsin’in “Gulag Takımadaları”nın SSCB’de kesinlikle yasak olduğu bilinmektedir: kitabın bulundurulması ve dağıtılması “Sovyet karşıtı ajitasyon ve propaganda” maddesi uyarınca ceza gerektiren bir suçtu. Nitekim çok sayıda tanıkların anlattığına göre kitabı okuma süreci, bir battaniyenin altında, bir meşale ile olmasa bile, en azından mutlak bir yalnızlık içinde ve kapılar içeriden kilitli olarak gerçekleşiyordu. Aynı zamanda ve en önemlisi, Takımadalar’ın iade edilmesi için çok hızlı bir şekilde ve bir solukta okunma zorunluluğu vardı. Aynı tanıklara göre, ortalama okuma hızı gece başına bir ciltti (yaklaşık 500 sayfa).
Doğal olarak şu sorular ortaya çıkmaktadır: Böylesi gelişigüzel bir okumadan okuyucunun aklında ne kalmış olabilir? Herhalde hapishane-kamp hayatından kaynaklı bunaltıcı bir dehşet duygusu ve en canlı sahnelerden, alıntılardan veya rakamlardan birkaçı. Aynı zamanda, hiçbir okuyucu bu eserin siyasi açıdan gerçekten ateşli olduğunu, “kutsalların kutsalına” yani Sovyet sisteminin temellerine saldırdığını ve yazarın tutkulu bir acıma duygusuyla aktardığı tüm gerçeklerin ve argümanların, bilincinde bir altüst oluş yaratmayı amaçladığını inkar edemezdi: yeter ki battaniyenin altından sürünerek çıkan okuyucu, çevresindeki gerçekliğe tamamen farklı siyasi gözlerle baksın…
Bozuk telefon ilkesi
L. Ginzburg’un ince gözlemine göre, herhangi bir kitabı okumak ikili bir süreçtir: “mümkün olduğunca yazarının belirlediği sınırlar içinde düşüncenin tam olarak özümsenmesi ve okuyucunun yetenekleri ve elindeki veriler dahilinde düşüncenin tam olarak yorumlanması”. “Takımadalar”la ilk tanışmanın böylesi uç koşullarında ne özümsemenin, ne de yorumlamanın -okumanın psikolojisini değil, “fizyolojisi”ni bile dikkate alsak- yeterince derin, yani düşündürücü, eleştirel ve anlamlı olamayacağı açıktır. Dahası, entelektüel okuyucuların çoğunun ne hapishane ne de kamp deneyimi vardı ve baskılar hakkında güvenilir ve nesnel verilere sahip değillerdi. Ayrıca o yıllarda (1970’lerin ortası – 1980’lerin ilk yarısı) okuduklarını tartışmak, herhangi bir ayrıntıyı çözmek ya da sadece bir fikri paylaşmak bile tehlikeliydi. Kitapla ilgili herhangi bir not tutulmadığını da eklersek, kitabın varlığından ancak bireysel hafıza düzeyinde bahsedebiliriz ki bu da bildiğimiz gibi her zaman güvenilir değildir ve “bozuk telefon” ilkesine göre her anlatıldığında kaçınılmaz olarak doğruluğunu kaybeder. Bu bağlamda, Soljenitsin’in kitabının o dönemde yabancı orijinallerini ya da dikkatlice gizlenmiş bir kapakla alan samizdat kopyalarını elde eden az sayıdaki “şanslı” (ya da “şanssız”?) kişi arasında yapılan değerlendirmelerde, kesinlikle analitik bir başlangıçtan ziyade daha çok duygusal ya da “gürültülü” olması şaşırtıcı değildir. Aynı şey Takımadalar ile tanışmanın bir başka kanalı olan “radyo” aracılığıyla dinleme için de söylenebilir.
Takımadalar’ın Sovyetler’de algılanışı
Yukarıda bahsedilen zaman diliminde Takımadalar’ın SSCB’de nasıl algılandığına dair kesin sosyolojik veriler elde etmek pek mümkün değildir, ancak tüm korku ve engellere rağmen bu kitabı okumaya ve en yakın arkadaşlarına tanıtmaya çalışanlar arasında Soljenitsin’e az ya da çok sempati duyan kişilerin çoğunlukta olduğunu herhalde kimse inkar edemez. Yetenekli yazarın kişiliğine, topluma derin bir gizlilik içinde saklanan “gerçeği” açıklayan ve bu nedenle bilgisiz okuyucuların gözünde karizmatik özelliklere sahip bir “asi” olduğuna vurgu yapıldı. Karizma, bilindiği üzere, sahibine hesapsız bir güven anlamına gelir ve bu nedenle “Takımadalar” algısı büyük ölçüde irrasyonel güdülere tabii olmaktan başka bir şey olamazdı ve daha çok, kitabın sanatsal ve retorik etkisiyle desteklenen yazarın sembolik imajıyla (halkla ilişkiler (PR) araçlarıyla) aşılanan bir inançla hareket etti.
Kapalı bir Sovyet toplumunda “yeraltı” (yani tek başına olduğunuz, iletişim kurulmayan ve dolayısıyla refleks gösterilmeyen) okuma koşulları, kanımızca, 1989’da SSCB’de “Gulag Takımadaları “nın siyasi olarak yasallaşması için hem psikolojik hem de ideolojik zeminin hazırlanmasında son derece önemli bir rol oynadı. Bu bağlamda, insan ister istemez G. Bell’in bu kitabın (ya da en azından bazı bölümlerinin) Batı’da yayınlanmasının hemen ardından Sovyetler Birliği’nde yayınlanması yönündeki “çılgın” önerisinin derin anlamını hatırlıyor: bu, neredeyse aynı anda hem kitabın içeriğini hem de yazarın kimliğini deşifre edebilirdi.
Kim bu Aleksandr Nikolayeviç Yakovlev?
Geleceğin “perestroyka mimarı”, SBKP Merkez Komite sekreteri ve Politbüro üyesi A. N. Yakovlev, Kanada’daki Sovyet diplomatik misyonunun başkanı olarak faaliyet gösterdiği döneme (1973-1983 yılları arasında bulunduğu yer) ilişkin son derece önemli itiraflarda bulundu. Dediklerine bakılırsa, ilk kez Ottawa’da “Gulag Takımadaları “nı okumuş ve okumanın özel koşullarını vurgulamıştır; “elçiliğin muhbirlerinden gizlice bir dükkandan aldım ve hararetle okudum”. Bu durumda, Yakovlev için kamp sistemiyle ilgili pek çok gerçek, kendi itirafına göre, zaten bildiği için bir keşif olmadı. Ancak şu sözleri çok çarpıcıdır: “Soljenitsin benim bilgime sadece dehşetin boyutlarını ekledi”, “onun delici, yürek parçalayıcı duyguları… orada her kelimeyi okudum, her seferinde bu adamın ahlaki gücüne hayran kaldım”
Buna dayanarak iki önemli sonuç çıkarabiliriz gibi duruyor. Birincisi, o dönemde Tarih Bilimleri Doktoru (1967) akademik unvanını taşıyan önemli bir parti ve devlet görevlisinin “Takımadalar” algısının, samizdat okuyan ortalama Sovyet aydınından çok da farklı olmadığını doğrulamış oluyoruz: “dehşetin boyutlarını”, yani Soljenitsin’in kendisine verdiği bilgileri tam bir güvenle kabul ediyor. Yani Soljenitsin’in SSCB’deki siyasi baskının boyutlarına ilişkin verdiği bilgiler ki bunun toplam 66,7 milyon kişi rakamını içerdiğini de varsaymalıyız. İkinci olarak, Yakovlev’in herhangi bir eleştirel düşünceden yoksun olmasını, edebi ve sanatsal metne ve bu metnin arkasındaki yazarın kişiliğine duyduğu güvenle açıkladığını açıkça görüyoruz. (“delici” ve “yürek parçalayıcı” duygular ona yazarın “ahlaki gücünün” kanıtı olarak görünmüş). Bu özelliği de onu, her şeyden önce akılla hareket eden, yüksek sorumluluk sahibi bir “devlet adamı” olmasından ziyade, tipik duygusal bir entellektüel yapar. Partiye olan bağlılığından bahsetmeyelim bile: SBKP Merkez Komitesi Propaganda Bölümü son başkanı, bunun bariz bir anti-komünist eser olduğunun farkında değil miydi? Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın bir katılımcısı olarak Soljenitsin’in Vlasov hareketine ilişkin değerlendirmesini de kabul ediyor muydu? Parti kariyerinin başladığı Sovyet Parti okulunun ABC’sini – K. Marx’ın en sevdiği “Her şeyi sorgula” sözünü – bile unuttu mu?
Cia ajanı mı?
Bütün bunlar büyük bir bilmecedir. Yakovlev’in Kanada’daki on yıllık “onurlu sürgününde” çok ciddi bir dünya görüşü ve entelektüel evrim geçirdiğini tahmin edebiliriz. Bu evrimin ayrıntılarına girmeden ve bu konudaki çeşitli komplo teorilerini (Yakovlev’in CIA tarafından “devşirildiği” veya kötü şöhretli “Masonluğa” mensup olduğunu) prensipte reddetmeden, görüşlerindeki değişimin 1968’deki “Prag Baharı “nın bastırılmasındaki aktif rolüyle ilgili “vicdan azabı” olduğunu düşünmek mümkün. Aynı zamanda, ” Takımadalar ” ile tanışmasının burada özel bir rol oynadığını da kaydetmeliyiz. Bu kitabın ona “propaganda” mı yaptığı yoksa iyi bilinen bir benzetmeyle “onun tarlasını mı sürdüğü” konusunda bir yargıya varmak zordur, ancak kitabın, Yakovlev’in şahsında, ne profesyonel bir tarihçinin, ne de derin, bağımsız bir düşünürün niteliklerine sahip “kafası karışmış Parti işçisi Makar “ı bularak verimli bir toprağa düştüğü de inkâr edilemez. Ancak pek çok başka niteliği de vardı, hepsinden de önemlisi defalarca itiraf ettiği siyasi “kurnazlığı”.
Dehşetin boyutları!
Bir kez daha vurgulayalım: Yakovlev’in “Takımadalar” ile tanışıklığı oldukça yüzeyseldi ve görünüşe göre, “dehşetin boyutları” hakkındaki en genel, son derece abartılı fikirleri koruyarak bu kitabı bir daha asla okumadı. Daha sonraki açıklamalarının da gösterdiği gibi, bu fikirlere tamamen bağlı kalmış ve bunları nesnel tarihsel verilerle (“perestroyka” döneminde V. Zemskov, V. Nekrasov, V. Popov ve diğer yazarların çalışmalarında ortaya çıkan verilerle) asla kontrol etmemiştir. Yakovlev, bu trajik olaylar hakkında tam bilgiye sahip gibi göründüğü Rusya Federasyonu Devlet Başkanlığı Siyasi Baskı Mağdurlarının İadei İtibar Komisyonu’nun (1992’den beri) Başkanı olarak uzun süre faaliyet gösterdikten sonra bile, anılarında açıkça şöyle demiştir: “Ülke çapındaki trajedinin boyutları hakkında belgelere dayanan kesin veriler yoktur… İadei itibar konusundaki uzun yıllara dayanan deneyimim, Sovyet iktidarı yıllarında siyasi nedenlerle öldürülenlerin ve hapishane ve kamplarda ölenlerin sayısının 20-25 milyona ulaştığını söylememe olanak tanıyor. Rejimin kurbanları arasında kuşkusuz açlıktan ölenler de vardır: iç savaş sırasında 5,5 milyondan fazla ve 1930’larda 5 milyondan fazla. Sadece Rusya Federasyonu için 1923’ten 1953’e kadar, eksik verilere göre, hüküm giymiş kişilerin toplam sayısı 41 milyondan fazladır”.
Yazarın bu abartıları veya “kurnazlığı”na karşın, 2000 yılında Rusya Federasyonu Devlet Başkanına sunduğu resmi raporda, bu dönemde sadece 799.455 kişinin ölüm cezasına çarptırıldığını bildirmiş ama yine de şunları söylemekten de kendini alamamıştır: “Siyasi baskıların kurbanlarının toplam sayısı, kamu kuruluşları, bireysel araştırma vakıfları ve merkezleri tarafından bu yönde yürütülen çalışmalara rağmen, maalesef bugün henüz tespit edilememiştir. Bununla birlikte, baskılar nedeniyle ülkenin uğradığı insan kayıplarının Büyük Vatanseverlik Savaşı (İkinci Dünya Savaşı A.a) sırasındaki kayıplarla karşılaştırılabilir olduğu giderek daha açık hale gelmektedir”. Son tahlilde, belirsiz “baskı” kavramını manipüle eden ve tarihçilerin ve demografların sonuçlarını açıkça göz ardı eden eski parti görevlisinin demagojisi ve “inatçılığı” açıkça ortaya çıkıyor. (örneğin, önde gelen bir Rus demograf L. Ribakovski’nin hesaplamalarına göre, Büyük Vatanseverlik Savaşı’ndaki kayıplar ülke nüfusunun %11’ini oluştururken, siyasi baskılardan kaynaklanan kayıplar %0,5’tir.)
Bolşevizm ve Faşizm aynı madalyonun iki yüzüdür!
Belki de her şeyden çok Soljenitsin etkisi, siyasi dönek Yakovlev’in en etkili eyleminde, S. Courtois ve diğer yazarların meşhum “Komünizmin Kara Kitabı “nın Rusça çevirisine yazdığı önsözde (2001) kendini hissettirdi. “Bolşevizm – 20. yüzyılın sosyal hastalığı” başlıklı önsöz, esasen “Takımadalar” ve Soljenitsin’in (Yakovlev 1990’larda ona “büyük Rus yurttaşı”ndan başka bir şey demiyordu) diğer yazılarından alınma klişelerin bir derlemesiydi. O zamana kadar Rusya Bilimler Akademisi’nde bir öğretim görevlisi olan yazar, burada Bolşevizm’e ilişkin psikopatolojik tanımını, hiçbir bilimsel metodolojiye dayandırması mümkün olmayan bir “toplumsal delilik sistemi” (!) olarak tanımlamış ve 180 derecelik bir ajitprop dönüşüyle şunu iddia etmiştir:
“Bolşevik iktidarın suç teşkil eden eylemleri sonucunda 60 milyondan fazla insan öldürüldü, Rusya yok edildi. Bir tür faşizm olan Bolşevizm, kendi halkını yok etme yoluna giren ana vatanseverlik karşıtı güç olduğunu göstermiştir (…) Bolşevizm ve faşizm aynı madalyonun iki yüzüdür (..) Soljenitsin’in yüksek sesle “Yalanlarla yaşamayın” sözü, totalitarizmi parçalamak için ulusal bir fikir haline geldi (…) Tarihte Lenin’den daha büyük bir Rus düşmanı yoktur. O neye dokunduysa, her şey mezarlığa dönüştü…”
Suçlu sadece Stalin değil, sistemin kendisidir!
Yakovlev’in Lenin’i gözden düşürmek için güya uzun zamandır düşündüğü stratejisi ve taktikleriyle ilgili diğer ifşaatları da çok ilginçtir:
“XX. Kongre’den sonra, en yakın dostlarımız ve benzer düşüncedeki insanlardan oluşan çok dar bir çevrede, sık sık ülkenin ve toplumun demokratikleşmesini tartışırdık. Merhum Lenin’in ‘fikirlerinin’ propagandası için basit, balyoz gibi bir yöntem seçtik. Bolşevizm olgusunu geçen yüzyılın Marksizm’inden ayırarak açık ve net bir şekilde ortaya koymamız gerekiyordu. Bu nedenle, bıkmadan usanmadan merhum Lenin’in “dehasından”, Lenin’in kooperatifler yoluyla, devlet kapitalizmi yoluyla “sosyalizmi inşa planına” geri dönülmesi gerektiğinden vs. bahsettik. Hayali değil gerçek bir grup reformcu (elbette sözlü olarak) şu planı hazırladı: Stalin’i, Stalinizmi, Lenin’le vurmak. Eğer başarılı olursa Plehanov ve Sosyal Demokrasi Lenin’i, liberalizm ve “ahlaki sosyalizm” de genel olarak devrimciliği vuracaktı. “Stalin’in kişilik kültünün” yeni bir teşhir turu başlamıştı. Ancak Hruşçov’un yaptığı gibi duygusal bir haykırışla değil, açık bir ima ile: suçlu sadece Stalin değil, sistemin kendisidir, diyecektik”.
Stalin’in Lenin’in ayak izlerini takip ettiği tezinin, “Takımadalar “ın anahtarı olduğu kadar “sistemin suçluluğunun” da bir kanıtı olduğu hatırlanmalıdır. Tüm bunlar Yakovlev’in vulgar “yeni ideolojisinin” ana kaynağını bir kez daha ortaya koyuyor. Elbette bunun, “dönüm noktalarındaki ani değişimi” gizlemeye çalışarak başvurduğu sosyal demokrasinin değerleriyle hiçbir ilgisi yoktur: bildiğimiz gibi, Batı sosyal demokrasisi de dahil olmak üzere gerçek sosyal demokrasi, Marx’ı asla terk etmedi, 20. yüzyıl koşullarında bazı teorik konumların tarihsel sınırlılıklarını kabul etti, ancak genel bilimsel metodolojisini ihmal etmedi. Sosyal-Demokratlar da Lenin’in “Rus Marksizmi “ni anlayışla karşılamış ve tarihsel koşullara bağlı olduğunu teslim etmişti.
Yakovlev’in anti-komünist görüşlere sahip “gerçek reformculardan” oluşan “son derece dar” bir grup kurduklarına dair kişisel ifşaatlarına pek güvenilmemelidir, çünkü SBKP Merkez Komitesi’nin ideolojik parti aygıtının içinde böyle bir grup olamazdı; belki de Yakovlev sadece kendisi gibi belli bir noktadan sonra Marksist inkarcı olan Y. F. Karyakin ve A. S. Tsipko’yu kastediyordu (tesadüfen onlar da Soljenitsin’in etkisi altında!). Bununla birlikte, genel olarak, en azından iki şey çok açıktır: 1) Büyük ölçüde Yakovlev tarafından yönetilen “perestroyka” döneminin “glasnost’u” (Temmuz 1988’deki XIX Tüm Birlik Parti Konferansında “Glasnost Üzerine” kararın onun raporu üzerine kabul edildiğini hatırlayalım) nihai hedefi Lenin ve Ekim Devrimi’nin itibarsızlaştırılmasıydı; 2) Soljenitsin’in başta Gulag Takımadaları olmak üzere kitapları, bu itibarsızlaştırmanın ana aracı veya kaldıracı olacaktı.
İşaret fişeği
Hatırlatmak gerekir ki o dönemde (damardan Stalinistler dışında) ifade özgürlüğünün genişletilmesinin olumlu rolünü kimse inkar etmiyordu, ancak olayların gerçek seyri, Yakovlev’in mümkün olan her yolla “zorladığı” radikal paradigmanın artan etkisini gösterdi: o, yaratıcı aydınlar arasında “Soljenitsin lobisi” olarak adlandırılan ve Takımadalar’ı ve yazarını başlayan değişikliklerin bir tür bayrağı (veya “işaret fişeği”) haline getirmeye çalışan güçlü desteğe güveniyordu. Bu “lobi “nin oldukça çeşitli ve heterojen bir yapıya sahip olduğunu belirtmekte fayda var: Aralarında bir zamanlar Soljenitsin’in Yazarlar Birliği’nden atılmasını ve SSCB’den sınır dışı edilmesini destekleyen mektupları imzalayan kültürel figürlerin yanı sıra hem buna karşı çıkanlar, hem Takımadalar’ı dikkatle okuyanlar hem de sadece “battaniye altında” okuyanlar (ya da hiç okumayanlar) vardı. Ancak hepsi “Soljenitsin’in anavatanına iade edilmesi gerektiği” konusunda hemfikirdi ve onun siyasi ve edebi aklanmasını talep ediyordu.
Bu ruh değişikliğine sebep olan nedenler kompleksi, “glasnost “un en etkileyici ve şüphesiz en olumlu eylemi olan, daha önce yasaklanmış Rus ve Sovyet eserlerinin yayınlanmaya başlaması dışında düşünülemez. Bununla birlikte, 1987-1989 döneminde yayınlanan bu eserlerin çoğu (belki de Vasili Grossman’ın Ekim dergisinin Temmuz 1989 sayısında yayımlanan “Her Şey Akar” öyküsü dışında), tek yanlı bir devrim karşıtı (anti-Leninist) karaktere sahip değildi veya Stalinist döneme ya da İç Savaş ve 1920’ler dönemine adanmıştı; her yazarın konumunun tarihsel ve estetik bir açıklaması vardır ve dikkatlice bakarsanız, sanatsal çok seslilik veya diyaloglardan yalnızca biri ortaya çıkmaz. Aynı durum, 1980’lerin sonunda, o zamanlar kurulmuş olan Memorial Society’nin himayesinde eski mahkumların anılarının yaygın bir şekilde yayınlanmasında da gözlemlendi: kamplardaki deneyimlerini anlatan yazarların büyük çoğunluğu hiçbir şekilde Sovyet karşıtı duygulara sahip değildi ve sadece Stalin ve onun hizmetkârlarının suçlarından bahsediyordu. Ancak Takımadalarda durum farklıydı: burada SSCB’de var olan tüm siyasi sisteme karşı meydan okurcasına düşmanca bir duruş sergileniyordu.
Başkan Reagan’ın Moskova ziyareti
Ve bunu en iyi Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen enformasyon ve psikolojik savaşın denizaşırı manipülatörleri anlıyordu. ABD Başkanı R. Reagan’ın Mayıs 1988’de Moskova’ya yaptığı ziyaret sırasında, Moskova Devlet Üniversitesi’nde ve Merkez Yazarlar Evi’nde yaptığı konuşmalarda ünlü edebiyat gezisini gerçekleştirmesi hiç de tesadüf değildir: “Burada Ahmatova’nın Requiem’ini, Pasternak’ın Doktor Jivago’sunu halkınıza geri verdiniz – umarım şimdi sıra diğer her şeyi iade etmeye gelir … ve Soljenitsin’in tüm kitaplarını yayınlarsınız.”
Eski bir Hollywood aktörü olan Amerikan başkanının, Soljenitsin’in kitapları da dahil olmak üzere, adını verdiği Rus edebiyatı eserleri hakkında derin bir bilgiye sahip olması pek olası değildir; bu koz ona şüphesiz danışmanları tarafından verilmişti. Açıkçası bu, Sovyet entelijansiyasının “ruhuna” hitap etmeyi, Soljenitsin’in “Gulag Takımadaları” da dahil olmak üzere tüm anti-komünist eserlerinin SSCB’de yasallaşmasının yolunu açmayı amaçlayan ince bir provokatif hamleydi (aynı Reagan, danışmanlarının yardımıyla, kısa süre önce Sovyetler Birliği’ni “şeytani imparatorluk” şeklinde tanımlamıştı. Başka bir deyişle amaç, “glasnost/açıklık” sloganını kullanarak Sovyet toplumuna bir tür ideolojik “Truva atı”, Soljenitsin’in hayalini kurduğu yıkıcı bilgi “bombasını” koymaktı. Sonuçta, Soğuk Savaş perdesinin diğer tarafının etkisinin (ABD’nin A.A) önemsiz olduğu ortaya çıktı. Ancak asıl etki, uzun zamandır göz korkutucu bir stratejik düşman olan ve zayıflamaya ve aşınmaya başlayan ülke vatandaşlarının (ve yetkililerinin) kitlesel bilincine girdiğinde ortaya çıkabilirdi. Tüm bunlar, “kültürel soğuk savaş” sayesinde SSCB’yi “içeriden” yok etmek için ABD’nin uzun zaman önce geliştirdiği doktrine uyuyordu ve iyi huylu ve güler yüzlü “Sam Amca”nın Moskova’da baştan çıkarıcı konuşmalar yaparken aklında başka bir şey olması düşünülemez… Daha sonraki olayların da gösterdiği gibi, bu doktrin sonunda işe yaradı. “Hediye edilen Truva atı” kurnazlığının önemi burada abartılmamalıdır: Çok daha önemlisi, yetkililerin siyasi manevralarıyla “Truvalılar “ın saflığıdır; tüm bunlar, Sovyet sisteminin yıkım sürecinin her şeyden önce bir kendi kendini yok etme süreci olarak anlaşılması gerektiğidir.
O dönemde Sovyetler Birliği liderliği bir bütün olarak, liderliğin siyasi haysiyetini inciten R. Reagan’ın hafiften dokundurmalarının ne anlama geldiğinin şüphesiz çok iyi farkındaydı ama buna tepki vermekte acele etmedi. Eylül 1988’de Sovyetler Birliği’nde onun yerine geçen kişinin de bunlara tepki vermekte acele etmemesi manidardır.
Vadim Andreyeviç Medvedev başa geçiyor
Medvedev (Yakovlev, Politbüro üyesi olarak artık resmen dış politikadan sorumluydu, ancak ideolojik süreçler üzerindeki etkisi devam ediyordu) faaliyetlerine Soljenitsin’in eserlerini dikkatli bir şekilde inceleyerek başladı. Kendi itirafına göre, İvan Denisoviç’ten başlayarak yazarın tüm eski kitaplarını ve KGB’den talep ettiğini itiraf ettiği sonraki kitaplarını yeniden okudu. (Böylece, Soljenitsin’in “isyanının “tek okuyucularının şimdiye kadar sadece gizli servis üyeleri olduğu ve üst düzey SBKP yetkililerinin bile bu fırsattan mahrum kaldığı ortaya çıkıyor; bu ayrıntı, diğer şeylerin yanı sıra, parti kadrolarının genel “uyuşukluğunu” göstermektedir…).
Medvedev şunları kaydediyor: “Birinci Çemberde”, “Kanser Koğuşu” ve daha sonra okumaya başladığım “Kızıl Çark” – alışılmadık dil ve yazım tarzına rağmen – üzerimde güçlü bir etki bırakmadı. Gulag Takımadaları’na gelince, onu bir kurgu eseri olarak sınıflandırmak zor. Daha çok, yazarın son derece öznel görüşleriyle yoğrulmuş bir tarihçiliğe benziyor.”
İdeolojinin yeni lideri, bilimsel-akademik topluluğun bir temsilcisiydi ve değerlendirmelerinin, Yakovlev’de eksik olan ilkeselliği bir yana bırakırsak, öncelikle rasyonel olduğu açıktır. “Soljenitsin sorunu” ile karşılaşan Medvedev’in, öncelikle ülkede Takımadalar’ın yazarına yönelik tutumların karmaşıklığına dikkat çekmesi şaşırtıcı değildir.
Kına yakıyor…
Medvedev’in Kasım 1988’de gazetecilere verdiği demeçlerden birini aktarmakta fayda var. Bu, Soljenitsin’in eserlerinin ülkenin önde gelen parti organlarında bilinen tek ciddi ve analitik okumasını içerdiği için önemlidir:
“Daha önce Lenin Zürih’te”, “Gulag Takımadaları” ve diğer bazı eserlerini okuma fırsatım olmamıştı ve açıkçası buna gerek de duymamıştım. Şimdi okudum ve basınımızın sayfalarında yer alan birçok pasajın kökeninin nereden geldiğini anladım. “Lenin Zürih’te”, Lenin’in Alman militarizmiyle işbirliği içinde olduğu iddiasına dayanan bir iftiradır. Ekim Devrimi’nin bir grup komplocu ve maceracının işi olduğu ortaya çıkmışmış. Lenin’den ve sadece ondan, Kızıl Terör, Gulag ve bu kelime o zamanlar şimdi olduğundan tamamen farklı bir anlam taşısa da toplama kampları gelmiş. Çarlığın zulmünden, Beyaz Terör’den bahsetmiyor bile… Ya da Soljenitsin’in 30’lu yıllardaki Stalin terörünün kurbanlarına yönelik tavrını ele alalım. Onlarla mümkün olan her şekilde alay ediyor, onlara “iyi niyetli” diyor, kına yakıyor: “…Sovyet iktidarını siz yarattınız, onun kurbanı oldunuz”. İntikamcı bir alaycılıktan başka bir şey değil… Ama bu bir insanlık trajedisidir ve alay konusu olamaz!… Peki Soljenitsin, Anayurt Savaşı’nın başında gönüllü olarak teslim olan ve Sovyet iktidarına karşı savaşmak için faşist işgalcilerden silah isteyenlerle ilgili ne diyor? “‘Büyük’ düşünür ve vatansever, bu eylemleri ahlaki açıdan haklı görüyor ve böylece onun için ülkeye, bağımsızlığa ve halkın varlığına yönelik ölümcül tehlike, rejime karşı duyulan körü körüne nefretle karşılaştırıldığında önemsiz kalıyor…”
Madem öyle, partinin yeni baş ideoloğunun bu argümanları, Takımadalar’ın SSCB’de basılmasına yönelik her türlü girişimi engellemeli ya da olası bir yayın durumunda eleştirel tartışma için bir temel oluşturmalıydı. Her ne kadar o dönemde böyle bir olasılık düşünülmese de, “okuyucu kendisi karar versin” tavrı, açıklık (glasnost) ve demokratikleşmenin tüm prensiplerine uyuyordu ve sansür yasaklarından bıkmış bir toplum için Takımadaların yayınlanması gerektiğine dair artan talepler gayet doğaldı. (Tüm bunlar şu sözlerle ifade edilebilir: “Sonunda bize bu ‘yasak meyveyi’ verin, ne kadar tatlı ya da acı, ne kadar yararlı ya da zararlı olduğunu kendimiz anlayalım!”)
Zalıgin’in, Novıy Mir dergisinin editörlüğüne getiriliyor
Toplumun sağlıklı eleştirel bilinci olduğuna ve herşeyi kendi başına çözebileceğine olan inanç, SBKP Merkez Komitesi bilgisi dahilinde ve bizzat Mihail Gorbaçov tarafından Novıy Mir’in yeni genel yayın yönetmenliğine atanan, dönemin Sovyet dergilerindeki ilk parti dışı editörü, S. P. Zalıgin’in bu göreve gelmesine yol açtı. Bu atama, kamuoyunu (özellikle de Batı kamuoyunu) ülkede çoğulculuk ve demokrasinin yerleşmekte olduğuna ikna etmeyi amaçlayan göstermelik bir adımdı. Çünkü yetkililer, 1988’de “Sovyet edebiyatına yaptığı büyük hizmetlerden dolayı” Sosyalist Emek Kahramanı unvanı alan Zalıgin’in, büyük ölçüde son romanları “Tuz düştü”, “Komisyon” ve “Fırtınadan Sonra” sayesinde tam sadakatine ikna olmuşlardı. Lenin’in ilan ettiği NEP 1920’ler dönemine adanan son romanı özellikle önemliydi. Bu roman, yazarın hatırladığı kadarıyla, 1980’lerin toplum zihniyetine ve “perestroyka” ekonomi politikasında ortaya çıkan eğilimlere karşılık gelen üç mülkiyet biçiminin (devlet, kooperatif ve özel) eşzamanlı olarak bir arada var olmasının, sosyalizmle sadece çelişmediğini, aynı zamanda ona uygun olduğunu da oldukça ikna edici bir şekilde yansıtıyordu. Yazar burada kendisini sadece bir gerçekçi değil, aynı zamanda eleştirmenlerin de belirttiği üzere, bir “diyalektikçi”, “karma” ekonomi temelinde toplumun evrimsel gelişiminin mantıklı ama unutulmuş bir modeline geri dönmeyi öneren bir tür rasyonalist-kehanetçi olarak da göstermişti.
Buzağı Meşe Ağacına Tosladı
Yetkililerin Novıy Mir’i Sovyet edebiyat dergilerinin amiral gemisi olarak tutma arzusu, her şeyden önce Boris Pasternak’ın gözden düşmüş Doktor Jivago’sunun ilk kez 1988’de dergide yayınlanmasıyla kendini gösterdi. Yayın kurulu, daha önce, 1960’larda derginin planlarından ve hatta mizanpajından çıkarılmış olan Soljenitsin’in eserlerinin basımına öncelik verme konusunda da ahlaki hakka sahipti. Ancak bu daha çok biçimsel bir haktı çünkü Soljenitsin’in Yeni Dünya’nın tarihini pervasızca çarpıttığı ve Tvardovski’yi son derece aşağılayıcı bir biçimde tasvir ettiği Buzağı Meşe Ağacına Tosladı isimli kitabına yönelik zor bir ahlaki engelin üstesinden gelmek gerekiyordu. Ne yazık ki, 1960’lardan bu yana birkaç kez yenilenen derginin yayın kurulu ve editör kadrosu, bu sorunun ciddiyetini anlamadı ve Zalıgin de bu anlamda bir istisna değildi. Ne kadar üzücü görünse de, Tvardovski adına adanmış derginin onurlandırılmasına yönelik (o zamanlar en ufak bir şekilde kavranmayan veya hissedilmeyen) tüm motivasyon, Soljenitsin’in eserlerini yayınlamak için diğer dergilerin de talep ettiği “ilk gece hakkını”, her ne pahasına olursa olsun elde tutma ve sağlamlaştırma arzusunun önünde duramadı. O dönemde “glasnost” destekçilerinin zihinlerinde hüküm süren telif hakları karmaşası, “ultra yasaklı” eserlerin basılma ihtimali karşısında Zalıgin’i proaktif davranmaya zorlamıştı. Novıy Mir’in tartışılmaz bir önceliğe sahip olduğuna ikna olmuştu ve ilk olarak 1966’da derginin mizanpajından çıkarılan Kanser Koğuşu, ardından da kronolojik olarak İlk Çemberde yayınlanacaktı.
Soljenitsin ültimatom veriyor
Ancak Zalıgin’in (Soljenitsin’e bu konuda Ağustos 1988 gibi erken bir tarihte bir telgraf göndermişti) bu düşüncesi, o sırada Amerika Birleşik Devletleri’nde Vermont’ta yaşayan ve eserlerinin SSCB’ye ” dönüşüne “, Gulag Takımadaları’ndan başka bir kitapla başlamayı kesin bir dille reddeden yazarın beklenmedik ültimatomuyla bozuldu. Soljenitsin aynı zamanda Novıy Mir’de yayın yapma konusundaki niyetini teyid etti ve V. M. Borisov’u (1989’da derginin bir çalışanı olacak ve daha sonra genel yayın yönetmeni yardımcılığı görevini üstlenecekti) edebi ve yasal telif hakları sorumlusu yaparak bu adımını pekiştirdi.
Sovyet devletini havaya uçurma fırsatı
Soljenitsin, Takımadalar’ın öncelikli basımı için ültimatom verirken eğer bir risk almışsa, bu çok küçük bir riskti. O andan itibaren SSCB’deki yasal hakları korunuyordu ve devlet-kamu mülkiyeti koşullarında ( “Novıy Mir” dergisi ve “Sovyetskiy Pisatel” yayınevi, bir kamu kuruluşu statüsünde olduğu için, basımlardan alınan vergilerin neredeyse %90’ını devlet bütçesine ödeyen SSCB Yazarlar Birliği’ne aitti), sadece yayınlamak için değil, bundan önemli bir kâr elde etmek için de eşsiz bir fırsat elde ediyordu. Durumun siyasi özü özellikle groteskti: Soljenitsin sadece eleştiri değil, Sovyet devletini içeriden, “havaya uçurma” fırsatı yakalamıştı: hem de devleti yok etme pahasına!..
Tüm bunlar bir kez daha, ültimatomun, yazarın bir “kaprisi” değil, onun aklı başında pragmatik bir hesabı olduğunu göstermektedir. “İki Değirmen Taşı Arasına Sıkışmış Dane” adlı kitabında bu niyetlerini açıkça yazdı: “Eğer Sovyet matbuatına döneceksem – o zaman bu, kızgın demirden bir parçayla, “Takımadalar” ile olacak… “Takımadalar” Perestroyka’yı keskin bir ışıkla delip geçecek: İstedikleri gerçek bir değişim mi, yoksa sadece göz boyama mı?” Yazar aynı zamanda bir şart da koşmuştur: “Kitap SSCB’nin herhangi bir şehrinde satın alınabilsin diye Takımadalar’ın gerçek (gösterişli değil) kitlesel satışının sağlanması”.
Zalıgin aniden mistik bir aydınlanma yaşar
Böylece Zalıgin, 75 yaşında, hayatının zirvesinde, “perestroyka “nın ateşli atmosferinde “Takımadalar “ı yeniden okur. Peki bu “yeni okuma “nın sonucu ne olur? Ne yazık ki rasyonalist yazar, aniden mistik bir “aydınlanma” yaşar ve kitap onu tamamıyla yıkar, “darmadağın eder “, kitabı tamamen benimser, onaylar ve yazarı “peygamber” mertebesine çıkarır. Daha kısa bir süre öncesine kadar Sovyet tarihi anlayışında bir “diyalektikçi” olarak bilinen yazar, artık bunu tamamen ilkel ve olumsuz bir şekilde algılamaya başlar. Her ne kadar Zalıgin’in kendisi dünya görüşündeki kırılma anıyla ilgili ayrıntılı tanıklıklar ve yargılar bırakmamış ve “Takımadalar “ın “Novy Mir “de yayınlanması için Medvedev’e söz verdiği sonsözü asla yazmamış da olsa, tüm adımları 1989’dan başlayarak bunu göstermektedir: “partisiz” birinden belirli bir “partinin” ikna olmuş destekçisine dönüşür: sadece anti-komünist değil aynı zamanda anti-sosyalist fikirleri için de Soljenitsin’in koşulsuz ve tutarlı bir savunucusu olur. Bu durum, Yeni Dünya’nın 1990 yılı 1. sayısı için yazdığı ve edebiyat basınında gürültülü bir kampanya başlatan “Soljenitsin Yılı” başlıklı makalesinde ve yazarın şurada burada hem Takımadalar’a hem de Soljenitsin’in tüm “anti-Leninizmine ” atıfta bulunduğu sonraki makalelerinde en canlı şekilde görülmektedir: “Mesele basit ve açık: Almanya geçmişinden vazgeçti – orada faşistler yargılandı ve ileri yaşlarına rağmen hâlâ yakalanıyorlar ve ülkemizde bugün bile gösterilerde, araştırmacılara göre 30 milyon masum insanın ölümünden sorumlu olan Stalin’in portreleri taşınıyor (Lenin’in 13 milyon olarak hesaplanıyor – yani Stalin’den altı kat daha az süre hüküm sürdüğü halde)”. Tüm bunlar açıkça Soljenitsin ağzıdır…
Zalıgin sözünde durmuyor
Son olgu yani, Zalıgin’in “Takımadalar “ın “Novıy Mir “de yayınlanması için vaat ettiği “genişletilmiş sonsöz” (veya önsöz) üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü saygın yazar ne yazık ki sözünde durmadı! Bu, her zaman kendisi için uygun olmayan durumlarda bile, dergide yayınlanan kendisi veya yetkililer için “uygunsuz” çalışmalara ayrıntılı editoryal makaleler ve önsözler yazan Tvardovski’nin karakteriyle karşılaştırıldığında sadece Zalıgin’in “zayıflığı”nı değil, aynı zamanda kafasının ne kadar bulanık olduğunu ve genel olarak “zayıf” bir adam olduğunu gösteriyor. Sonuçta, “yazarın Takımadalar’da ifade ettiği her şeyi paylaşmasak da” şeklinde ihtiyatlı bir çekince ifade eden kısa (sadece 25 satırlık) önsözü, SSCB’de ilk kez yayınlanan temel bir Sovyet karşıtı eser için yeterli bir yanıt olamazdı. Görünen o ki, Zalıgin ve editörler başlangıçta Takımadalar’ın açıkça şüphe uyandıran olgu ve rakamları hakkında herhangi bir yoruma başvurmamaya karar vermişler. (Örneğin, “Aurora’nın Parmakları” başlıklı bölümde, Sovyet iktidarı döneminde baskılardan kaynaklanan “66,7 milyon” kayıp gibi bir rakamı bütünüyle yayınladılar; bu rakam o zamandan itibaren ülkenin her yerinde viral oldu ve yaygın bir sokak terimi haline geldi ve editörler bu konuda herhangi bir çekince bile koymadı! ) Tvardovski’nin tartışmalı konularda yetkili tarihçilere dergide konuşma fırsatı vermesi gibi düzenli uygulamaları da raftan kaldırılmış, tarihçilerin görüşleri Zalıgin yönetimindeki “yeni” Novıy Mir tarafından tüm “perestroyka” dönemi boyunca açıkça göz ardı edilmişti. Tarihi yargılama hakkı, profesyonellere değil, aniden bir “aydınlanma” yaşayan edebiyat eleştirmenlerine, sanat tarihçilerine, eleştirmenlere ve yayıncılara verildi. Sonuç olarak, Zalıgin’in son derece uzlaşmacı bir tutum aldığını ve dergisinin en önemli yayınını değerlendirmekten kaçındığını belirtmek gerekir; muhtemelen her şeyden çok Vermont’ta yaşayan ve önünde neredeyse kutsal bir huşu içinde eğildiği yazarın görüşünden korkuyordu.
“Takımadalar “ın basılması kararı yalnızca Yakovlev ve Zalıgin tarafından değil, aynı zamanda konuyla ilgilenen çok sayıda başka etkili kişiler tarafından da “zorlandı”. Nihai kararın SBKP Merkez Komitesi Politbüro tarafından alınması gerekiyordu ancak yukarıda anlatılan olgulardan da anlaşılacağı üzere, başlıca “lobici” Yakovlev’di. Politbüro’nun diğer tüm üyelerinin kesin olarak buna karşı çıktığı ve Gorbaçov’un bekle gör politikası izlediği biliniyor. (Gorbaçov’un yardımcısı Çernyayev’in tanıklığı her bakımdan önemlidir: “Sadece Yakovlev’i, bazen de Medvedev’i yanında tutuyor… Neden sadece Yakovlev’in suyunda yemek pişiriyor…”
En güçlü şey içindeki kötülük, ama yetenekli…
Ne yazık ki SBKP Merkez Komitesi Genel Sekreteri’nin, partinin en üst makamına gelmeden önce, hâlâ Stavropol’de çalışırken “Gulag Takımadaları “nı okuyup okumadığına dair elimizde hiçbir bilgi yok. İktidarın zirvesinde kaldığı süre boyunca bu kitabı yeterince dikkatli okuyup okumadığını da bilmiyoruz. Devletin en tepesindeki kişiler, yoğunlukları nedeniyle genellikle uzun eserleri, özellikle de üç ciltlik eserleri okumazlar – içerikleri genellikle danışmanları tarafından kendilerine özetlenir. Ancak genel olarak Gorbaçov, Soljenitsin’in çalışmalarını yakından takip etmişti. Asistanı Çernyaev’in günlüğünden, patronunun Ocak 1989’da Soljenitsin’in “Lenin Zürih’te” romanını okuduğunu ve izlenimini şu sözlerle ifade ettiğini biliyoruz: “En güçlü şey içindeki kötülük, ama yetenekli… Fakat onun Lenin’i bir terminatör”.
Oybirliğiyle…
Ertesi gün Yazarlar Birliği sekretaryası Soljenitsin sorununu görüşmek üzere toplandı. İki saat süren tartışma sonucunda sekretarya oybirliğiyle “Sovyetskiy Pisatel” ve “Sovremennik” yayınevlerinin ve “Yeni Dünya” dergisinin, Soljenitsin’in “Gulag Takımadaları” da dahil olmak üzere daha önce SSCB’de yayınlanmamış edebi eserlerini yayınlamaya başlama girişimini destekleme kararı aldı. SSCB Yazarlar Birliği’nin 1974 yılında Soljenitsin’i SSCB Yazarlar Birliği’nden çıkarma kararı hatalı olduğu gerekçesiyle iptal edildi. Sekreterya, Soljenitsin’in SSCB vatandaşlığının iade edilmesi için SSCB Yüksek Sovyeti’ne başvurdu. Kararın tüm maddeleri oybirliğiyle kabul edildi “
Dolayısıyla Takımadalar’ın yayınlanmasıyla ilgili resmi kararı kabul eden Politbüro değildi ve Mihail Gorbaçov’un rolü (Yakovlev’in telkiniyle?) açıkçası sadece taktiksel bir hileydi: Soljenitsin’le ilgili kararı “ortalığı madem yazarlar karıştırdı, bırakın kendileri düzeltsin!” anlayışıyla SSCB Yazarlar Birliği’ne bıraktı. Bu adım, yetkililerin zayıflığını, “edebiyat bağımlılıklarını” ve ilkeli ve yapıcı kararlar almadaki yetersizliklerini açıkça ortaya koyuyordu. (çünkü kararlardan biri, Takımadalar üzerine geniş çaplı kamusal ve bilimsel bir tartışma düzenlemek de olabilirdi).
İdeolojik teslimiyet…
Ancak Zalıgin’e nihai “onay”ı veren Yazarlar Birliği toplantısında bile hiçbir tartışma yaşanmadı. Ve bu toplantıda iddialara göre, Yazarlar Birliği birinci sekreteri V. Karpov şu kutsal cümleyi sarf etti: “Neden, aslında, “Gulag Takımadaları” bize uygun olmasın ki? Orada her şey dürüst ve belgelidir. Biz bu girişimi destekliyoruz”.
Gerçekte böyle bir cümlenin kurulup kurulmadığı bilinmiyor, ancak Yazarlar Birliği’nin (yetkililerin “tavsiyesi” üzerine) “Takımadalar “ın yayınlanmasına verdiği destek çok şey ifade ediyordu. Çoğu yazar bunu bir “devrim” olarak algıladı. Ancak aslında bu, SSCB’nin edebi güçlerinin ana çekirdeğinin (daha kısa bir süre öncesine kadar Sovyet rejiminin manevi desteğini almış, en yüksek devlet nişan ve ödüllerle taçlandırılmış ve çoğunlukla Komünist Parti üyesi olan) büyülü – kelimenin tam anlamıyla büyülü – bir güce sahip olan ve çok da uzak olmayan bir zamanda çoğunluk tarafından “iftira” olarak nitelendirilen bir kitaba ideolojik teslimiyetti.
Groteskliğin zirvesi: okumadım ama onaylıyorum
Yazarlar Birliği toplantısına katılanlar arasında muhtemelen “Takımadalar “ı okumamış olanların bulunması daha da trajikomiktir: böylece ünlü “Okumadım ama onaylıyorum” sözüyle groteskliğin zirvesine çıkılmıştır…
Parti yetkilileri ve edebiyat kurumlarının bu “ortak” kararıyla, daha önce yasaklanmış bu kitap, ülke çapında bir tür “zafer alayı”na yol açtı. Novıy Mir’in tirajının o dönemde yaklaşık 1.6 milyon olduğunu, 1990’da Sovetskiy Pisatel yayınevinden 100.000 baskıyla ayrı bir kitap çıktığını ve 1991’in başlarında Soljenitsin’in eserlerinin sözde küçük koleksiyonunun bir parçası olarak 800.000 baskıyla Takımadalar’ın yayınlandığını hatırlatalım; Birlik cumhuriyetleri ve bölgelerdeki baskı sayılarından bahsetmiyoruz bile.
Artık yalnızca bir yürüme mesafesinde…
Açıkçası Takımadalar’ın, tüm okuyucuların masasının üzerinde ya da onlara “yürüme mesafesinde” olması için karşılıklı anlaşmaya varıldıktan sonra, Perestroyka’nın “mimarları” ve onun (çok sayıda yazar ve yayıncı tarafından temsil edilen) “ustabaşıları”, kitabın özel bir tanıtım ve açıklamaya ihtiyaç duyduğunu fark edemezlerdi. Ancak, ilan edilen çoğulculuk koşulları altında bunu yapmak kolay değildi. Örneğin, ana parti organı Pravda’nın kitabın reklamını yapmaya hiç hevesi yoktu ve sadece Roy Medvedev’in 1970’lerden kalma üç eski eleştirel makalesini yeniden bastı. Çok daha cesur olan popüler haftalık Argumentı i Faktı, Kasım 1989’da (tüm perestroyka dönemi boyunca) türünün neredeyse tek “karşı-propaganda” materyalini -Takımadaların tarihsel doğruluğunu ilk kez sorgulayan tarihçi ve nüfus bilimci V. N. Zemskov ile yapılan bir röportajı – yayınladı. Objektifliğini göstermek için bir girişim de 1990 başlarında Soljenitsin’i savunan A. Tsipko’nun tarihçilerle karşı karşıya geldiği “Tarih, Devrim, Edebiyat” başlıklı yuvarlak masa toplantısının materyallerini yayınlayan Literaturnaya Gazeta tarafından yapıldı. Tsipko’nun karşısına tarihçiler V. Sirotkin ve A. Sovokin çıkmıştı. Ancak, onların “Takımadalar” konseptine karşı, “tarih biliminin temel ilkeleri “nden kopulduğunu savunan argümanları yeterince etkili olamadı, çünkü Takımadalar savunucuları şu tür törensel ve nefes kesici ifadeler ortaya koyuyordu: “Stalin kamplarında Soljenitsin’in ve masumca mahkum edilen ve sürgüne gönderilen diğer binlerce kişinin payına düşen muazzam çile ve ıstıraplar, Soljenitsin şahsında kendi tarihçisini buldu.” (A. Sovokin). Daha sonra “Literaturnaya Gazeta”nın “Takımadalar “ı tartışmayı reddetmesi ve yazardan sadece Zalıgin’le dayanışma içinde “Soljenitsin Yılı” başlığı altında övgüyle bahsetmesi dikkat çekicidir. Soljenitsin’in görüşleri en sert şekilde V. Vozdvijenski’nin “Agonyak” ve İ. Dedkov’un “Svabodnaya Mısl” (Özgür Düşünce) deki makalelerinde eleştirildi (burada yazarın görüşlerinin “retro-ütopya” olduğuna dair bir fikir dile getirilmişti), ayrıca yazarlar “Takımadalar “a yalnızca dolaylı olarak değindiler. Soljenitsin’e karşı tutarlı bir eleştirel-ironik tavır benimseyen tek medya kuruluşu V. Tretyakov’un editörlüğünü yaptığı Nezavisimaya Gazeta’ (Bağımsız Gazete) idi, ancak bu daha sonra, 1990’ların ortalarına doğru oldu. Perestroyka dönemindeki yayınların büyük çoğunluğunda (taşra yayınları dahil) Gulag Takımadaları “büyük”, “deha”, “kahin” vb. şeklinde bir kitap olarak nitelendirildi; edebiyat temsilcileri bu sıfatlar konusunda özellikle yaratıcıydı. Buradan, resmi makamların ve “düşünce yöneticilerinin” – yani Takımadalar’ın yayınlanmasına önayak olan yazarların – o dönemde kitabı tam olarak desteklemek ve eleştirilerden korumak için bir tür sözleşme imzaladıkları sonucuna varıyoruz, bu da sözde “demokrasi”, “kat edilen yolun eleştirel bir şekilde yeniden yorumlanması”, “arınma” ve “nedamet getirme” gibi amaçlara hizmet ediyordu. Ancak gerçekte söz konusu olan bir tür “kara” propaganda ve tarihsel cehaletin kurumsallaşmasıydı: Soljenitsin’in yazdığı her şey toplum tarafından olduğu gibi kabul edilmeliydi…
Elbette Soljenitsin’e SSCB’nin ve tüm sosyalist sistemin yıkılmasında ana rolü atfetmek büyük bir zorlama (ve aynı zamanda yazar için çok büyük bir onur) olacaktır. Soljenitsin’in rolü, tabiri caizse Sovyetler Birliği’nin yalnızca “mahkumların kemikleri üzerine”, yani Gulag sistemi üzerine inşa edilmiş bir ülke olduğuna dair yarattığı efsaneyi kitle bilincine sokarak, Soğuk Savaş’ta kazandığı bu avantajı “ideolojik olarak güvence altına almak” oldu. Bu mit, en güçlü şekilde Takımadalar’da dile getirilmiş ve SSCB’de yasallaştırılması ve ardından özür dilenmesi, tüm değer yelpazesinde Sovyet sistemine yönelik tutumların yeniden tanımlanmasında büyük rol oynamıştır.
İstediğin bu muydu Georges Dandin…?
Büyük tarihi misyonunun muhteşem olduğu fikrine dayanan Soljenitsin’in edebi ve siyasi “oyunları”, sonunda sadece ülkesi için değil, tüm dünya toplumu ve onun güç dengesi için son derece tehlikeli olduğu ortaya çıktı ve küresel ve geri dönüşü olmayan tarihsel sonuçlara yol açtı. “Yazarın kendisinin ne “yarattığını” bilip bilmediğini söylemek zor, ama belli ki biliyordu (SBKP Merkez Komitesindeki beklenmedik yandaşları gibi). Yazarın tüm eylemlerindeki gerçek yıkıcı ilkenin, her zaman ütopik yaratıcı ilkeye (“Rusya’yı yeniden kurma” gibi) üstün geldiğini inkar etmek zordur. Bu bağlamda, “Gulag Takımadaları” yazarının tüm cüretkar ve kendine güvenen faaliyetlerinin, yazarın “isyan” planı ile nesnel sonuçları arasındaki uzlaşmaz ana çelişkisine dikkat etmemek mümkün değildir. Bu çelişki, yazarın “heyelan” kelimesiyle ilişkili iki sembolik kavramında en canlı şekilde ortaya çıkıyor: İlki, “çığlıklar dağlarda heyelan yaratıyor” ve diğeri “Rusya’da heyelan var”. İlki Soljenitsin’in 1960’larda şekillendirdiği, ülkesinde ve dünyada kargaşaya neden olmak için “milyonlarca ölü” adına attığı teatral ve politik “çığlık”, ikincisi ise bu niyetlerin feci sonuçlar doğuran pratik sonuçlarıdır.
Bu bağlamda, Moliere’in klasik cümlesi olan “İstediğin bu muydu Georges Dandin…?” dışında ayrıntılı bir yoruma gerek yok gibi. Bununla birlikte, şu anki Rusya Devlet Başkanı’nın SSCB’nin yıkılmasıyla ilgili “XX. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” sözlerini hatırlatmak oldukça yerinde olacaktır.
“Ruhun timsali”, “ebediyen dürüst” Soljenitsin’in ve onunla birlikte onun saf okuyucularının ve yandaşlarının bu felaketle hiçbir ilgisi olmadığını kim söyleyebilir?
1996 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdi. Rusya ve Kazakistan’da inşaat firmalarında tercüman olarak çalıştı. Ülkeye döndükten sonra Akdeniz Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisansı yaptı. Rusça Profesyonel Turist rehberi oldu. Turizm krize girdiği zamanlar Rusça’dan çeviriler yaptı. Çevirdiği kitaplar: Fransız Devriminde Kadınlar, Kor Kitap, Jurbinler, Yordam edebiyat, Böyle Dedi Kaganoviç, Verba. Koçetov’un Yerşov Kardeşler romanını e-kitap olarak yayınladı.