
Son 2 ayda pandemi kaynaklı ortaya çıkan ekonomik sorunlara verilen cevaplar, insanların kolektif aklının, özellikle de kurumların, ezberlerinin dışına çıkmakta zorlandığını gösteriyor. Aslında bu gayet normal çünkü bilinmeyen bir durumla karşılaşıldığında ilk elden yapılacak olan bilinen yöntemlere sarılmak. Örneğin 2008 krizine verilen cevaplar veriliyor hala: Merkez Bankaları aracılığıyla piyasalara likidite pompalanıyor. Sanki bu kriz 2008’dekine benzer bir krizmiş gibi ve sanki o krize verilen cevaplar işe yaramış gibi.
12 yıl geçmesine rağmen 2008 krizinin etkileri hala silinmiş değil. Silinemediği için, yani firmaların bilançoları kırılgan oldukları için, Corona salgının etkisi daha sarsıcı oldu.
Bir ekonominin ne kadar iyi olduğunu gösteren temel göstergeler, işsizlik ve enflasyon. Klasik öğretide işsizlik ile enflasyon arasında ters ilişki olduğu (Philipps Eğrisi) varsayımından hareketle ekonomi politikaları da bu ikilem arasında tercih yapmak yönünde biçimlendi. 1973 Petrol Krizi ve kısmen de öncesinde enflasyon baş gösterince o döneme kadarki yürütülen istihdama odaklı Keynesyen talep yönetiminden vazgeçildi, enflasyonu düşürmeyi önceleyen Monetarist politikalara geçildi.
Enflasyonu salt parasal bir olgu olarak gören Monetarizm‘e göre, piyasadaki para miktarının mal ve hizmet miktarının üzerinde olması enflasyon yarattığından Merkez Bankası, para miktarını kontrol ederek enflasyonu da kontrol etmeli. O nedenle ekonomi politikalarının merkezinde para politikası ve onun yürütücüsü Merkez Bankası olmalı. Bu bakışa göre, kamu harcamaları ve bütçe açıkları enflasyonisttir ve kamu harcamalarının büyümeye pozitif etkisi bütçe açığından kaynaklanan faiz artışının özel sektörü yatırımdan alıkoyması nedeniyle bertaraf edildiğinden (crowding-out effect), maliye politikaları gereksizdir.
Aradan geçen 30 yılda evet enflasyon ciddi ölçüde baskı altına alındı. Ama bu Merkez Bankaları sayesinde olmadı. Birincisi kamu istihdamını azaltmak ve işsizliği yüksek tutmak yoluyla maaşların baskılanması sayesinde oldu. İkincisi, Çin’den ucuz ithalat sayesinde…
Merkez Bankaları sayesinde enflasyon düşmedi çünkü Merkez Bankaları para miktarını dışsal olarak kontrol edemezler zira para, kredi talebine bağlı olarak bankalar tarafından içsel yaratılır. Bu konuya daha önceki bir yazıda değinmiştik.
Asli işlevi bankaların likidite ihtiyaçlarına eşlik etmek yoluyla finansal istikrarı sağlamak olan Merkez Bankaları’nın faizi düşürerek ekonomiyi canlandırması, istihdamı ve enflasyonu artırması; yükselterek soğutması ve istihdamı ve enflasyonu düşürmesi de pek mümkün değildir. Zira özellikle de büyük yatırım harcamaları faizlere duyarlı değildir çünkü kapitalist yatırımcı için asıl kredi maliyeti, ödediği kredi faizi ile edindiği tasarruf faizi arasındaki farktır. Hane halkının mortgage ve tüketim kredisi faize duyarlıdır fakat kredi güdümlü harcama da sanıldığının aksine deflasyonisttir. Çünkü talep arttığında firmaların büyük çoğunluğu, öncelikle fiyat attırmazlar, üretim miktarını artırırlar, mümkünse stoklarını eritirler. Fakat talep düştüğünde ise öncelikle fiyatları düşürürler, üretim miktarını değil. İhtiyaç kredisi ilk etapta harcamaları artırsa da, kredinin geri ödenmesi harcamaların kısılmasını gerektirir.
Para politikasının tek başına işe yaramamasının bir diğer sebebi ise, finansal piyasaların aşırı şişkinliği (Bkz. Jan Toporowski- The End of Finance The theory of capital market inflation, financial derivatıves and pension fund capitalism).
Finansal piyasaların şişmesinin üç başat sebebi var: Birincisi, artan eşitsizlikten ötürü kapitalistlerin ve beyaz yakalıların finansal piyasalara aktardıkları özel emeklilik tasarrufları. İkincisi, maliye politikasının ekarte edilmesi ve ekonomi politikasının sadece para politikasının sırtına yüklenmesi nedeniyle Merkez Bankaları tarafından piyasaya enjekte edilen paraların finansal piyasalara yönlenmesi. Üçüncüsü de, düşük faizler nedeniyle kredi ile finanse edilen finansal varlıklardaki pozisyonlar (spekülatif borçlanma). Finansal piyasaya her yeni fon akışı, finansal ürünlerin fiyatlarında kazanç beklentisi nedeniyle şişmeye sebep olur ve bu şişme yeni fonların akışını cezbederek kendi kendini besleyen bir sürece dönüşür.
Finans piyasaları şiştikçe, Merkez Bankası’nın elindeki faiz enstrümanın etkililiği de azalır. Faizin ancak finansal varlıklardan beklenen getirinin üzerine çıkacak kadar yükseltilmesi gerekir ki, kısa dönemli ve değişken faiz ile alınmış olan kredi ile finanse edilmiş finansal varlıklardaki pozisyonlar (spekülatif borçlanma) önlenmiş olsun. O düzeyde bir faiz artışı da, özellikle hanehalkı ve küçük-orta ölçekli firmaların bilançolarına zarar verir.
Ayrıca, finansal piyasaların şiştiği bir durum, finansal varlıklardan beklenen getirinin reel yatırımdan beklenen getiriye oranla büyük olduğu ve dolayısıyla büyük firmaların reel yatırımlarının finansmanı için yüklü miktarda banka kredisine çok ihtiyaç duymadığı bir durum. Dahası, finansman için, banka kredisinden ziyade faizleri daha stabil ve düşük olduğundan uzun dönemli menkul kıymetleri (long-term securities) ihraç etmeyi tercih ederler. O nedenle faiz değişiminden etkilenmezler- ki zaten onlar için nihai faiz maliyeti kredi ile mevduat faizleri arasındaki farktır. Aşağıdaki tablo her ne kadar 1970-84 arasını gösterse de, ABD imalat sektöründe firma büyüklüğü ile uzun dönemli banka kredisinin finansmandaki payının ters orantılı olmasını ve büyük firmalar için banka kredisi dışındaki uzun dönemli diğer borçlanma enstrümanlarının daha büyük pay sahibi olduğunu göstermesi açısından anlamlı.

Velhasıl faiz artışı durumunda borçlarını ödemek için harcamalarını kısmak durumunda kalacak olanlar, net borçlu konumunda olan küçük-orta ölçekli firmalar ve alt gelir grubundaki hane halkları. Net alacaklı konumunda olan büyük firmalar ve üst gelir grubundaki hane halkları ise faiz artışı durumunda harcamalarını kısmak durumunda kalmazlar.
Dolayısıyla, eğer piyasa tekelleşmişse, eşitsizlik artmışsa ve bu yüzden de finansal varlıkların fiyatları üst gelir grubunun yüksek tasarrufları nedeni ile şişmişse, Merkez Bankaları’nın faizleri değiştirerek ekonomiye (büyümeye ve istihdama) yön verme imkanları çok daha fazla kısıtlıdır.
Tüm bu yazıdan çıkacak sonuç, para politikasının hiç önemli olmadığı değil. Aksine para politikasının etkili olması için, yani finansal istikrarı sağlamak olan aslı görevini yerine getirebilmesi için, kamu yatırımları ve istihdamı yoluyla reel yatırımın tetiklenmesi, maaşların artışının sağlanması ve bu sayede eşitsizliğin düşürülmesiyle finansal balonların önüne geçilmesi gerekiyor. Keza bunların kadük kaldığı son 30 yılda finans dünyası daha istikrarsız oldu, daha sıkça türbülanslara maruz kaldı.
Özetle, son yıllarda kamu yatırımları ile değil Merkez Bankaları ile piyasaya sürülen paralar, finansal varlıklarda balon yaratırken, Merkez Bankalarını da daha da işlevsizleştirdi.

1983 Newroz’unda Elbistan’ın Sevdilli köyünde dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra, ÖSYM bursuyla girdiği Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans lisans eğitimini 2011‘de tamamladı. Türkiye’nin AB’ye üye olacağını, demokratikleşeceğini sandığı lisans döneminde sivil toplum aktivitelerine katıldı; çeşitli gazetelerde yorum yazıları yayınladı. Eski dindar çalışma arkadaşlarının değişen tavırları üzerine, bu çabalarının işe yaramayacağını, aksine Türkiye’nin diktatörlüğe evrileceğini düşünüp 2012‘de ülkeden çıkma kararı aldı. Akdeniz Üniversitesi ve Hamburg Üniversitesi’nin ortak Avrupa Çalışmaları yüksek lisans programını DAAD bursuyla Mayıs 2014‘te tamamladı. Ekim 2014 – Ekim 2017 arasında Hamburg Üniversitesi Sosyal Ekonomi departmanında „finansallaşma, maaş eşitsizliği ve tekelleşme“ başlıklı, uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış 3 makaleden oluşan doktora tezini tamamladı; araştırma görevlisi olarak „Büyüme ve Bölüşüm“ ve „Ekonomiye Giriş“ derslerini verdi. Rostock Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma görevlisi olarak Finans ve İktisat Politikası, Dağıtım ve Rekabet, ve Endüstriyel İktisat derslerini verdi. İktisadın Post-Keynesyen ekolüne yakındır, politik olarak liberal-solcudur. Eşitsizlik, finans ve iktisat politikası temel araştırma konularıdır.
*Görüş gazetesi, farklı disiplinlerden, farklı görüş ve içeriklere açık bir platformdur. Makaleler Görüş gazetesinin editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.