Türkiye’de gündem çok kısır. Ekonomiyle ilgili konular, enflasyondaki gelişmeler, kur, faiz, uluslararası fon akışları, bütçe dengeleri, cari denge gibi konuların ötesine gitmiyor. Bu başlıklar sadece “günlük gelişmelere ilişkin değerlendirmelerle sınırlı” kalıyor. Bu değişkenler “bir sonuç” ortaya koyuyor. “Sonucun sorun olarak görüldüğü, algılandığı ve tartışıldığı” ama “kökte, temelde duran sorunların neden bu sonuçları ürettiğinin tartışılmadığı” koşullar “kısır, sonuçsuz ve faydasız” bir tartışma döngüsünden başka bir şey sunmuyor.
İktisat, “sadece iktisadın sınırlarında kalındığında sonuç olarak gördüğümüz problemleri” çözemiyor, son derece “yetersiz” kalıyor.
Sanayi devrimleri, “insanlık tarihinin çok çarpıcı” bir aşamasıdır. Sanayi devrimleriyle “muazzam bir gelir ve nüfus artışı” tetikleniyor. Süreç, bugün felsefede, siyasette, iktisatta, sosyolojide, psikolojide, antropolojide konuştuğumuz konuların “temel teorik ve pratik yaklaşımlarını” geliştiriyor. Binlerce yıldır insanlık için konuştuğumuz konu ve kavramlar var ama sanayi devrimleriyle “değişen bir boyut ve karmaşıklaşan değişkenler arası ilişkiler” var.
“Siyaset kurumuyla kapitalist işleyiş” arasında “paralel olmayan” noktalar var. Siyaset, “ülkeler bazında ve yerel”. Oysa, “kapitalizm küreselcidir”. Siyaset, diyelim ki tarihte önerildiği ve idealize edildiği gibi işleyebildi ve her vatandaşa eşit duran, ifade özgürlüğünü tanıyan, demokratik ilkelere bağlı bir yapı kurdu. Bu, tamamen “yerel bir unsur ve eşitlik arayışına sahip”. Oysa kapitalizm “küresel ve eşitlik aramıyor”. Orada, “uyum sağlayanların ayakta kalması” fikri var ve “eşitlik yok”.
Listen to “Podcast | Arda Tunca” on Spreaker.Serbest piyasa, insanların bireysel tercihlerinde “başta özgürlük sunarken, insanın iktisadi faaliyetleri içinde başkalarına özgürlük hakkı tanımayacak yöndeki iktisadi yaklaşımları özgürlükleri kısıtlayıcı” bir hale bürünüyor. Yani, “sermayenin tekelci” özelliğine çarpıyoruz bu noktada. Dolayısıyla, “serbest piyasanın sunduğu özgürlük koşulları sürdürülebilir değildir” ve “siyasetin idealde amaçladığı kavramlarla çelişki içindedir”. Dolayısıyla, “çökmeye meyillidir”.
“Ana akım, sosyal konular kendisine tehdit haline gelmeye başladığı anda kamuyu devreye sokuyor.” Bu cepheden bakınca, tarihsel süreçte “kamu kesiminin küçülmediğini” görüyoruz. Sanayi kapitalizminin yarattığı sosyal dengesizliklerin “ana akımın düzenini ayakta tutmak için kamu harcamalarını devreye soktuğuna” tanıklık ediyoruz.
19. yüzyılın son çeyreğinde, yani ilk sanayi devriminin üzerinden hemen hemen 100 yıldan fazla zaman geçtikten sonra “gelişmiş ülkelerde kamu harcamalarının gayrisafi yurt içi hasıla içindeki payı kabaca %10 civarlarında iken”, İspanyol gribi, iki dünya savaşı ve Büyük Depresyon (1929) sonrasında “yine kabaca %30 civarlarına” dayanıyor. Buradan sonra, yeniden küreselleşme, yeniden krizler ve yine kamu harcamaları ihtiyacı. Şimdi ise oran yine “kabaca %50 civarında”.
World Values Survey Waves 5-6 (2005-14) verilerine göre, demokratik bir rejimde yaşamak gerektiğini düşünen Amerikalı sayısı düşüyor. ABD, dünyada demokrasi için çırpındığı söylemine tutunurken, kendi ülke vatandaşlarının demokrasi isteği azalıyor. “1940’larda doğan Amerikalıların %60’ından biraz azı, Avrupalıların ise %60’tan biraz fazlası demokrasi talep ediyor”. Bu veriler bile şaşırtıcı ama! “1980’lerde doğan Amerikalılarda oran %45’e, Avrupalılarda ise, %30’a düşüyor”. “2000’lerde ABD’de doğan milenyum çocuklarında ise oran %24’e iniyor”.
Yukarıda özetlenen tüm konuların tartışıldığı bir anlatımla başlıktaki soruyu yinelemek gerekiyor: iktisat, çözüm mü, sorunun nedeni mi? Doç. Dr. Gülçin Elif Yücel ve Arda Tunca tartıştılar.