“Biz ki Yarınıyız halkın, Umudu, yüzakıyız, Hıncı, namusu… Şafakları,
Taa şafakları Hey canım, Kalbim
Dinamit kuyusu…”[1]
Eleştirel bellek ile hakikâtın gücü geç(me)miş ile beslenirken; ondan kopuk bir güncellik ile gelecek bugünde biçimlendirilemez.
Tarih kimilerini eskitse de, kimilerini ölümsüzleştirir ve onlar, hem tarihin hem de yaşadığımız belirsizliklerin içinde bize yol gösterir; aydınlatır, bizi sarıp, sarsarlar ki, umut(umuz) da oradadır.
Başkaldıran insan(lık)a ait ne varsa, ne birikmişse, onlarladır, onların mücadeleleriyledir; yani yol gösteren ne varsa ışığın ve karanlığın ortasından bize göz kırpan onlar ve mücadeleleridir; Karl Marx’ın, “Lanetlenmeyi göze almayan bir insan hiçbir şey yapamaz”, Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür,” ifadelerindeki üzere…
Mesela Batı Aydınlanma’sına katkısı bilinenden çok daha büyük olan “Kendini eğiten filozof” İbni Sina gibi. Ya da, “Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir,” uyarısıyla veya aykırılığı nedeniyle “atopos” (yani “başka” ve “yersiz”, dolayısıyla sınıflandırılamayan) olarak adlandırılan Sokrates gibi.[2]
Alkibiades’in, “felsefe yılanı” diye tanımladığı Sokrates de kendisini “at sineği olarak adlandırırken; insanları sokan yılan, insanlara huzursuzluk veren at sineği gibi tanımlamalar, onun başka bir insan, atopos oluşuna birer gönderme idi.
“Olağan”a, “normal” denilene teslim olmamak müthiş değerliyken; “Dünya öylesine yozlaşmış ki eninde sonunda herkes para denen puta teslim oluyor.” “İnsan yalnız kalır, doğru; ama her zaman sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü göstermekten iyidir yalnızlık,” sözleriyle, herkese taş atmanın değerini öğreten Edward Said’i anımsamamak mümkün mü?
“Yersiz yurtsuz dolanıp durmak, bir eve sahip olmamak, bundan böyle hiçbir yerde kendini pek de evinde hissetmeyecek olmak, bu benim özgürlüğüm,” vurgusuyla şöyle derdi O:[3]
“Temelde insan adaletini savunmak istiyorsanız bunu sadece kendi tarafınızın kendi kültürünüzün ve kendi milletinizin onayladıkları için değil, herkes için yapmanız gerekir.”[4]
“Gerçekten laik bir entelektüel için tapılacak ya da yanılmaz kılavuzluğuna güvenilecek herhangi bir tanrı yoktur.”
“Müslüman ülkelerin tüm siyasal, toplumsal kalıpları da din kisvesine bürünmüştür.”
“Hiçbir dava, hiçbir tanrı, hiçbir soyut fikir masumların kitlesel katledilmesini haklı gösteremez.”
* * * * *
“Öğretmek” filli, doğası gereği, “Tarih fotoğrafınızı bir kere çeker, dikkat edin gözleriniz kapalı çıkmasın,” sözüyle öğretmenimiz Server Tanilli’ye götürür bizi.
O, “Filozofların yaptığı önemli bir şey vardır: Bizi tartışmaya, açtıkları sorunlara eğilmeye, onlar üzerinde ‘bizzat düşünme’ye çağırırlar…
“Doğruya inançlar değil, bilgi götürür…
“Din, felsefeye karşı daima dişlerini göstermiştir…
“İnsanlığın ilerlemesini belirleyen din değil, bilimdir…
“Bilim ile din bağdaşmaz; bağdaştırma çabaları ise olsa olsa mizaha konu olur…
“Var olmayı öğrenmek, büyük bir özerklik ve da yargılama yeteneğine bağlıdır…
“Çağdaşlık, uğruna verilen kavgaya katılmayı içine alır. Sömürülen, ezilen ve horlanan kişiler için daha güzel bir dünya, daha yaşanır bir düzen yaratmanın yolu buradan geçiyor çünkü”…
“Bir bölük insanın milyonlarca insanın yiyecek-içeceğini yiyip yutabildiği bir ülkede, hangi erdem, hangi mutluluk olabilir ki?…
“Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz, bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metot, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum? Yaşadığım çağa ve topluma karşı…
“II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya tekelci kapitalizminin silah gücünü NATO ve onun içindeki Birleşik Amerika temsil etmektedir…
“Kapitalizm yıkılacak ve yerine ‘sosyalist düzen’ geçecektir,” derken; faşistlerce kurşunlanmak pahasına dik duruşuyla yolumuzu aydınlatırdı…
Evet kimileri, onun “sosyalizm anlayışı”nın “ulusalcı”lıktan malûl olduğuna gönderme yapsa da, “Demokratik Devrimci”liğine söz etmemeli…
* * * * *
“Demokratik Devrimci”liğin siyasal bir kategori ve gerçek olduğu “es” geçilmemeli.
Doğan Avcıoğlu gibi mesela…
“Paris’te öğrenim gördüğü yıllarda Marksizm’le de tanışmıştı. Toplumsal yapıda ve bu yapıdaki ilişkilerden doğan sınıf egemenliği ilişkilerinde Kemalist devrimin Marksizm’den yararlanılarak daha devrimci bir çizgiye taşınması gerektiğine inanmıştı. Ona göre Kemalizm ancak sosyalizm aşısıyla yoluna devam edebilirdi.
Doğan Avcıoğlu, başyapıtı Türkiye’nin Düzeni’nde özünde şöyle bir tarihsel hikâye anlatmıştı:
Türkiye’de geride kalmışlığın sonuçlarına, geri sınıfların tahakkümü altındaki emekçi sınıflardan bir itiraz ya da isyan gelmiyordu. Bu sınıflar, geleneksel ve dinsel ideolojilerin etkisi altında tevekküle dayalı bir hayat sürüyorlardı. Geriliğe isyan, ancak düşün ve eylem düzeyinde toplumun en ileri ve zinde kuvvetlerini temsil eden vatansever, milliyetçi, ihtilalci ya da devrimci aydınlardan gelebiliyordu. Fakat bu aydınlar geleceğini savundukları vatanı kurtarmak, bağımsızlaştırmak ve kalkındırmak için emekçi sınıflarla birleşemiyordu. Çünkü emperyalizm ve onunla işbirliği hâlindeki hâkim sınıflar ‘milliyetçi – devrimci’ aydınlar ile emekçi kitleler arasına bir ‘demir perde’ çekmişti. Bu demir perdenin özünde halkı tevekküle, lakaytlığa, kaderciliğe ve şükürcülüğe razı edecek düşünce, davranış ve tutum alma biçimlerini koşullandıracak dinsel, kültürel ve ideolojik mayalar vardı.
Türkiye’nin Düzeni’nin anlattığı hikâye kısaca buydu. Ancak o, sadece geçmişin hikâyesini anlatmakla yetinmiyordu. Gerilikten kurtulmanın, bağımsızlığı kazanmanın yolunu da tarif ediyordu. Bu yol, düzeni değiştirecek devrimci bir iktidarın kazanılmasından geçiyordu. Gelgelelim devrimci bir iktidarın kurulu düzeni yıkıp yeni bir düzen inşa etmesi emekçi halka dayanmadan mümkün değildi. Bu yüzden devrimin eşgüdümlü olarak yürütmesi gereken dört görevi vardı: İktidarı almak, onu mevcut düzeni çözmeye sevk etmek, halkı kazanmak ve yeni bir düzen kurmak.
Doğan Avcıoğlu’nun öngördüğü yeni düzen ise kapitalizmi aşmayı ve sosyalizme açılmayı hedefleyen bir düzendi. Böylesi bir kavrayış Türkiye’nin Düzeni’ni ve yazarını Marksist devrimciliğin tümüyle içine yerleştirmese bile onları sıradan cuntacılığın kesinlikle dışında tutuyordu. Doğan Avcıoğlu bir tabu yıkıcı, bir devrimciydi.”[5]
Onun “Demokratik Devrimci” ve “Tabu Yıkıcı” özellikleri asla göz ardı edilmemeliyken; 7 Aralık 1979 Cuma günü sabahın erken saatlerinde, bir gün bile geç kalmadığı dersine yetişmek için otobüs durağına koştururken dört faşistin silahlarından çıkan kurşunlarla katledilen Cavit Orhan Tütengil’in de bir “Demokratik Devrimci”, aydınlanmacı bir bilim insanı, felsefe, iktisat ve sosyoloji eğitimi almış bir düşünür olduğunun altı çizilmelidir.
Dürüst olmanın yüceliğini yaşayıp/ yaşatan doktor Erdal Atabek[6] ilkeli, velut bir aydın, yetenekli iyi bir yazardı; tıpkı bir kuşağın önemli temsilcilerinden, doğru yerde durup, bedelini de ödeyen Ali Sirmen gibi…
1966’da başladığı gazeteciliği sonuna kadar aktif biçimde sürdürdü ki, bu da 60 yıla yakın bir zamandı. Dolayısıyla coğrafyamızın acılı dönemlerine gazeteci olarak tanıklık etti. Sadece tanıklık da değil, taraf olarak bedel ödedi.
1972’de Barış Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. 12 Eylül ile “Barış Davası”nda tutuklanıp, dört yıl hapiste yattı.
Kim ne derse desin, toplumsal mücadeleler tarihinde, -“sevapları ve günahları”yla +ilmesi gereken- Onlar yerlerini aldılar. (Her bireyin yaşamında yüzleşmesi gereken konular vardır mutlaka.)
* * * * *
Ve… Eren Keskin’in, “Apê Musa, Musa Amca, çok farklı bir insandı; çok fazla acı çekmiş, yıllarca cezaevinde kalmış, bu nedenle eşinden ve çocuklarından ayrı yaşamaya mahkûm edilmiş… Bu yaşadıklarına rağmen her zaman onun güler yüzlü hâlini görürdük. Her zaman dimdik, umutlu, mutlu, yaşadığı acıları hiçbir zaman karşısındakine hissettirmeyen, çok hoş bir insandı.
Musa Amca çok acı çekti. Hayatı boyunca çok rahat yaşayabilecek insanken, aristokrat bir ailesi olmasına rağmen Kürt hak mücadelesini sonuna kadar sürdürmekte kararlıydı. Bu yüzden rahat bir hayatı seçecekken zor olanı seçti ve Kürdistan hayaliyle yaşamına devam etti,”[7] diye betimlediği O da “Ulusal Demokratik Devrimci” yurtseverdi.
“Demokratik Devrimci” olmak önemlidir; bir adım ilerisi sosyalizme açılan bir güzergâhtır.
“Ben iyi bir solcuyum. İyi de bir Ermeni’yim. Bu ikisi bir araya geldiğinde belasın sen bu ülkede”; “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardık,” diyen Hrant Dink’in de ileri adımları Onu TKP-ML’ye, eşitlikçi-özgürlükçü enternasyonalizme, kardeşleşmeye götürmüştü; şunları söyleterek:
“Ben üç dil biliyorum. Ermenice, Kürtçe ve Türkçe, Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar, Barış içinde yaşıyorlar!”…
“Türkler Ermenilerin, Ermeniler Türklerin doktoru, başka çare yok”…
“Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum”…
“Ermeni kimliğini 1915 mezarlarının arasında aramamak lazım. Ben acımı her gün içimde taşıyorum”…
“Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde”…
“Gelin önce birbirimizi anlayalım. Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim. Gelin önce birbirimizi yaşatalım”…
“Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır”…
“Hiçbir emperyalist ülke, bir milletin kara kaşı, kara gözü için onu kurtarmaya gitmez”…
“Yüz yıl önce Ermeniler bekliyordu İngiliz – Fransız ittifakını. Şimdi Kürtler bekliyor Amerikan – İngiliz ittifakını. Osmanlı topraklarında yüz yıl önce oynanan oyun bu kez Irak topraklarında sahneleniyor”…
“Kim tedavi edecek bizi? Fransız Senatosunun kararı mı? Amerikan Senatosunun kararı mı? Kim reçeteyi verecek, kim bizim doktorumuz? Ermeniler, Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin. Bunun dışında doktor moktor, ilaç, hekim mekim yok. Diyolog tek reçete”…
* * * * *
Hrant Dink, Fransız Komünist Partisi militanı Adıyaman’lı Misak Manuşyan’ın, yoldaşı/ öğrencisiydi.
O, Pantheon’a (Fransa için ölüme gidenlerin toplandığı anıt mezarına) konulan, özgürlük için hayatını vermiş bir “öteki”, bir komünistti. Fransız Komünist Partisinin bir gönüllüsü olarak Manuşyan’ın yolu, kendi ataları ile aynı kaderi yaşayan Yahudiler’le kesişmişti. Osmanlı’daki Ermeni soykırımını “politik desteği”yle organize eden Almanya’nın, Avrupa’daki Yahudileri kırmaya başladığı günlerde Manuşyan, Nazi faşizmine karşı “öteki” komünistlerin sesi olup, mücadele ederken 1944’de katledilmişti.
Misak Manuşyan 1906’da Adıyaman’ın bir köyünde doğmuş. Babası yaşanan çatışmalarda hayatını kaybetmiş, annesi ise “Büyük Kıtlık” zamanında ölmüştü. Yetim kalan dört kardeşin en küçüğü olan Manuşyan’ı bir Kürt ailesi, ağabeyi Garabet ile birlikte yanına almış, Ermenilere yapılan katliamdan kurtulmasını sağlamıştı.
Fransa’da evlendiği eşi Melinee’ye söylediğine göre, Kürt ailesi kendisine damatları olacak gözüyle bakıyormuş. Ermeni katliamının boyutları ortaya çıkınca, Ermeni Kilisesi ve çeşitli yardım kuruluşları bölgeye gelerek, öksüz Ermeni çocuklarını aramışlar. Kürt aile de Manuşyan’ı gelen heyete, istemeyerek de olsa teslim etmişti.
1922’de 16 yaşına gelmiş olan Manuşyan, ağabeyi Garabet ve diğer yetim Ermeni çocukları ile birlikte Suriye’ye getirilmiş, orada üç yıl bir Ermeni yetimhanesinde kaldıktan sonra, 1925’de Fransa’ya gelmiş ve kurşuna dizildiği 1944 yılına kadar da orada yaşamıştır.
Nazi işgalinde Fransa’daki direnişin önemli simalarından biri de Adıyamanlı Manuşyan’dı.
1934’de Fransız Komünist Partisi’ne üye olan Manuşyan direnişte üzerine düşeni yapmakta tereddüt etmez. O, direnişi Ermeniler içinde örgütler. Almanların, Barbarossa harekâtıyla SSCB’yi işgale başladıkları 22 Haziran 1941’de Manuşyan tutuklanır. Fransız polisi Manuşyan’ı Gestapo’ya teslim eder. Üç aylık işkence sürecinde Gestapo, Manuşyan’dan bir bilgi koparamaz. Manuşyan tekrar özgürlüğüne kavuşur.
Direnişin Komutanı Manuşyan, Gestapo tarafından tekrar yakalandığı 15 Kasım 1943’e kadar birçok eyleme katılır. Direnişin planlamasında yer alır. 21 Şubat 1944’de, 21 yoldaşıyla beraber Verliene Tepesi’nde, 38 yaşındayken kurşuna dizilir.
Misak Manuşyan. Kurşuna dizildiği günün sabahında eşi Melinee’ye yazdığı son mektupta: “Gönüllü olarak kurtuluş ordusuna girmiştim. Zafere ve hedefe iki adım kala ölüyorum. Bizden sonra yaşayacaklara ve yarının, özgürlüğünün ve barışın güzelliğini tadacaklara ne mutlu” cümlesiyle, özgürlüğe duyduğu özlemi ve inancı dillendirir.
Misak ve yoldaşları öldürüldükten sonra Nazilerin isteğiyle, kukla Fransız Hükümeti Vichy bir afiş hazırlatır. Grubun önde gelen 10 kişinin fotoğraflarının ve isimlerinin kızıl bir zeminin üzerinde yer aldığı propaganda afişinden binlerce bastırılıp Paris ve ülkenin diğer şehirlerinde duvarlara yapıştırılır. Afişte ‘Bunlar mı Kurtarıcı?’, ‘Cinayet Ordusu ile mi Kurtuluş?’ gibi sorular yer alır. Bu spotlar ile direnişçilerle alay etmeye çalışırlar. Geceleri ise halk, bu afişlerin üzerine ‘Fransa için öldüler’ notunu düşer. Tarihe Kızıl Afiş olarak geçen bu propaganda tekniği, savaş sonrası Fransa’da tarih kitaplarına konu olur. Büyük şair Louis Aragon 1955’de ‘Kızıl Afiş’ şiirini kaleme alır.
* * * * *
Kendisine dair, “Marksizm’i öğrenmeye devam edince anladım ki, bireylerin inandıkları fikirleri yaşamlarına geçirmelerine evet, ama toplumu değiştirmek ve geliştirmek tek başına bireyin yapacağı bir iş değil, örgüt işidir, yani parti işidir.”[8] “Sosyalist doğulmaz sosyalist yaşanır.” “Kurtuluş mücadele ile sağlanır boyun eğerek değil. Kurtuluş tek tek olmayacaktır. Hep birlikte kurtulacağız. Hep birlikte mücadele edeceğiz. Hep birlikte kazanacağız. Selam olsun Türkiye’nin ve dünyanın aydınlık geleceğine,” diyen Behice Boran da, 15 Haziran 1915’de İstanbul Beyazıt meydanında asılan Ermeni Sosyalisti Paramaz (Madteos Sarkisyan)’ın, Adıyamanlı Manuşyan’ın yoldaşıydı; şunları haykırırdı:
“Eğer bir şey yapılacaksa, onu iyi yapmak gerekir”…
“Kişiler hakkında nasıl mı karar vereceksin? Hayatlarına bakarak. Bir insan, yaşadığı hayatın insanıdır”…
“İşçilerin kaybedeceği hiçbir şey yok, kazanacağı çok şey vardır”…
“Kadın hareketi sınıf mücadelesiyle bütünleştirilmelidir”…
“Sosyalistler kendi toplumlarının ve insanlığın tarihinde toplumu ve insanlığı ilerletici, yapıcı, olumlu her şeyin, her başarının, kültür mirasına her katkının, tabii mirasçıları sayarlar kendilerini”…
“İktidar şu partiye değil de, bu partiye sadece oy vermekle gerçekleşmez. İşçi sınıfımızın kendisi iktidara hazırlanmalıdır”…
“İşçi sınıfının mücadele ufku, ücret, ikramiye, kıdem tazminatı, referandum gibi ekonomik sorunlarla sınırlanmamalıdır”…
“İşçi sınıfı bu bilgileri, mücadele deneyimlerini, iktidar için gerekli yetenekleri ancak politik düzeyde örgütlenerek, partileşerek kazanabilir. Kendi bağımsız partisi aracılığıyla ancak iktidar olabilir ve iktidarda kalıp işleri yürütebilir”…
“İşçi sınıfımız, işçi arkadaşlarımız ülkenin iç ve dış politikasıyla, tüm sorunlarıyla, ekonomik, siyasal sorunlardan sağlık, eğitim, sanat sorunlarına kadar tüm sorunlarıyla ilgilenmek, bu konularda bilgi edinmek, bu konulara ilişkin sorunların geçerli çözüm biçimlerini, yöntemlerini öğrenmek ve bu doğrultuda siyasal mücadele vermek durumundadır”…
* * * * *
İsyancı “Demokratik Devrimci”nin sosyalizm yolunu açtığı Fidel Castro da, “Her devrimcinin görevi devrim yapmaktır.” “Devrim için savaşmayana komünist denmez,” kararlılığıyla kötülükleri yerle yeksan etti.
26 Temmuz 1953 tarihindeki Moncada Kışlası Baskını esnasında sayısız devrimci çarpışma ve işkencede hayatını kaybederken, Fidel Castro ve kimi yoldaşları da tutsak düşerler.
Daha sonra salıverilen Fidel bir kez daha mücadele bayrağını yükseltecektir. Moncada Baskını’nın yapıldığı güne istinaden de 26 Temmuz Hareketi olarak tarihe geçen isyan ateşi Küba’yı sarıp sarmalayacaktı.
Batista tiranlığına karşı yürüttükleri savaşın dönüm noktası da büyük çatışmanın ardından 6 Ağustos 1958’de sona eren Sierra Maestra’daki Las Mercedes Muharebesi’nin kazanılması olmuştu. Çatışmalar, ABD tarafından eğitilip donatılmış Batista tiranlık ordusuna karşı savaşan gerilla birliklerinin başkent Havana’ya gireceği 1 Ocak 1959’a kadarki yangın yılları Fidel Castro’nun “Ya Özgürlük Ya Ölüm” mottosuyla sürdü.
Fidel’in belirlemesiyle, “Görkemli olan iki şey vardır, gökyüzündeki güneş ve yeryüzündeki özgürlük” kararlılığı çerçevesinde Tiranlığa başkaldırılırken; “Tek bir mutsuz insan olduğu sürece hiç kimsenin huzur içinde uyumaya hakkı yoktur ve özgürlük ve adalet olmadan mutluluk olamaz” inancıyla var olan tüm kötülük odakları alaşağı edilmişti.
Fidel’in Radyo Rebel’deki konuşmadaki gibi, “Bir gün tüm devrimciler ve tüm askerler savaşmak yerine bir araya gelip konuşabilse, tiranlığın bir anda ortadan kalkacağından ve uzun yıllar sürecek samimi bir barışın başlayacağından kesinlikle eminim” demesini hakikât kılıp o askerleri saflarına çekerek yenilmez denilen Tiranlığı alaşağı ettiler; Fidel’in vurgularındaki üzere:
“Devrim, üzerine gül yaprağı serpilmiş yatak değildir”…
“Beni suçlayabilirsiniz, sorun değil: Tarih beni aklayacaktır”…
“Devrim, geçmiş ile gelecek arasındaki kıyasıya mücadeledir”…
“Biz yenilirsek kalkar yeniden deneriz, diktatörler yenilirse bu onların sonu olur”…
“Gelmiş geçmiş en büyük ahlâksızlık emperyalizm ve kapitalizmdir”…
“Soygun felsefesine son verirseniz, savaş felsefesi de ortadan kalkar”…
“ABD dünyayı politik, ekonomik, teknolojik ve askeri gücüyle yağmalıyor”…
“NATO, askeri bir mafyadır”…
“Yukarı yarımkürenin aşağı yarımküreyi ezmesine küreselleşme denir”…
“Kapitalizm tiksintici vericidir çünkü o savaş, rekabet ve ikiyüzlülük üretir”…
“Yoksulluk problemlerini çözmek için kapitalizmin hiçbir kapasitesi, ahlâkı ve etiği yoktur”…
“Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorundadır?”…
“Amerikalılar şunu anlamıyor: Bizim ülkemiz sadece Küba’dan ibaret değil. Tüm insanlık bizim ülkemiz”…
“Sosyalizmin başarısızlığından bahsediyorlar. Peki kapitalizmin Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki başarısı nerede?”…
“İşçi sınıfı yaratıcı sınıftır. İşçi sınıfı bir ülkede maddi refahın gerektirdiği her şeyi üretir, iktidar işçi sınıfının elinde olmadığı sürece”…
“Altmış gün boyunca açlık grevinde kalarak idealleri uğruna ölme kudretine sahip insanların huzurunda despotların eli ayağı titrer! Bunun yanında, yüzyıllar boyunca insani feda ruhunun simgesi hâline gelen İsa’nın çarmıhtaki üç günü nedir ki?”…
“Eğer sadıksanız ve hareket planınız varsa ne kadar küçük olduğunuzun hiç bir önemi yoktur”…
“Ben bir Marksist Leninist’im ve yaşamımın son anına kadar da böyle kalacağım”…
* * * * *
Fidel Castro’dan söz edip de, “Tek amacım, gittikçe soğuyan bu dünyada üşüyen halkların ısınabileceği, paylaşılan ateşler yakmaktı,” sözünün kendisi olan Ernesto Che Guevara’yı unutmak mümkün mü?
Elbette “Hayır”!
José Saramago’nun, “Che Guevara; deyim yerindeyse, doğumundan önce de vardı ve ölümünden sonra da var olmaya devam ediyor. Çünkü ‘Che Guevara’, insan ruhunda onurlu ve adil olan ne varsa onun adından başkası değildir,” diye betimlediği gerçekti; ardında bıraktıklarıyla:
“Düşlerinin büyüklüğü kadar özgürsün”…
“Peşinden gidecek cesaretin varsa, Bütün hayaller gerçek olabilir”…
“Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun”…
“Dik dur ve gülümse. Bırak neden gülümsediğini merak etsinler”…
“Bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur”…
“Devrimden başka bir hayat yoktur”…
“Bir devrimci başkasına atılan tokadı kendi yüzünde hissedendir”…
“Dayanışma ezilenlerin inceliğidir”…
“Hayat korkakları affetmez.”…
“En kötüsü ne biliyor musun? Kendine yenilmek, pes etmek”…
“Hayatta öyle seçimler yap ki kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin”…
“Belki hiçbir şey yolunda gitmedi; ama hiçbir şeyde beni yolumdan etmedi”…
“Devrimci olduğunu söyleyip devrimci gibi davranmayanlar soytarıdan başka bir şey değildir”…
“Bir insanın yaşayıp yaşamadığını atan nabzından değil, onurlu duruşundan anlarsınız”…
“Bir şeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için, ona delicesine inanmalısınız”…
“Eğer bir gün beni başım eğik görürsen, bil ki başım yere düşmüş birini kaldırmak için eğilmiştir”…
“Ben kurtarıcı değilim, kurtarıcı diye bir şey yoktur, insanlar kendilerini kurtarır”…
“Özgürlüğün en büyük düşmanı, hâlinden memnun olan kölelerdir”…
“Kapitalist bir sistemde insanlar, görünmez bir kafesin içinde yaşarlar”…
“Komünist ahlâk anlayışı olmadan ekonomik bir sosyalizm beni ilgilendirmiyor”…
“İki şeye hakkım var: Özgürlük ve ölüm. Birine sahip olamazsam ötekini isterim, çünkü kimse beni canlı tutsak edemez”…
“Dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarımın üzerinde ölmeyi tercih ederim”…
“Mazlum halkların her zaferi emperyalizmin bağrına saplanmış bir hançerdir”…
* * * * *
Coğrafyamız da belediyeciliğin devrimci praksisi, yerelden merkeze meydan okuyan, devrim(ciliğ)e açılan kapılardan biriydi Fatsa’nın devrimci belediye başkanı Terzi Fikri Sönmez.
Halk komiteleriyle yönettiği ilçeyi sadece dokuz ayda bambaşka bir yer hâline getirdi. Fatsa’da sosyalist bir yönetim kurduğu gerekçesiyle, 12 Eylül Askerî Darbesi’ne giden süreçte Kenan Evren’in yönettiği ‘Nokta Operasyonu’ ile 11 Temmuz 1980’de gözaltına alındı.
‘Terzi Fikri’ darbe koşulları altında işkence görerek tutulduğu Amasya’daki zindanda 4 Mayıs 1985’de 47 yaşındayken yaşamını yitirdiyse de, ölmedi, ölümsüzleşti.
Geçimini terzilikle sağlayordu, 60’lı yılların ortasına sosyalist fikirlerle tanışıp TİP saflarında mücadele ederek, yükselen anti-emperyalist mücadelede ön saflarda yer aldı, 6. Filo’ya karşı eylemlerde Dev-Genç saflarındaydı. 1972’de THKP-C davasında yargılandı. Mahir Çayan ve yoldaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçışı sonrası Karadeniz’e geçmelerine yardımcı olmakla suçlandı. 1974’te afla serbest kaldı. 1978-1979’da ‘Fındıkta Sömürüye Son’ mitinglerini örgütleyen isimlerden biri oldu.
1980 Mayıs-Temmuz ayları arasında 50’nin üzerinde kişinin katledildiği Çorum Katliamı sırasında Sönmez, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel tarafından “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” ifadeleriyle hedef gösterildi. Operasyon öncesi CHP, MSP, AP ilçe başkanlarının açıklamasındaki “Fatsa’da operasyon yapılacak bir şey yok. Huzur içindeyiz” sözleri yeterli olmadı…
Can Yücel’in, “Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya/ O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla/ Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar/ Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından!/ Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını,” dizelerindeki ondan hepimize bıraktıkları kaldı:
“Ya egemenlerin kiralık uşaklığını yapacaktım ve refah içinde yaşayacaktım, ya da halkımın gönüllü hizmetkârlığını yapacaktım ve yoksulluğu, mahpusluğu, işkenceyi hatta ölümü göze alacaktım. Ben, ikincisini tercih ettim”…
“Ben ne yaptıysam halkım için, halkımla birlikte yaptım”…
“Belediyecilik demokrasinin bir sonucu değildir, demokrasi belediyelerde başlar”…
“Belediye’nin aldığı tüm kararlar halkla tartışılmıştır; halkın onayı olmayan hiçbir iş belediye tarafından yapılmamıştır. Tek cümleyle halk belediyede söz ve karar sahibi kılınmıştır. Demokrasinin gereği budur”…
“Beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edildiğim için hiç ama hiç üzüntü duymuyorum. Vatansever olduğumu bugün söylediğim gibi, yirmi beş seneden bu yana her yerde söyledim. Bunun için kavgalara girdim. İşkence gördüm, zindanlara atıldım. Eğer bir ülkede vatan, İsviçre bankalarında gizli hesap defterleri ve Amerikan doları olarak görülüyor ve bu insanlar da yönetimi ellerinde bulunduruyorlarsa vatan için darağaçlarını omuzlayanları elbette ‘vatan haini’ ilan edeceklerdir.”
* * * * *
Bir de 22 Temmuz 1980’de Merter’deki evinin önünde düzenlenen suikast ile katledilen DİSK’in kurucu genel başkanı ve Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler… Türkiye sendika hareketini etkilemiş sendikacı ve cesur, kararlı, inatçı bir insandı.
Biz(ler)e , “Benim mezarımın başına geldiğinizde şiş ve ağlamış gözlerle gelmeyin, işçilerden iyi haberlerle gelin,” diyen o, Kavel grevini, mücadele geleneğini, 15- 16 Haziran’ın mirasını bırakanlardandı.
“Cesur, kararlı, yaratıcı, geleceği gören işçi lideri,”[9] olarak anılan Kemal Türkler, hep çalışan, eve el kadar çocukken bile ekmek getiren, öyle üstünkörü değil ne yapıyorsa layıkıyla yapan, hem kendini, hem işçi sınıfını ayağa kaldıran, baktığı yerden geleceği görebilen, akıl ve zekânın, duygu ve dayanışmanın gücüyle işçi eylemlerinin, direnişlerin, grevlerin beyni, kalbi, kitle önderiydi…
TİP’in kuruculuğuna öncülük yapmış, 1967’de ise DİSK’i kurarak 1977’e kadar genel başkanlık görevini yerine getirmişti. 1965’de TİP’ten milletvekili ve 1977’de CHP’den Çalışma Bakanlığı önerilerini geri çevirmiş “Ben işçileri, sendikayı ve DİSK’i bırakamam” demişti. İşçilerin hakları için atlı polislerin önüne dikilen (1963 Kavel Grevi), “Cesedimi çiğnemeden işçilere dokunamazsınız” diyerek tankların önüne çıkan (1969 Singer İşgali) ödünsüz ve gözü kara bir önderdi. Saraçhane ve Demirdöküm direnişleri, 15-16 Haziran 1970’de yapılan büyük işçi direnişi, 1 Mayıs mitinglerinin coşkuyla kutlanmaya başlanması, DGM direnişi ve Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası’na (MESS) karşı yapılan büyük grevlerde hep o vardı.[10]
Uzlaşmacı, işbirlikçi, işveren destekli sendikal anlayışlara karşı mücadeleyi ilke hâline getiren Kemal Türkler’den,[11] bir sendika başkanının yoktan neyi, nasıl var edebileceğini öğrendi emek tarihi…
Kolay mı?
TİP’in kuruluşu, Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel işçi mitingi olan 1961 Saraçhanebaşı Mitingi, 1963 Kavel Grevi, DİSK’in kuruluşu, 15-16 Haziran 1970 Direnişi, 1976 DGM Direnişi, 1 Mayıs 1976, 1 Mayıs 1977 kutlamaları… daha nice direniş… daha nice kazanım… Onun ve arkadaşlarının eserlerindendir…
Nice gözaltı, nice tutukluluk yaşayan yine odur… İşçinin direnme ve dinlenme hakkını savunan, söke söke alan da…
DİSK’in ideolojisi, işçi sınıfının temel ideolojisi olan sosyalizmdir. DİSK’in yöneticileri de sosyalist kişilerdir” diyen de… DİSK’in sosyalizmi “işçi sınıfının bilimi” olarak savunduğu dönem de Türkler dönemidir…
1954’ten beri Maden-İş’in, 1967’den 1977 sonuna kadar da DİSK’in Genel Başkanı olan Türkler, evinin önünde faşist katiller tarafından 22 Temmuz 1980’de eşinin, kızlarının gözü önünde öldürüldüğünde yaşı 54’tür.
Kemal Türkler, 12 Eylül’e bir buçuk ay kala 22 Temmuz sabahında öldürüldüğünde işçiler işi bırakır, 25 Temmuz 1980’de Türkler, yüz binlerce emekçinin katıldığı bir törenle Topkapı Çamlık Mezarlığı’nda defnedilir. Sennur Sezer, “Kemal Türkler’in Son Sözleridir” adlı şiirini yazar: “Aldandı yeniden/ Beni vuranlar/ Sürü şaşırır yolunu başı yitince/ Sürü değilsiniz ki siz/ İşçisiniz/ Silin gözlerinizi görevdesiniz/ Kitapları öldüremezler/ Alanlarda bizi vuranlar/ Tarihi geriye döndüremezler”
Yıllar geçecek, Avukat Ergin Cinmen, “Kemal Türkler cinayeti davasının zamanaşımından düşürülmesinin Adalet Bakanlığı’nın ve İçişleri Bakanlığı’nın müşterek hizmet kusuru olduğunu belirterek İstanbul İdare Mahkemesi’nde tazminat davası açtım. Müşterek hizmet kusuru, çünkü sanığı 19 yıl yakalayamadılar, 15 yıl da yargılayamadılar, sonunda zamanaşımından davanın düşmesine karar verildi,” diyecekti.[12]
* * * * *
Sonra Türkiye’nin ilk savaş muhabiri Ergin Konuksever. O da bu sıfatı reddetmez. Ama daha çok sevdiği ise farklıdır: “Son süvari!”…
Ergin Konuksever, gazeteciliğin altın kuralı “temas ve mesafe” yi en iyi yerine getirenlerden biriydi. Türk Deniz Kuvvetleri’yle savaşa katılan Konuksever, rejime karşı silahlı mücadele dahil her aşamayı benimseyen 68 Kuşağının da muteber bir gazeteci-abisiydi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ertuğrul Kürkçü gibi isimler arandıkları sırada Ergin Konuksever’e röportaj verebiliyorlardı.
68’lilerle acı-tatlı pek çok anısı vardı. Bunlardan en acısını 12 Mart 1971 Darbesi sonrasında Maltepe Askeri Cezaevi’nde açık görüş günü yaşadı. Ergin Abim “içerde” olan gazeteci İlhan Selçuk’u ziyaret ederken yan masada da Mahir Çayan oturuyordu. Görüş saati biterken ihtiyaçları olup olmadığını sordu gençlere…
Mahir Çayan “burası çok soğuk, kalın bir kazak getirirsen fena olmaz abi” dedi. Ergin Abi üzerindeki üç düğmeli mavi gömlek yaka kazağını çıkartıp Mahir’e verdi. Sonrasını kendisi gözleri nemlenerek şöyle anlatır:
-O kazağı bir daha Mahir’in üzerinde Kızıldere’de gördüm, kan revan içindeydi!..
Deniz’e parkasını, Mahir’e kazağını verdi.[13]
Ve Arif Keskiner, nam-ı diğer “Çiçek Arif” ya da “Komünist Arif”…
1971’de sinemacı olmaya karar verdi ve oldu. Gazeteci, oyuncu, yayınevi müdürü, sinema muhabiri, film yönetmeni ama en çok, en çok film yapımcısı oldu. Dostları için parçalandı. Rengârenk yaşamıyla sayısız sinemacıya ve sanatçıya dokundu.
12 Eylül darbesinden sonra o en yıkıcı faşist dönemde, Yılmaz Güney’in “Umut” filmini, bavulunda Cannes Film Festivali’ne kaçıran da odur.
Cesaretliydi. Vefalıydı. Dostluk ilişkilerine çok önem veren, en dürüst insanlardan biriydi. Bu özellikleri onun örgütçülüğünü de ön plana çıkarıyordu.[14]
Sağlam bir dost, candan insandı.
“TSİP’in filozofu” olarak anılan Hüseyin Hasançebi de öyle; pusulası sınıfsız bir topluma ulaşmaya ayarlıydı daima…
Ya da alçakgönüllü, bilgeliği tarife sığmayan Metin Çulhaoğlu…
* * * * *
Burada durup Yorgo Seferis’in, “Şimdi başarabilecek miyiz kendimizce ölmeyi?”[15] sorusu ile onların Nikola Vaptsarov’dan mülhem “İnanç/ İnancım/ zırhla kaplıdır göğsümde/ ve bu zırha işleyecek/ kurşun/ icat edilmemiştir, henüz!/ icat edilmemiştir,” dizelerindeki düşünce ve duruşun yanıtının altını çizmekle yetiniyorum.
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[1] Ahmed Arif.
[2] Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı, çev: Şeyda Öztürk, Metis Yay., 2020.
[3] Feridun Andaç, “Edward W. Said’in Gösterdiği, Hatırlattığı…”, Cumhuriyet Kitap, No: 1760, 9 Kasım 2023, s.8-9.
[4] Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 2018.
[5] Gökhan Atılgan, “Doğan Avcıoğlu: Devrimci ve Tabu Yıkıcı”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2021, s.2.
[6] Nusret Karaca, “Tıp Doktoru, Gazeteci ve Yazar Erdal Atabek’in Ardından”, İnsancıl Dergisi, No:34, No:408, Temmuz 2024, s.28-29.
[7] Eren Keskin, “Apê Musa”, Yeni Yaşam, 27 Eylül 2023, s.10.
[8] Uğur Mumcu, Bir Uzun Yürüyüş- Behice Boran ile Röportaj, Um:ag Yay., 1993.
[9] Can Kartoğlu, “Cesur, Kararlı, Yaratıcı, Geleceği Gören İşçi Lideri”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:802, 24 Temmuz 2022, s.10.
[10] Okan Toygar, “Türkiye İşçi Sınıfının Unutulmaz Önderi Kemal Türkler”, Birgün, 22 Temmuz 2023, s.10.
[11] Şükran Soner, “Kemal Türkler’in Katledilmesi”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2023, s.11.
[12] Can Şafak, Kemal Türkler Kitabı, Birleşik Metal İşçileri Sendikası-KETEV Yay., 2022.
[13] Nazım Alpman, “Eyvallahı Olmayan Bir Gazeteciydi”, Birgün, 18 Aralık 2022, s.2.
[14] Zeynep Oral, “Baharda Çiçeklere Veda Olmaz”, Cumhuriyet, 14 Mart 2024, s.10.
[15] Yorgo Seferis, Üç Kırmızı Güvercin, çev: Cevat Çapan, Altın Kitaplar, 1971.