“Eğer nefret ettiğimiz insanların da ifade özgürlüğü olması gerektiğine inanmıyorsak ifade özgürlüğüne hiç inanmıyoruz demektir.”[2]
“Düşüncelere işkence edilen bir çağda yaşıyoruz,” diyen James Joyce sonuna kadar haklı.
Bunun kanıtlarından biri de “ifade özgürlüğü”nün askıya alındığı coğrafyamızda Genco Erkal’a (GE) yani parrhesia’ya reva görülenler.
“Hakikâtin söylenmemiş hâlde kaldığı bir hayatın güvencesi altında kalmaktansa, hakikâti söylemek uğruna ölümü göze almak,”[3] olarak da ifade edilmesi mümkün olan Yunanca parrhesia kavramı, “her şeyi söyleme” anlamına gelir.
GE örneği tesadüf değil; Rosa Luxemburg’un, “Eğer bir hükümet ülkenin en aydın insanlarını, muhalefet etmelerini önlemek için hapse atıyorsa, çok zor bir durumda olsa gerek!”
GE “DAVA”SI
Bilmiyor olamazsınız: Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na göre, son beş yılda ifade ve medya özgürlüğünü kullanmak isteyen 2 bin 801 kişi tutuklandı
Raporda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan göreve geldikten sonra “cumhurbaşkanına hakaret” gerekçesiyle açılan soruşturmalardaki artışa dikkat çekildi. Buna göre 2010-2014 arasında bu gerekçeyle başlatılan toplam soruşturma sayısı 2 bin 804, bu soruşturmalar sonucunda açılan kamu davası sayısı 690 iken, Erdoğan’ın görevde olduğu 2015-2019 arasında toplam 128 bin 190 soruşturma ve toplam 27 bin 607 kamu davası açıldı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması sonrasında “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla başlatılan soruşturmalarda yaklaşık 47 kat artış yaşandı.[4]
Bu kapsamda “GE’a da dava açıldı”![5]
Eleştiri oklarını saplamak, yaşadığımız her dönemin yanlışlarını, haksızlıklarını, sömürülerini, çelişkilerini, ortaya koymak için sanatından, tiyatrodan yararlanıyor. Bunu gizli saklı değil, göğsünü gere gere, sadece kendisiyle yarışarak, yıllardır sahneden yapıyor.
12 Mart döneminde ‘Havana Duruşması’, ‘Soruşturma’… Faşizmin ayak sesleri ve savaş tamtamları yükselirken ‘Aslan Asker Şwayk’, ‘Şili’de Av’… Türkiye’de işçi eylemleri sırasında ‘Alpagut Olayı’… Sınıfsal çatışmaları ortaya koymak için ‘Asiye Nasıl Kurtulur’, ‘Ortak’, ‘İkili Oyun’… 12 Eylül karanlığında Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Brecht oyunları… Irak işgalinde ‘Savaş Oyunu’; Marmara depreminden sonra ‘Fay Hattı’… ‘Ilımlı İslâm’ yüceltildiğinde ‘Aymazoğlu ve Kundakçılar’, din adına insan öldürüldüğünde ‘Sivas 93’…
Bunlar ilk akla geliverenlerdir ve adı da politik tiyatrodur; eleştirel tiyatrodur!
“Eleştiri, eleştirel düşünce, toplumsal gelişimin en önemli itici gücüdür. Toplumun olumlu yönde, ileriye doğru, çağdaş evrensel değerler doğrultusunda gelişmesine katkıda bulunur!”[6]
Ancak tüm bunlar “es” geçilmiştir!
Davanın niteliği, konusu ve açılış biçimi hepimize Sokrates’in, “Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa kendi istediğim gibi konuşup ölmeyi yeğlerim,” sözlerini anımsatırken;
Olup da bit(mey)en’i en iyi Martin Luther King’in, “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik her yerdeki adalete tehdittir”; Michel de Montaigne’in, “Adaletin olmadığı yerde ahlâktan bahsedilemez”; Aurelius Augustinus’un, “Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?”; Jacques Derrida’nın, “Adalet, bir imkânsızlık deneyimidir; imkânsızlığın deneyimidir,” saptamaları özetliyordu sanki…
Malûm otoriter gelenekleriyle maruf coğrafyamızda sanatçıların (ve aydınların) doğal yollardan ölümüne pek alışkın değiliz. Bunun yanında bir de, yaşayanları da süründürmek de bâki!
GE’nin başına ge(tiri)lenler bu “lanet”ten bağışık değil…
Kolay mı? Tiyatro için salt oyunculuğunö değil, aynı zamanda sahnenin tüm unsurlarını (yönetmen, çevirmen, yazar, dramaturg) layığıyla kullanarak seksenin üstündeki yaşına rağmen üstün bir performansla çıktı seyircinin karşısına. 1959’da ‘Çöl Faresi’ oyununda başlayan tiyatro yaşamını tam 173 oyunla pekiştirdi. Dahası her yeni oyununun bir öncekinden daha fevkâlâde olması için çaba gösterdi. Zoru başardı da.
Dostlar Tiyatrosu’nu 1969’da kurarak politik tiyatro yapmaya başlayan GE 62 yıllık profesyonel tiyatrocu. 52 yıl boyunca bu tiyatronun sahnesinden seslendi hepimize. Dostlar’ın sahnelediği onlarca oyun yerkürede/ coğrafyamızda; savaşı, adaletsizliği, demokrasiden sapmaları, söz özgürlüğünün yok edilişini, fırsat eşitsizliğini, toplumsal-siyasal baskıları irdeledi/ sergiledi…
Ve elbette GE ve tiyatrosu durmadan cezalandırıldı: Oyunlar basıldı, yasaklandı, turnelere izin verilmedi; polisin yaptığı video çekimleriyle seyircinin gözü korkutuldu. Zaman zaman da savcılığa götürüldü; dahası, yurtdışına çıkması yıllarca yasaklandı. Gezi/ Haziran günlerinden beri Dostlar Tiyatrosu’na devletin “oyun projesi desteği” verilmedi. Turne yapmayı sağlayacak salonların kullanılması engelleniyor…
Özetle Galatasaray İlkokulu’nun ardından ortaöğrenimini Robert Kolej’de, yükseköğrenimini ise İstanbul Üniversitesi’nde tamamlayan O, gerçeği dillendirerek çok önemli şeyleri hayata geçiren bir parrhesia’ydı
Hangi birinden söz etsek? Saymakla bitmez ki… ‘At’ ve ‘Faize Hücum’ filmlerindeki performanslarıyla aldığı Altın Portakal ödüllerinden mi? Can Yücel ve Nâzım Hikmet gibi ölümsüz edebiyatçıların eserlerinden sahneye taşıdığı, oyunlaştırdığı şiirlerden mi, metinlerden mi?
68 Hareketi diye tanımlanan olgunun altında yatan köklü değişim, hâlâ “tiyatronun altın çağı” olarak anılan 60’lı yıllarda sahneye doğrudan taşınmıştı. Aklıma gelen örnekler: AST (Ankara Sanat Tiyatrosu), Halk Oyuncuları ve tabii GE ile Dostlar Tiyatrosu’ydu.
‘Bir Delinin Hatıra Defteri’, ‘Durdurun Dünyayı İnecek Var’, ‘Rosenbergler Ölmemeli’, ‘Havana Duruşması’ ve işçi sınıfı mücadelesini sahneye taşıyan Alpagut Olayı o dönemden bir çırpıda aklıma gelen diğer oyunlardır.[7] Müthiş şeylerdi…
Burada bir parantez açıp, hatırlatmadan geçmeyelim: İlkokulda sınıfın ikincisi olduğunda babası niçin birinci olmadığını sormuş, O da hep en iyi olmaya çalışmıştı. Okul yılları süresince tiyatroyla olan yakın ilişkisi sürdüğünden Genco üniversitede de tiyatro okumak istemiş ama babası “Hayır’ demiş! Psikoloji okumasına ise karşı çıkmamış ki, bu eğitim kendisine tiyatroda da çok yararlı olmuştu.[8]
Böylesi bir güzergâhta Karaca Tiyatrosu’nda Kenterler’le geçirdiği yılları bir konservatuvar eğitimi olarak değerlendiren O; Asaf Çiyiltepe’nin kurduğu ve ‘Aslan Asker Şvayk’la tanındığı Arena Tiyatrosu’na önem verirdi. Sonra da yıldızı daha da parladığı Bertolt Brecht’le ilk buluşması AST’ta olmuştu ‘Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi’nde…
Ardından da Madımak Katliamı’nı belgelerle ele aldığı, ilk yazdığı oyun olan ‘Sivas 93’…
Küçük Sahne’de oynandığı ‘Şili’de Av’, ‘Sabotaj Oyunu’, ‘Gün Dönerken’ İstanbul’da ve turnelerde türlü saldırılara, yargılamalara, sorgulamalara yol açar… Tabii ki ‘Azizname’ ve Vasıf Öngören’in yazmış olduğu ‘Asiye Nasıl Kurtulur’ da saldırılardan nasiplenirler.
Kalbi hep tiyatroda çarpmaktadır.
Nâzım Hikmet’i hayatının ayrı bir faslı olarak değerlendiren O; 1975’de Nâzım Hikmet’in şiirlerinden oluşturduğu ‘Kerem Gibi’, ardından da Mehmet Ulusoy’un uyarlayıp yönettiği ‘Sevdalı Bulut’la karşımızdadır.
O kadar çok oyun, o kadar çok olay vardı ki; ‘Marx’ın Dönüşü’, ‘Galileo’, ‘Simyacı’, ‘Analık Davası’, ‘Ben Bertolt Brecht…’ gibi…[9]
Kim ne derse desin; “Sanat dünyamızın seçkin bir aydını ve tiyatro dünyamızın unutulmaz simgesi”dir O…[10]
Hatırlayın: “Gülriz Sururi, ‘Tiyatro hakikâten âşık olmadan yapılacak bir meslek değildir’ demişti. Türkiye’den bu saptamayı doğrulayacak birkaç örnek say deseler, ilk aklıma gelen isimlerden biri GE olur”du.[11]
Çünkü “O, hiçbir zaman gerçek anlamıyla sanatın gücünü kullanan bir tiyatroyu ayakta tutmanın gündelik popülist söylemlere, isimlere, ‘star sistemine’ dayanmadığını bildi. Ve bunu sanatta ışığı hiç sönmeyen bir yıldız olarak kalmayı başararak yaptı.”[12]
Bunlar böyleyken; “Tiyatromuzun yaşayan bu en seçkin emekçisini el üstünde tutacağımıza cezalandırmaya çalışıyoruz. GE’ın beş yıl önce yaptığı kimi sosyal medya paylaşımları ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’ savıyla ihbar edilmiş. Sanatçı, bir vatandaş olarak eleştiri yaptığını, düşüncelerini ifade ederken ‘mizah’ kullanabileceğini ama sanatçı olarak tiyatro ile hakareti bağdaştırmasının söz konusu olamayacağını, bu nedenle de sosyal medya paylaşımlarında da böyle bir yola başvurmayacağını pek çok kez söyledi. Savcılığın hazırladığı iddianame mahkeme tarafından kabul edilirse, GE, 4 yıl 8 aya kadar hapis cezası istemiyle yargılanacakmış. Tiyatro tarihimizin yaşayan en seçkin sanatçısı olan GE’ı, kimi sosyal medya paylaşımlarında suç öğeleri arayarak yıpratmaya çalışmak, eskilerin deyişiyle ‘abesle iştigal’ (boş şeylerle uğraşmak) değil de nedir…”[13]
“Ne yapmış o”? Bu sorunun, kim olduğu belli olmayan muhbirlerin ihbarı/ jurnali dışında somut bir yanıtı yok…
GE sanatçı olmanın farkındalığıyla ülkemizin sorunlarına duyarsız kalmayıp Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onaylamadığı davranışlarıyla ilgili attığı tweetler yüzünden hapis cezası ile karşı karşıya.
Sosyal medya üzerinden ikisi 2016, biri 2020’de paylaştığı üç tweet nedeniyle, “cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla savcılık tarafından hakkında 4 yıl 8 aya kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırlanan O; müthiş bir “absürt”lükle karşı karşıya!
Absürt, çünkü coğrafyamızda “Özgür düşüncenin gümrük denetçileri” giderek çoğalmaktalar. Bilindiği gibi Victor Hugo ‘Cromwell’e Giriş’te kullanmıştır “Düşüncenin gümrük memurları” tanımını, özgürlük ile düşünce özgürlüğü arasındaki kopmaz bağdan söz ederken…
Komedyanın ustası Aristophanes değil midir, şu sözleri eden: “Söz insan düşüncesinin kanadıdır/ insanı sözdür yücelere çıkaran…”
Tüm sanatlarda düşünce özgürlüğünün siyasal ve toplumsal çekişmelerin odak noktalarından birini oluşturduğunu görürüz zaten. Dolayısıyla insan onuruna, insan haklarına, özgür düşünceye saygılı, bilinçli ve aydınlık bir eleştirel güç, baskıcı yönetimlerin ve onların çizgisinden gidenlerin tüm gayretlerine rağmen bastırılamamıştır. Bastırılamayacaktır da.
Kaldı ki usta, 2021’in Nisan ayındaki savcılık ifadesinde de şunları söylemişti: “Ben 60 yıldır politik tiyatrolar yaparım. Mesleğimi icra ederken dünyada ve ülkemizde gördüğüm haksızlıkları, baskıları, adaletsizliği ve bağnazlığı eleştiriyorum. Bu nedenle askeri ve sivil tutucu iktidarlar benim bu faaliyetlerimden dolayı hep rahatsız olmuşlardır. Bu konularda birçok kez yargılandım ve aklandım. Bunu mesleğimin bir parçası olarak görüyorum. Ben hakaretin hiçbir şeye çözüm olmayacağını düşünürüm. Hiçbir zaman hakaret yoluna başvurmam. Bunu kendime yakıştırmam. Evet, ben Cumhurbaşkanlığı sistemine, çevre katliamına, laik bir ülkede sürekli din olgusunun siyasi malzeme olarak kullanılmasına, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına, insanların düşünceleri nedeniyle hapis yatmasına, yoksulları daha da yoksul kılan bu düzene karşıyım. Buna ilişkin görüşlerimi de eleştiri sınırları içerisinde aktarıyorum. Paylaşımlarımda suç unsuru yoktur.”[14]
Özetle “Onu mahkeme koridorlarında beklerken, mahkeme salonlarında ifade verirken değil bir oyun finalinde elini göğsüne koymuş, tevazu içinde seyirciyi selamlarken alkışlamak yakışır hepimize.”[15]
DÜŞÜNCEYİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
Emma Goldman’ın, “Bütün dünya, insanlığa zulüm ve iftirayla yüz yüze yaşamış, kendi hakları ve insanlığın özgür ve sınırsız ifade hakkı için savaşan kahramanlar çıkarmıştı,” saptamasıyla müsemma GE örneğinin bir kere daha teyit ettiği üzere ifade özgürlüğü tehdit altındadır.
İfade özgürlüğü Soren Kierkegaard’in, “İnsanlar nadiren kullandıkları düşünce özgürlüğüne telafi olarak konuşma özgürlüğü talep ederler,” ifadesindeki üzere sadece konuşmak değildir.
İfade özgürlüğü Susan Sontag’ın, “Düşünceler, hayatın hizasını bozuyor”; Albert Camus’nün, “Cellatların tarafında olmamak, düşünen insanların işidir”; Honore de Balzac’ın, “Bir kelimenin insanın hayatını değiştirdiği çok görülmüştür”; Cengiz Aytmatov’un, “Ölümsüz olan düşüncedir, fikirdir. Ve bu fikirler insandan insana geçer,” diye tarif ettikleri şeydir!
Ancak bu kadar da değil!
Meseleye ilişkin olarak Immanuel Kant, “Ne var ki her yandan ‘Düşünmeyin aklınızı kullanmayın’ diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, ‘Düşünme, eğitimini yap’, maliyeci ‘Düşünme, vergini öde’, din adamı ‘Düşünme, inan’ diyorlar”; Sigmund Freud, “ “Düşünebilen herkesin insan olması, insan olan herkesin düşünebildiği manasına gelmiyor ne yazık ki,” diye uyarırlarken; “İnsanın eleştiri hakkı olabilmesi için, bir gerçeğe inanması gerekir. Siz neye inanıyorsunuz?”[16] sorusu da yanıtlanmalıdır; “Eleştiriden korkuyorsan bir şey söyleme, bir şey yapma, bir şey olma!” notundaki üzere Elbert Hubbard’ın…
Malûm; ifade, eleştiri bir olay, durum ya da kişi hakkında fikir ve düşünce beyan etmektir. Yorum ise bir konu hakkında yeterince anlaşılamayan ya da anlaşılmadığı düşünülen yönlerin ayrıntılı bir ifade ile izahını sağlamaktır. Eleştiri herhangi bir kişiyi, eseri, olayı ve konuyu enine boyuna derinlemesine her yönü ile incelemek ve belirli kriterlere göre ölçmek, değerlendirmek, doğru ve yanlış yanlarını sergilemek amacıyla ortaya konulan görüş ve düşüncelerdir.
En doğal olabilecek şeyleri ifade etmenin bile yasak olduğu bugünlerde, her şey rağmen, ifade özgürlüğünü uzlaştırmak ve zararsızlığa sığınmak GE örneğindeki üzere mümkün değildir, olmamalıdır! Çünkü düşünceyi ifade özgürlüğü uzlaşmacı olamaz ya da uzlaşı düşünceyi ifadenin başlangıcı olamaz…
Malûm; bir rejim, insanları kul köle yapmak istiyorsa elbette “ifade özgürlüğü”nü tehlikeli ilan edecektir!
Çünkü özgür düşünce sorar; tartışır; ifade ve itiraz eder. Seçme, seçim yapma hakkını özgürce kullanır; egemen sınıfın dayatmalarına, hukuk(suzluk)una, dogmalara biat etmez!
SINIF HUKUK(SUZLUĞ)U
Bunlar böyle olunca da düşünceyi özgürce ifadenin önüne egemen sınıfın hukuk(suzluğ)u dikilir.
Thomas More’un, “Kendi rahatını sağlamaya çalışırken başkasını rahatından etmek adaletsizliğin ta kendisidir,”[17] vurgusuyla eklediği gibi:
“Kralların şanlı egemenliği altında, adalet dediğimiz ya metelik etmeyen aşağılık bir şeydir ya da iki çeşit adalet vardır yeryüzünde: Biri yaya giden, yerlerde sürünen, sağa sola sapmasın diye birçok bağla sıkı sıkı bağlanan yoksul halka uygulanan zavallı adalet; öteki de canının istediğini yapanlara, yasalarla sınırlanmayanlara, yüksek mevkide olanlara uygun pek şahane bir adalet.”[18]
“Bu da ne” mi?
“Adalet, mevcut ekonomik ilişkilerin kâh tutucu, kâh devrimci bakış açılarından ideolojileştirilmiş yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey değildir.”[19]
İlaveten bir şey daha: “… ‘Hukuk devletiyle’ demokrasi arasında bir özdeşlik olduğu söyleniyor. Birincisi, ‘hukuk devleti’ söyleminin bir karşılığı yok; ikincisi, hukuk devleti eşittir demokrasi diye bir şey de yok! Kapitalizmin geçerli olduğu modern zamanlarda egemen sınıf olan burjuvazinin yönetme pratiğine demokrasi deniyor!”[20]
Özetin özeti: Suçu egemen yapının hazırlayıp; bireyin işlemek zorunda kaldığı sınıflı-sömürücü tabloda “Hak yerde kalmaz” genellemesine fazla itibar edilmemeli.
Bir devletin baskılarının artmasıyla birlikte yasaları da çoğalırken; ücretli kölelik sisteminde suçluları yaratan yasalar, onları cezalandıran yasalardan daha çoktur.
Ayrıca unutmamalı: “Asılan hırsız değil, yakalanandır,” der bir Çek Atasözü.
Evet, egemen yasalar, örümcek ağları gibidir; zayıfları yakalar, güçlüler deler geçerken; zulmün en berbat şekli ve kaldıracıdır.[21]
Malûm, “Kuvvet kimdeyse o hâkimdir,” diyen Jean-Jacques Rousseau hepimizi uyarır: “Yasama, yürütme yargı iç içe geçmişse, özgürlükler garantide değilse, anayasa yok demektir.”
Hukuk düşman ilan edilip, ötekileştirilen “düşman”la ilgili bir şey olunca, Nazi Hukuk(suzluğ)unun peşin hükümlülüğü boy verir. Irk, mensubiyet, iltisak, istihbarat, ihbar, söylenti, emare, şüphe… Hüküm, yargılama başladığında çoktan verilmiştir. Yargıcın ödevi, hukukun olağan bir şekilde işlediğini göstermek üzere kanıt yaratmaktır: Duruşma salonları, iddianameler, yargıçlar, dava dosyaları, tanık beyanları… Hukuk, rejimin işlediği cinayetlerin suç aletlerini saklamanın aracı hâline gelmiştir.
Nazi Hukuk(suzluğ)unun zihinlerde yarattığı ortalama imge, acımasız yasaların yapılması ve uygulanmasıdır. Hukukun mahiyeti hakkındaki felsefi tartışmalarda bile mesele hep aynı noktaya gelip dayanır: Kötü, adaletsiz, haksız yasalar yasa kabul edilecek midir?
Otoriter yönetimler genellikle Nazi Hukuk(suzluğ)unun teorisyeni Carl Schmitt’in izinden gider, bir tehditten, “beka” sorunundan söz ederken, de facto sürekli hâle getirilen “istisnanın”, “olağanüstü hâlin” de peşine düşerler; ve burada tartışılması gereken sınıf hukuk(suzluğ)udur; başka bir şey değil.
Sakın ola görmezden gelmeyin: “İyi burjuva demokrasileri”nde(?) “primus inter pares/ eşitler arasında önde gelen” diye tanımlanan hukuk, hiçbir zaman, gerçekte devlet mekanizmasının (sınıf diktatörlüğünün) dışında yer almadı! Sadece “bağımsız gibi durdu”![22]
Franz Kafka’nın, “Bir sürü boş şey arasında adalet kaybolup gidiyor! Ortada hiçbir şey yokken, mahkeme bir suç yaratıyor,” saptamasının altını çizerek devam edelim: Malatya’da gerçekleştirilen ‘Kapitalizm ve Paternalizm Kıskacında Çocuk’ konulu sempozyumda konuşan Cumhuriyet Savcısı Kurtuluş Tayanç Çalışır, dünyada var olan suçların kapitalist sistemin bir sonucu olduğunu belirtirken;[23] “Toplumdaki kötülükler yasalarla, özellikle de katı cezalarla ortadan kaldırılamaz. Önemli olan; kötülüklerin doğmasına sebep olan sosyo-ekonomik sorunlara bir çözüm getirmektir. Örneğin; hırsızları idam etmek hem haksız, hem de yararsız bir cezalandırılmadır. Bu şekilde cezaları uygulayan yargıçlar, suça sebep olan koşulları öldürmek yerine, suça bulaşmak zorunda kalan insanları öldürerek bir adalet dağıtıcısı değil, cellat olmaktadır. Hırsızlara ağır cezalar vermek yerine, toplumun bütün kesimlerine eşit yaşam koşulları sağlasak ve kimse kellesi pahasına çalmasa daha iyi olmaz mı?”[24] diye ekler Thomas More de…
O hâlde egemen hukuk(suzluk)un iktidarın her türlü hırs ve açgözlülüğünün silahı hâline dönüştüğü tabloda Jack London’ın, “Bütün bu kitaplar bana ne öğretir bilir misiniz? Yasa başka şey, hak, adalet başka şey,” tespiti doğrultusunda ekleyelim:
Max Stirner’in, “Devlet kendi şiddetine ‘hukuk’, bireyinkine ise ‘suç’ adını verir”…
P. İ. Stuçka’nın, “Hukuk, egemen sınıfın çıkarlarıyla örtüşen ve onun sistematik şiddetini/iktidarını muhafaza eden bir toplumsal ilişkiler sistemi ya da düzenidir”…
Steve Best’in, “Bizim için yazılmadı ki yasalar; özgür olmamızı engellemek için, olduğumuz yerde kalmamız için yazıldı.” “Yasalar insanları korumaz, sistemi korur”…
Anatole France’ın, “Hukuk, o görkemli eşitçiliğiyle köprü altında yatmayı, dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksula da zengine de yasaklar,” derler hukukun sınıfsallığı meselesinde…
“HER ŞEYİ SÖYLEME” YANİ PARRHESIA
GE gibi tüm parrhesia’lar da sınıf hukuk(suzluk)unca “ceza”landırılırlar!
Bunda “şaşırtıcı” bir şey yoktur. Çünkü “Düşünme ancak, yüzyıllardır yüceltilmiş olan aklın, düşüncenin en dik başlı düşmanı olduğunu öğrendiğimiz zaman başlar,” der Martin Heidegger; parrhesia bunu öğretir…
“Düşünmek gerek, ama başkalarının aklıyla değil, kendi aklınla düşüneceksin,” der Henri Barbusse; işlevi budur parrhesia’nın…
“Düşünenler özgürdür, boyun eğenler değil,”[25] der Eduardo Galeano; parrhesia tam da budur…
“Mevcut koşulların kötülüğünü fark eden her kimse, onları ifşa etmek için sesini yükseltmek ve böylece insanların gözlerini açmakla görevlidir,” der Johann Most; parrhesia tam da bunu yapar…
Evet, Grekçe bir sözcük olan parrhesia “her şeyi söyleme” anlamına gelir. Aslında diğer taraftan da parrhesia’yı “açıksözlülük, doğruyu söyleme, hakikât cesareti ve konuşma özgürlüğü” olarak da okuyabiliriz. Günümüz dünyasında parrhesia’yı kullanmak sadece cesaret değil aynı zamanda bedel de ister; GE vb’leri gibi,…
Biliyoruz ki hakikâti söylemek her zaman kolay olmamıştır; hakikâti dile getirenlerin neleri göze aldığını tarihten binlerce örneğiyle biliyoruz.
Hakikâti söylemenin neden sorun hâline getirildiğine dikkat çeken Michel Foucault parrhesia’yı şöyle formüle eder: “Parrhesia bir anlamda ‘aşağıdan’ gelip ‘yukarı’ yönelir. Bu nedenle bir Yunan, bir çocuğu eleştiren bir öğretmen ya da bir babanın parrhesia kullandığını söylemeyecektir. Ancak bir filozof bir tiranı eleştirdiğinde, bir vatandaş bir çoğunluğu eleştirdiğinde ya da bir öğrenci öğretmenini eleştirdiğinde parrhesia kullanılmış olabilir.”[26]
Ona göre, dürüst olmayı elden bırakmadan hakikâtle belirli bir ilişki kurmak, aynı zamanda tehlike yoluyla kişinin kendi hayatıyla bağ kurması, eleştiri ile de kendisi ve diğer insanlarla ilişkilenmesi olarak; özgür bir şekilde bir ödevi yerine getirme etkinliği olarak sözel bir etkinlik türüdür parrhesia. O hâlde doğal bir etkinlik olduğu için hiçbir biçime sığmaz. İşte bu hiçbir yere sığmamanın özgül hâli belirli bir ahlâki kuraldır da.
John Locke’un ifadesiyle “Hukuk’un bittiği yerde tiranlık başlar”sa da; hakikâti söylemek bir ödevdir. Bu ödev insan(lık) gündeminin baş maddesi olmaya devam ediyorken; günümüzde gerçeği söylemenin özgürlüğü ile her türlü bedeli göze alanların varlığı, belki de bu mirasın ne olursa olsun devam ettiğinin göstergesidir. Émile Zola’nın, “Gerçeği susturup yeraltına gömseniz bile büyüyecektir. Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramaz,” deyişindeki üzere…
Nihayet Joseph Roux’nun, “Karşıt düşünceye yer vermeyen devlet düşünceye, dolayısıyla insana değer vermiyor demektir,” biçiminde tarif ettiği tabloda diyeceklerimizi toparlarsak parrhesia:
“Özgür ve mutlu bir insan olmak neden tuhaf olsun! Böyle bir istek duymak ne müthiş bir buluş, ne de göz kamaştırıcı bir kahramanlıktır. Asıl tuhaf olan, bu isteği duymayan insanların var olması,”[27] satırlarıyla Nikolay Gavriloviç Çernişevskiy’nin anlattığıdır.
Akademisyen, antropolog, yazar, çevirmen, aktivist. 1956 yılında İstanbul’da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’ya giderek, üç yıl süresince Fransa’da dil ve Paris VII ve Paris Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü’ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun; 1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasını da aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun’un çok sayıda çeviri ve telif eseri bulunmaktadır. Telif eserlerinin çoğu Temel demirer ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır.
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[1] İnsancıl Dergisi, Yıl:32, No:377, Aralık 2021…
[2] Noam Chomsky.
[3] Michel Foucault, Söylem ve Hakikât, çev: Kerem Eksen-Murat Erşen, Ayrıntı Yay., 2021, s.79
[4] Pelin Ünker, “TİHV: İhlâller Kurala Dönüştü”, 27 Ekim 2021… https://www.dw.com/tr/tihv-ihlaller-kurala-d%C3%B6n%C3%BC%C5%9Ft%C3%BC-i%C5%9Fkence-sorunu-derinle%C5%9Fiyor/a-59643665
[5] “Genco Erkal’a Dava Açıldı”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2021, s.9.
[6] Zeynep Oral, “Eleştiriyi Hakaret Sanmak”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2021, s.15.
[7] Ayşegül Yüksel, “Güneşin Sofrasında. Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni”, Kırmızı Kedi Yay., 2019.
[8] Yazgülü Aldoğan, “Genco Erkal’ın Otobiyografik Belgeseli”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2021, s.10.
[9] Dikmen Gürün, “Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam: Genco”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2021, s.13.
[10] Evin İlyasoğlu, “Genco İçin Bir Belgesel”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2021, s.13.
[11] Ayşe Emel Mesci, “Artık Yeter…”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2021, s.13.
[12] Eren Aysan, “Genco Erkal Türkiye’dir”, Birgün, 26 Ağustos 2021, s.15.
[13] Ayşegül Yüksel, “Genco Erkal’ı Rahat Bıraksanız…”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2021, s.13.
[14] Dikmen Gürün, “Özgür Düşüncenin Gümrük Denetçileri”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2021, s.10.
[15] Burhan Şeşen, “Yargılamak Değil Alkışlamak Yakışır”, Birgün, 27 Ağustos 2021, s.15.
[16] Maksim Gorki, Benim Üniversitelerim, çev: Hasan Ali Ediz, Yordam Yay., 2018, s.38.
[17] Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s.81.
[18] yage, s.80.
[19] Friedrich Engels, Konut Sorunu, çev: Güneş Özdural, Sol Yay., 1992.
[20] Fikret Başkaya, “Hukuk Devleti mi? Devlet Hukuku mu?”, Yeni Yaşam, 4 Haziran 2019, s.10.
[21] “Kanun nedir diye sorsan bahçevana/ Güneştir der sana/ Güneştir benim efendim/ Oldum bittim.
Celallenir yatalak dede,/ Kanun eskilerin hikmetidir diye/ Üste çıkar büyük oğlan ne demek/ Kanun demek gençlik demek
Hocafendi alır önüne cahilleri/ Kanun diye başlar vaaz/ Kanun kitabın söylediği/ Kanun namaz niyaz.
Kanun der hâkim burnu havada/ Açık açık teker teker konuşur/ Kanun … hani anlatmıştım ya/ Kanun, bilirsiniz a canım/ Kanun… bakın anlatayım bir daha/ Kanun kanundur.
Ötede kanun sayar bilgini dinlersin/ Kanun ne yanlışmış ne doğruymuş dersin/ Kanun şu yerde şu vakit cezalanan/ Cinayetlermiş dersin/ Kanun her yerde her an/ Kanun sabah şerifler hayırlı olsun/ Allah rahatlık versin/ Kimi der ki alınyazısı
O bizim devletimizdir der bazısı/ Kimi şöyle der kimi böyle/ Kanun nedir ki
Kanun… uçtu gitti.” (İngiliz Şair ve Yazar W. H. Auden’in (1907-1973) “Kanun” şiiri, çev: Melih Cevdet Anday.) Ayrıca bkz: Duncan Kennedy, Modern Hukukun Kaderi, çev: A. Zeynep Yıldırım, Dost Kitapevi, 2017; Turgay Olcayto, “Kanun”, Evrensel, 30 Ekim 2019, s.11; İbrahim Ö. Kaboğlu, “… ‘Hak, Hukuk, Adalet’ = Eylem + Fikir + Yasa”, Birgün, 10 Ekim 2019, s.9; Özdemir İnce, “Magna Carta Libertatum”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2020, s.3; Hüseyin Ersöz, “Hukuku Strasbourg’da Aramak Zorunda mıyız?”, Cumhuriyet, 12 Mart 2020, s.2; Beyhan Güler, “Hukuk, Yalan ve Yüzleşme Üzerine”, Cumhuriyet, 5 Mart 2020, s.2; Hasan Kılıç, “Savunma Susturulamaz”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2020, s.2; Hamdi Yaver Aktan, “Adil Yargılanma Hakkı ve Bir Öneri”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2019, s.2; Alev Coşkun, “Hukukun Üstünlüğü ve Demokrasi”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2019, s.2; Tennur Koyuncuoğlu, “Avukatsız Adalet Olmaz!”, Milliyet, 6 Nisan 2013, s.26; A. Ülkü Azrak, “Başı Örtülü Adalet-1”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2013, s.2.
[22] Tedbir devletinin hukuk kurallarıyla bir derdi tasası ya da artık moda olan tabirle “iltisakı” yoktur. Norm devleti ise (içeriklerinden bağımsız olarak) var olan hukuk kurallarına uymaya gayret etme durumunu anlatır. Yani “Önlem devletinden, hukuki güvencelerle sınırlanmamış kısıtsız keyfilik ve şiddetin egemen olduğu bir sistemi anlıyorum; ‘norm devletinden’, yürütmenin yasalar ve mahkeme kararları ve idari işlemlerinde ifadesini bulduğu şekliyle hukuk düzenini ayakta tutmaya dönük geniş egemenlik salahiyetleriyle donatılmış bir hükümet sistemini anlıyorum.” (Ernst Fraenkel, Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, çev: Tanıl Bora, İletişim Yay., 2020.)
[23] “Taş Atmak, Özgürlüğü Kısıtlanan Bireyin Dışa Vurumudur”, Evrensel, 30 Kasım 2014… http://www.evrensel.net/haber/98609/tas-atmak-ozgurlugu-kisitlanan-bireyin-disa-vurumudur
[24] Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006.
[25] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.336.
[26] Michel Foucault, Söylem ve Hakikât, çev: Kerem Eksen-Murat Erşen, Ayrıntı Yay., 2021.
[27] Nikolay Gavriloviç Çernişevskiy, Nasıl Yapmalı?, 1. Cilt, çev: Mazlum Beyhan, Evrensel Basım Yay., 2008.