Merkez Bankası (MB) bugünkü toplantısında politika faizi olan 1 haftalık repo ihale faizini 475 baz puan artırarak, geçen ay artırdığı Geç Likitide Penceresi faizinin 25 baz puan üzerine çıkarmış oldu.
Bir kerede sert bir faiz artışı bilançoları sarsmamak saikiyle pek mümkün olmasa da faizi kademeli olarak tahvil faizinin Dolar‘ı geri çevirecek kadar ve mevduat faizinin Dolar mevduatlarının TL mevduatına dönmesini sağlayacak kadar ve kredi faizinin de hanehalkının kredi talebini kısacak kadar artırması gerekir. Bu sayede dolarizasyona, ondan kaynaklı kurdaki artışın tetiklediği enflasyona ve düşük kredi oranının tetiklediği ithalat talebine ket vurulabilsin.
Bir önceki yazıda talepteki artışın enflasyonu tetiklemesinin, ekonomideki hakim sektörlerin talep ve maliyet yapısına bağlı olduğunu vurguladım. Bu yazıda da enflasyonu ve işsizliği düşük, finansal istikrarı korumaya yönelik bir iktisat politikasını tartışacağım.
Türkiye’nin 2001 krizi sonrası kurduğu ekonomi politikası, 90’li yıllardaki Kürt savaşı ve ondan beslenen yolsuzluklardan dolayı yüksek olan bütçe açığına ve yüksek enflasyona karşı şekillenmişti. Dalgalı kur rejimi sayesinde Batı ile olan faiz farkının ve AB reformlarının oluşturduğu güven ortamının desteği ile Dolar düşürülürken artan ithalattan edinilen dolaylı vergi geliri bütçe açığını düşürdü. Bütçe açığı düştüğünden, bütçe açığını düşürmeye yönelik talebi esnek olmayan ürünlere (benzin, tütün, alkol, ekmek, şeker vb) zamlara ihtiyaç duyulmadı ve enflasyon da dizginlendi. Dolayısıyla cari açık ile tasarruf açığı arasında ilişki kurulmasına sebep olan aşağıdaki grafikte eksik olan, tasarruf dengesi ile cari denge farkına denk düşen, bütçe dengesi (ABD için bkz).
Bu grafiğe bakıp Türkiye yurtdışından, tasarruf açığı olduğu için borçlanıyor sanılıyor fakat aslında dışardan sermaye malı, hammadde ve ara malı ithal ettiği için ve bunu karşılayacak kadar ihracat yapamadığı için borçlanıyor. Bankalar yurtdışından borç bulup bunu içerde kredi olarak dağıttılar, değil. Bankalar önce krediyi yoktan yaratıp verdiler, sonrasında iki sebeple döviz ihtiyacı ortaya çıktı: 1) O kredilerle yapılan ithalatın döviz karşılığının ödenmesi için 2) Kredi verildiğinde yaratılan mevduat, başka finansal ürünlere (döviz, altın, tahvil, hisse senedi vs) dönüştüğünde artan kredi-mevduat oranına mukabil ortaya çıkan bankaların likitide ihtiyacını döviz ucuz ve yurtdışı faizler içerdekinden düşük olduğu için yurtdışında uluslararası bankalar arası piyasada borçlanarak karşıladıklarından.
Evet, döviz düşük iken cari açık yüksek oldu Türkiye‘de, fakat bu, dövizin yükseldiğinde kendiliğinden cari fazla verileceği anlamına gelmiyor. Türkiye’nin şuanki dış ticaretin ürün kompozisyonundan ötürü yüksek kur düzeyi, ithalatı düşürücü, ihracatı artırıcı olmaktan uzak çünkü 1) ihracat yapmak için aramalı ve sermaye malı ithal etmek zorunda 2) ithal edilen birçok nihai tüketim malının içerde üretilen alternatifi suan yok ve bunlar fiyat esnekliği düşük ürünler. O nedenle orta-uzun vadede ihracat ve ithalat ürün kompozisyonunu değiştirecek yapısal bir dönüşüme ihtiyaç var ve bu da aktif bir kamu maliye politikası gerektiriyor.
İstihdamı ve karları destekleyecek türden kamu yatırımları, talebi güdüleyerek özel sektörde yatırımı ve dolayısıyla yeni firmaların kuruluşunu tetikleyecektir. Bu da rekabetçi bir piyasayı ve dolayısıyla verimlilik artışını beraberinde getirecektir. Kamu harcamalarının kesilmesi ve talebin kısılması ise, birçok firmanın iflasına ve dolayısıyla tekelleşmede artışa ve verimlilik düşüşüne sebep olacaktır. Verimlilik artışı ise enflasyon tehlikesini baskılayacaktır. Bir diğer önemli sonuç, kamu harcamalarıyla piyasada vergilendirilecek gelir artacağından bütçe açığı sanıldığının aksine yüksek olmayacaktır. Tam tersine, aşağıdaki grafikte görüleceği üzere, ABD’de kamu harcamaları içinde yatırım ve istihdamın payı düştükçe bütçe açığı büyümektedir. Kamu istihdamının, kamuda çalışanların tüketim harcamaları yoluyla özel sektör istihdamını ve maaşlarını da destekleyici etkisi olacaktır. Son yıllarda işsizliğin yüksek seyretmesinde ve maaşların baskılanmasında kamu istihdamının kesilmesinin katkısı büyük. Sağlık, ulaşım ve eğitim gibi aslen bir hak olan ve talebi esnek olmayan ürünlerin ücretsiz kılınması veya en azından fiyatlarının düşürülmesi sayesinde de diğer tüketim ürünlerine olan talep ve istihdam canlandırılabilir. İstihdamın güçlü olması, reel ücretlerin artışını verimlilik artışı ile aynı düzeyde sağladıkça emeğin GSMH’dan aldığı payın düşmesine ket vuracaktır.
İşsizlikle ilgili öncelikle işsizliği düşürmenin tek başına yeterli olmadığını; yeniden yükselmemesini, çok oynak olmamasını sağlayacak kurumsal ve hukuki düzenlemeler gerektiğini vurgulamalı. Güçlü ve erişimi kolay bir işsizlik sigortası da, işsizlik durumunda talebin sert düşmesini engellediği ölçüde, işsizliğin extra işsizliğe sebep olmasını engelleyecektir.
Aşağıdaki grafik ülkelerin 2006-2019 arası üç aylık işsizlik oranları farklarının varyansını gösteriyor. Japonya ve Almanya’nın düşük olmasının arkasında, emek gücünün sektör- ve firma-spesifik yetenekli olması yatıyor (bkz. Varieties of Capitalism). Bu durumda yeni alınan işçinin eğitiminden ve eğitim ve işçi bulma süresinin nispeten uzun olmasından kaynaklı işçi değiştirme maliyeti (turnover cost) yüksek olacağından firmalar hemen işçi çıkarmayı göze almazlar kolayca. Bununla bağlantılı bir diğer sebep, bu iki ülkede üretim sermaye-yoğun olduğundan, talep artışına üretim artışıyla karşılık verilirken, talep düşüşüne fiyat düşüşüyle karşılık verilir daha çok. Türkiye gibi emek-yoğun üretimde ise talep artışına fiyat artışı, talep düşüşüne üretim düşüşü ile cevap veriliyor. O nedenle durgunluk, kriz dönemlerinde Türkiye’de ve benzeri ülkelerde işsizlik daha çok artarken, bu iki ülkede deflasyon daha baskın durum oluyor.
Hem verimlilik artışının talebin tetiklediği enflasyon riskini bastırması hem de talep düşüşüne işten çıkarmalarla karşılık verilmemesi için, firmaların artan talebi üretim artışıyla karşılayacağı bir üretim yapısının olması, yani sermaye-yoğun sektörlerin baskın olması gerekiyor. Dış ticaret kompozisyonunu da değiştirme yönündeki bu tür sektörel yapısal dönüşümler, demokratik devletin öncülüğünü ve koordinatörlüğünü gerektiriyor. Böyle bir sektörel dönüşüm olmadan da kamu yatırımları yoluyla büyüme mümkün elbette fakat olası bir krizde yine işsizliğin sert yükseldiği, talep artışında fiyatların görece daha hızla arttığı durum devam eder.
Peki bu türden kamu harcamaları bütçe açığına ve bu yüzden faizlerin ve enflasyonun yükselmesine sebep olmaz mı? Anaakım iktisatçılara göre, evet…
Anaakım yaklaşıma göre faiz artışı, yatırımları da kısar. Oysa firmaların kredi talepleri, hanehalkları gibi faize çok duyarlı değildir, çünkü firmalar yatırımla edindikleri karı banka mevduatına koyduklarında mevduat faizi edinirler. Dolayısıyla faiz maliyeti firma için kredi faizi ile mevduat faizi arasındaki farktır: 22%-20%= 6%-4%=2%. Ayrıca faiz maliyetleri, firmaların toplam maliyetleri içinde 5% gibi düşük bir paya sahiptir. Daha önemlisi, yatırım kararlarının ana belirleyeni, talep düzeyidir; arz tarafındaki maliyetlerin (maaş, faiz, vergi vs) düşüşü değil. Faizleri düşük tutmanın, finansal varlıkların fiyatlarını şişirerek finanşallaşmaya, yani finansal ürünlerden kar yapmaya yönelttiği bir deneyimden sonra, görece yüksek faizin alternatif maliyet üzerinden reel yatırımı caydıracağı iddiası da geçerliliğini yitiriyor- çünkü firmalar finansal varlıklardan kar beklentileri reel yatırımdan edinecekleri kar beklentilerinden daha yüksekse finansal yatırımı tercih ederler.
Bütçe açığının, enflasyona sebep olmaması için vergi gelirlerinin büyük kısmının dolaylı vergilerden değil, direkt vergilerden ve üst gelir grubundan oluşması gerekir ki, bütçe açığını talebi esnek olmayan ürünlere (çay, şeker, benzin, tütün, alkol) zam yoluyla kapatma girişimi enflasyona sebep olmasın. Vergi gelir kompzisyonu değişmezse, kamu harcamalarının pozitif etkileri yeterli düzeyde güçlü olmayacaktır çünkü tüketim eğilimi daha yüksek olan ve dolayısıyla istihdam ve talebin büyük kısmını teşekkül eden orta ve alt gelir grubunun elinde harcanabilir gelir yeterli düzeyde artmayacaktır vergi gelirlerinin 60%‘dan fazlasının dolaylı vergilerle edinildiği bu durumda.
Enflasyon yüksek olmazsa, pozitif reel faiz sunmak saikiyle 90’lardaki gibi faizler de yüksek olmayacaktır. Fakat daha önemlisi bütçe açığı ile faiz arasında direkt bir ilişki yok çünkü faiz oranı MB tarafından dışsal olarak belirlenir, piyasada kredi arzı ve talebi dengesi tarafından içsel olarak değil. ABD ve birçok Batı ülkesinin son yıllardaki performansları buna güçlü kanıt teşkil ediyor. (Bir sonraki yazıda faizin neden piyasada kredi arzı ve talebi tarafından içsel olarak değil, MB tarafından dışsal olarak belirlendiğini daha ayrıntılı tartışacağım.)
Kamu borcunun sürdürülebilirliği açısından önemli olan, büyüme oranının tahvil faizlerinin üzerinde olması. İhalelerdeki tahvil faiz oranı da kredi faiz oranı gibi, temel olarak MB’nin politika faiz oranı (1 haftalık repo ihale faiz oranı) tarafından belirlendiğinden, faiz oranının büyüme oranının altında kalmaya devam etmesi için bankaların verdiği kredilerle yaratılan mevduatların, mevduat olarak kalabilmeleri, diğer finansal ürünlere (döviz, altın, tahvil, hisse senedi) pek dönüşmemeleri; dönüştüğünde ise ortaya çıkan bankacılık sektörünün likidite ihtiyacının MB tarafından karşılanması gerekir. Öte yandan, Dolar‘ın ülkeyi terketmesinin yada yurttaşın Dolar‘a yönelmesinin önüne geçecek güven sağlayan politikaların uygulanması gerekir ki, Dolar‘a yönelim durumunda faizler artırılmak zorunda kalınmasın.
Öte yandan, kamu yatırımları ve harcamaları sadece faizlerin üzerinde bir büyüme oranını desteklemekle kalmaz aynı zamanda bu harcamalar alt-orta kesimin gelirini ve dolayısıyla harcamalarını destekleyici ise, mevduatlar mal ve hizmet piyasasında sirkule olur ve diğer finansal ürünlere dönüşme eğilimi göstermezler. Fakat eşitsizliğin yüksek ve dolayısıyla talebin zayıf olduğu bir durumda, reel yatırım ve istihdam düşük olacağından, üst gelir grubunun yüksek tasarrufları finansal ürünlere akacağından bankacılık sektörünün karşılacağı likidite ihtiyacı, eğer MB tarafından karşılan(a)mazsa mevduat ve dolayısıyla kredi faizleri üzerinde baskı kurar.
Kamu harcamasının ve yatırımlarının kısıldığı son yıllarda, kamu borcunun düşmesine mukabil geliri baskılanan alt-orta kesim hanehalkının borcu yükseldi, ardından vergilendirilecek gelir düştüğünden kamu da borçlanmak durumunda kaldı. Dolayısıyla sürdürülemeyen borç, alt ve orta gelir grubundaki hanehalkının, gelirleri baskılandığı için üstlendiği borçtur, çünkü onların edindikleri borçlarla yaptıkları tüketim harcamaları, kamu ve firmaların yatırım harcamaları gibi geri dönen, kendi kendini finanse eden harcamalar değil.
Özetle, dış ticaretin ürün kompozisyonunu ve üretimin yapısını sermaye-yoğun yönünde dönüştürecek, büyümeyi ve istihdamı destekleyecek kamu yatırımları; bunların etkili olması için vergi gelirlerinin daha çok dolaylı değil direkt vergilerden teşekkül etmesi; büyüme oranının altında olan fakat dolarizasyona izin vermeyen bir faiz oranı ve stabil ve güçlü talep için ücretlerin artmasından oluşan yeniden bölüşümcü bir ekonomi politikası setine ihtiyaç var. Tüm bunların demokratik ve özgürlükçü bir siyasi ortamla mümkün olduğu ise malum.
1983 Newroz’unda Elbistan’ın Sevdilli köyünde dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra, ÖSYM bursuyla girdiği Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans lisans eğitimini 2011‘de tamamladı. Türkiye’nin AB’ye üye olacağını, demokratikleşeceğini sandığı lisans döneminde sivil toplum aktivitelerine katıldı; çeşitli gazetelerde yorum yazıları yayınladı. Eski dindar çalışma arkadaşlarının değişen tavırları üzerine, bu çabalarının işe yaramayacağını, aksine Türkiye’nin diktatörlüğe evrileceğini düşünüp 2012‘de ülkeden çıkma kararı aldı. Akdeniz Üniversitesi ve Hamburg Üniversitesi’nin ortak Avrupa Çalışmaları yüksek lisans programını DAAD bursuyla Mayıs 2014‘te tamamladı. Ekim 2014 – Ekim 2017 arasında Hamburg Üniversitesi Sosyal Ekonomi departmanında „finansallaşma, maaş eşitsizliği ve tekelleşme“ başlıklı, uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış 3 makaleden oluşan doktora tezini tamamladı; araştırma görevlisi olarak „Büyüme ve Bölüşüm“ ve „Ekonomiye Giriş“ derslerini verdi. Rostock Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma görevlisi olarak Finans ve İktisat Politikası, Dağıtım ve Rekabet, ve Endüstriyel İktisat derslerini verdi. İktisadın Post-Keynesyen ekolüne yakındır, politik olarak liberal-solcudur. Eşitsizlik, finans ve iktisat politikası temel araştırma konularıdır.