
Baştan söyleyeyim, bu yoldaşça bir eleştiri. Yoksa başkanın sosyalistliğinden zerre şüphe duyuyor değilim. Erkan Baş’ın yazdığı Yaşamak İçin Sosyalizm kitabı aslında nefis bir başlık. Fakat içinde pek az sosyalizm çok fazla kapitalizm eleştirisi var. Kapitalizm kötü, tamam eyvallah da neden sosyalizm? sorusuyla hesaplaşmaktan – ki aslında reel sosyalizmi savunmaktan- kitap boyunca kaçınıyor Erkan yoldaş. Kitabın tek bir yerinde konuya girer gibi oluyor ama ortalama bir soruya kötü bir cevap veriyor: “Sosyalizmin somut çözüm önerileri gelince hemen ezberlenmiş karşı propaganda argümanları devreye sokuluyor. Örneğin işsizliği çözmenin mümkün olduğunu anlattığınız anda hemen gelecek yanıt belli: Yaratıcılık azalır, verim düşer” denecek, itibar etmeyin. (…) Spordan bir örnek vereyim. Sosyalizmin yetiştirdiği Ukraynalı eski atlet Sergey Bubka’nın sırıkla atlamada 35 dünya rekoru bulunuyor.” sf:37-38
Yapma be başkan! Ne alakası var! Karşı taraf yaratıcılık azalır, verim düşer derken herhalde sporu kastetmiyordu!
Savunduğunuz bir düşüncenin hakikat karşısında sağlamlığını sınayacaksanız, karşınıza en güçlü, en vurucu eleştiriyi almalısınız. Ancak Erkan yoldaşta – hatta Barış Atay’da da -özellikle reel sosyalizm söz konusu olduğunda genel bir sakınma görüyorum: mesela canlı yayın programlarında, “peki dünyada başarılı olmuş bir sosyalizm örneği var mı?” diye sorulduğunda (Candaş Tolga Işık’ın programında bu soruldu) “elbette mesela Sovyetler Birliği, Çin” diyememekte, “en kötü sosyalizm bile kapitalizmden iyidir ama biz en kötüsüne razı olmayacağız” gibi kaçamak bir yanıt vererek, sosyalizmi savunmaktan çekinen bir sosyalist durumuna düşmektedir! Son zamanlarda Türkiye İşçi Partisi’nin sosyalizme ön yargılı, onu demode gören, her düşünceden insan için bir cazibe merkezi haline gelmesi, başkanda bir ürkütmeme tavrına yol açmış gibi görünmektedir. Örnek olsun, bana atılan bir tweter mesajı: “(…) doğrudan sosyalizm talep etmeyen büyük çoğunluk olduğunu düşünüyorum Tip’te. Ben dahil. Demode.”

Ancak dünyada bu güne kadar kurulan yirminin üzerinde sosyalist ülkenin tamamını başarısız sayıp ama biz başaracağız anlamına gelen bu sakınganlığın absürdlüğü de ortadadır…
Peki bu korkuya gerek var mı? Hâlâ yenilginin etkilerini atamadık mı üzerimizden? Kitlelere reel sosyalizm pratiklerini savunamayacak durumda mıyız?
Burada, artısıyla eksisiyle ekonomik modelini tüm dünyadaki sosyalist ülkelerin taklit ettiği özellikle Sovyet iktisadının aşamalarını derinlemesine analiz etmeye çalışacağım. Yazıma geçmişte Görüş21’de yayımladığım “Sosyalizm ve Piyasa” makalesinde ki sosyalizm eleştirisini baz alarak başlıyorum. Ancak bu, o yazıdan hemen hemen tamamen farklı başka bir yazı olacak. Ve ey okuyucu, “Sosyalist İktisadın Sorunları” gibi bir başlık sana korkutucu geldiyse sakın endişelenme. Çünkü bu satırların yazarı bir iktisatçı değil. Bu yüzden de yazı hem anlaşılır olacak hem de hiç sıkıcı olmayacak. Başlık sakın gözünü korkutmasın…
ABD’de Boston’da ekonomi okumuş bir arkadaşım geçenlerde sosyal medyada şunları paylaştı:
“Ekonomide önemli olan, sadece belli bir malın en hızlı ve ucuz üretimi değildir! O üretimin verimliliğidir. En az onun kadar önemli olan, üreticinin /girişimcinin insanların öncelikli ve tercihli isteklerine göre talebi olan malları üretmeleridir ki, bu sosyalizmde imkansızdır!
Üretim tek başına sanıldığı kadar kutsal, iyi bir şey değildir! Bir çok şeyin ve hizmetin üretimi, fiziki ve biyolojik kaynakların yok edilmesini, zarara uğramasını, yıpranmasını gerektirir. Bu nedenle, üretim maliyeti ve onun hasarları, ancak ona değecek ölçüde bir talep varsa anlamlı olacaktır!
Peki, o ürünün hizmetin üretilmesi kararını kim vermelidir?
Sosyalizmde; Moskova’da devlet dairesinde oturan tıfıl bürokratlar, planlamacılar! Çok karmaşık ekonometrik matematik modellemelerle, hangi ürünün ne kadar, ne biçimde üretileceğine komünist bürokrasi ve parti elitleri karar verecektir!-Bunları kafadan uydurmuyoruz dersini aldık Boston’da!
Sorun şu ki, en zeki bilgili teknisyen, alim vs grubu bile, asla binlerce aktörün olduğu piyasayla başedemez!
Sosyalizm daima piyasaya karşı yeniktir!
Sosyalizm tamamen başarısız mıdır? Her konuda ve koşulda?
Asla! Sakın küçümsemeyin!
Sovyetler birliği komünizmi sonuna kadar denemiş her fedakârlığı yapmış bir ülkedir! Yürümediyse asla Rusların değil, komünizmin suçudur!
Sosyalizmin çok önemli ve özgün bir yeteneği vardır;
“Mass mobilisation!” – kitleleri harekete geçirebilme!
Tarihin gördüğü en acımasız mekanik ve merkeziyetçi diktatörlük olmasının avantajı, mobilizasyondur!
Herkesi istediği işe koşturur. İtiraz eden anında yok edilir!
Sosyalizm, kitlelere hesap verme dersi olmadığı için, büyük acıları ve zayiatları göze alıp, kısa zamanda herkesi okur yazar yapabilir, kadın erkek herkesi silah altına alabilir, zayiata bakmadan ölümüne savaştırabilir, halkını bırakıp uzaya roket gönderebilir, tank yapabilir!
Sosyalizm üretimin planlanabildiği ve kontrol edilebildiği, odaklanmak gerektiren teknik, endüstriyel bir çok projeyi başarabilir ve başardı da!
Ama sosyalizm asla bireyleri mutlu edemez!
Basit, toplu hedeflere uygundur! Bireysel tatmine doğası yabancıdır.
Sosyalizm uzaya gemi gönderebilir. Ama halkı memnun edecek traş makinesi, tv, buzdolabı kıyafet vs üretemez, sunamaz!
Neden? Çünkü sivil tüketim nihai ürün sözkonusu olduğunda serbest ve rekabet piyasası gerekir de ondan! Piyasa kedi ekran arkası ışık pixelleri gibidir! Piyasa dev bir elektronik veya nöron ağ gibidir! Milyonlarca milyarlarca sinyali alıcı satıcı üretici arasında taşır! Bu inanılmaz sistem sayesinde, neyin nasıl ne zaman kaça üretileceği kısa sürede belli olur.
Piyasamız üretim “zonta” dır! Kaba, çirkin, kullanışsız!
Sosyalizm tv üretemez mi? Üretir, en babasını da üretebilir zorlayarak!
Sosyalizm ne yapamaz? Halkın ne kadarının hangi ebad, hangi ek özelliklerle, hangi kasa ile tv istediğini bilemez!
Sosyalizm piyasa körüdür, sağırıdır. Gerçek talebi algılayamaz! Doğası böyledir!”
Erkan Baş’ın yaklaşımı bazı Marksist iktisatçıların yaklaşımına benziyor. Çünkü özellikle Batı Avrupa Marksistleri, reel sosyalizmi yaşamış hiçbir ülkeyi sosyalist saymadıkları için bu eleştirileri üzerlerine almazlar! Ancak sosyalistler böyle yaparak islamcıların “gerçek islam bu değil” söylevini “gerçek sosyalizm bu değil” diyerek bu şekilde tekrarlamış olmuyorlar mı!
Yalnız yukarıdaki şu eleştiriye özellikle dikkat çekmek istiyorum: “Sovyetler birliği komünizmi sonuna kadar denemiş, her fedakârlığı yapmış bir ülkedir! Yürümediyse asla Rusların değil, komünizmin suçudur!” Yani yazara göre tersine asıl suçlu Marks’tır, sakın reel sosyalizm iktisadını – ki burada kastedilen Sovyet iktisadı- Marksist olmamakla suçlamaya kalkmayın diyor. Yürüyüp yürümediğini burada tartışacağız ama bunun dışında ben de bu yaklaşımı benimsiyorum: Sovyet iktisadı sosyalist iktisattır. Kaldı ki reel sosyalizm pratiğinin yaşanıp sona erdiği koşullarda tutup da yeniden ve yeniden hipotetik Marksist iktisada geri dönmek ne kadar anlamlı olabilir?..
Bugün üretici güçlerin gelişme düzeyi Marx-Engels dönemine göre karşılaştırılamayacak kadar ileridedir. Tarihsel koşullara göre belirlenen ve yüz elli yıl öncesine göre artmış ve çeşitlenmiş asgari ihtiyaçlar bile, üretici güçlerin bugünkü gelişim düzeyinde fazlasıyla karşılanabilecek durumdadır. Bunun birinci sebebi artık kapitalizm sermaye birikimini muazzam derecede biriktirmiş ve bu “yarışta” özellikle kalite ve çeşitlilik anlamında reel sosyalist ülkeleri geride bırakmasıdır. Sosyalist ülkeler ise her ne kadar doğrudan işçiler tarafından yönetilmeseler de yine de sosyalist kabul edilmelidir. Çünkü sosyalizmin alameti farikası olan üretim araçlarının özel mülkiyeti tüm “sosyalist” ülkelerde toplumsallaştırılmıştır ve planlı ekonomi vardır. Bizzat Marx’ın yaşadığı – mesela Maksim Gorki’nin “Ana” romanında anlatılan- kapitalizm artık yoktur. Marksist iktisatçılar ne kadar yok saymaya çalışsalar da artık hareket noktamız reel sosyalizm pratikleri olmalıdır. Üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı planlı ekonomiyle yani reel sosyalizmle kapitalizm bir süre beraber yaşadı. İşte Marks bunu öngörmemişti! Tek ülkede sosyalizm zaten teoriye göre olanaklı değildi ama zaten 2. Dünya Savaşından sonra artık dünyanın 5’de biri sosyalist oldu. Dolayısıyla “ideal” koşullarda sosyalist ekonominin nasıl olabileceğinin anlatıldığı klasik Marksist ekonomiye geri dönmek artık anlamlı değildir! Çünkü belli ki o “ideal” koşullar asla var olmayacaktır! Yani reel sosyalizme yönelik eleştirileri yok saymamalı, bunlarla hesaplaşmalıyız.
İkinci olarak Marksist teoriyi tamamen yanlışlayan iki önemli pratik görünmektedir:
1) Marks’ın Atüt (Asya Tipi Üretim) saydığı ve sosyalistler iktidara gelse dahi asla sosyalizmi kuramazlar, çünkü ülkenin çoğunluğu köylü ve ne sermaye birikimi, ne gelişmiş kapitalizm ne alt ne de üst yapı var, dediği özellikle Çin ve Sovyetler Birliği ekonomik anlamda büyük oranda sosyalizmi kurmayı başarmışken,
2) Teoriye göre ağır gelişmiş sanayisi, sermaye birikimi, kurulu alt ve üst yapısıyla Çekoslovakya sosyalizme en uygun ülke olmasına karşın fabrikalar kamulaştırıldıktan sonra üretim tepetaklak olmuş, ekonomi bozulmuş, fabrikalar zarar etmeye başlamıştır! Prag Baharının asıl gerekçesi buydu.
Olmaması gereken yerde olmuş, olması gereken yerde olmamıştır…
Şimdi aşama aşama yazıyı analiz edelim:
“(Sosyalizm) Herkesi istediği işe koşturur. İtiraz eden anında yok edilir!”
Arkadaş Boston’da okumuş ve ona profesörü böyle anlatmış! Hakikaten de Amerikalılar aynen böyle inanıyor ve böyle sanıyorlar! Halbuki Sovyetler Birliği’ni derinlemesine incelediğimizde çok başka bir manzarayla karşılaşırız. Türkiye’de Sovyet sanayileşmesini, ekonomik yapısını, her yönüyle doğrudan doğruya Sovyet kaynaklarından incelemiş olan ve bana göre hâlâ Türkiye’nin tek Sovyetoloğu olan Yalçın Küçük, “Sosyalist Açıdan Ekonomi Politik, Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Kuruluşu” adlı iktisat kitabında – ki bu kitabı ilk kez İngiltere’de ingilizce doktora tezi olarak yazmıştır- şunları yazıyor: “Sovyet ekonomisinin, hızlı sanayileşme ile birlikte ve 1930 yıllarının başından itibaren işgücü darlığı içinde yaşadığını hep hatırda tutmak gerekiyor. Hatırlaması biraz zor oluyor. Çünkü sovyetologlar ve Batı sosyal bilimi Sovyet sanayileşmesini hep bir işgücü bolluğu içinde algılamaya ve algılatmaya çalıştılar. Kesinlikle gerçeğin tam tersidir. Sovyet sanayisi köylerden işçi devşirmek zorunda kalıyor ve köyden yeni gelmiş fabrika işçisi bir fabrikadan diğerine dolaşıyor. Çünkü işgücü sıkıntısı çeken işletme yöneticileri birbirinin işçisini “kandırmaya” çalışıyor. Mujik ideolojisinden kurtulması için yeteri kadar zaman geçmemiş olan yeni işçi de (daha fazla para kazanmak için) bir fabrikadan diğerine geçmekte hiçbir sakınca görmüyor. Sovyetler Birliği’nde yarım veya çeyrek yıl süresinde işgücü hacminin en az %30-40’ı değişmeyen pek az işletme bulursunuz.” sf:77
Yani kuruluş süresinde “işçi esareti” üzerine ciltler yazmış ve büyümeyi tamamen bununla açıklamaya çalışmış yabancı “bilim” adamlarının aksine başlangıçta Sovyetler’de işçinin “aşırı özgürlüğü” söz konusudur. Bu problemle ilgili Stalin’in rahatsızlığını dile getirdiği onlarca konuşması vardır. Köyden işçi devşirildiğinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bir problemdir bu. Buna Rusça’da “Tekuçest” yani (işgücü) dalgalanması deniyor. Şimdi soralım: İtiraz eden anında yok ediliyorsa fabrikalarda kim çalışacak ki zaten insan açığı var. Ayrıca zorla çalışmayla yüksek verimli üretim sağlanamadığı defalarca gösterilmiştir. Mısır’da piramitlerde çalışan köleler bile firavunu Tanrı gördükleri için aslında gönüllü, yani inanarak çalışıyorlardı. Dünyada köle emeğinin verimli olduğunu gösteren tek örnek yoktur. Hele Gulag çalışma kampları sayesinde bu verimin alındığı iddiaları tamamen gülünçtür. Gulagları görüş21’deki Cengiz Aytmatov, Stalin ve Lenin’in mozolesi başlıklı makalemde ayrıntılı anlatmıştım.
Çok kısaca Gulaglar açık cezaevidir, yani insanların dört duvar arasında kaldığı, dikenli tellerle çevrili bir çalışma kampı değildir! Sibirya gibi soğuk, kuzey bölgelerinde çalışacak insan bulamayan Sovyet devleti şöyle bir çözüm yoluna gitti: Mahkumlar ya normal cezaevlerine gidecekler ya da Gulagları tercih edecekler ama cezaları belli oranda düşecekti. Çalışmaları karşılığında para alacaklar, sürüldükleri köylerde kadınlı erkekli evlerde kalacaklardı. Gulag mahkumları, Beyaz Rusya Deniz Kanalı gibi muazzam işlere imza atsalar da (Maksim Gorki editörlüğünde kolektif olarak Sovyet yazarlar bunun öyküsünü anlatan bir kitap yazdılar) daha sonra Beria’nın da itiraf ettiği gibi Gulaglar kâr etmeyen müesseselerdi. Mesela 30’lu yıllarda İngiliz işçi sınıfına ücretsiz sağlık hizmeti verilmezken Gulag mahkumlarına tahsis edilmiş ücretsiz hastaneler vardı! Gulaglar, Nazi kampları değildir! Ama zarar eden Gulag sistemi 50’lerin başında fesh edildi
Yani herkesi istediği işe koşturup yüksek verim alınabilen bir dünya yoktur! Kaldı ki Sovyetler Birliği yüksek büyümeyi yüksek teknolojiyle sağlamış, mujiklerden tekniker, yarı mühendis ve mühendis ordusu yaratmıştır. (Çevirisini yaptığım Koçetov’un Jurbinler romanı bu süreci çok iyi anlatır.) Ama hepsinden önemlisi kitleleri sosyalizme, ileride daha iyi yaşayacaklarına inandırmasıdır. Sovyetler bunu başarmıştır:
“Sovyet vatandaşları iki yıl öncesine kadar rüyasını bile görmeye cesaret edemedikleri şeylerin, bugün, kendilerine söz verildiği gibi, burada ve hizmetlerinde olduğunu görüyor. Ve Moskovalı, bahçesine çok şey ekmiş ve şimdi, bugün neyin çiçek açtığını gören bir bahçıvan gibi marketlerine giriyor. (…) Moskovalılar, nasıl ki Leningrad’a giden trenin şu saatte kalktığını biliyorsa, iki yıl içinde istedikleri gibi, istedikleri miktarda elbiseye ve on yıl içinde istedikleri gibi bir eve sahip olacaklarını da biliyor.” (Lion Feuchtwanger, Moskova 1937, sf:21-22)
Bu gerçekleşemedi çünkü Nazi orduları o tarihten 4 yıl sonra Sovyetler Birliği’ne girdi! Başka bir dünyanın böylesine baş döndürücü bir hızla ilerlemesi kapitalist dünyayı dehşete düşürmüştü! Sonuç: 14 milyonu sivil olmak üzere 27 milyon kayıp. Ancak savaşta da muazzam mucizelere yaşandı. Batı’daki fabrikalar civatasına kadar sökülerek demiryolları üzerinden doğuya, güvenli bölgelere nakledildi ve yeniden kuruldu. Dünyada ilk kez tüm Sovyetler’i gezen mobil yirminin üzerinde hastane trenler devreye sokuldu. Vera Panova bunun kitabını yazdı…
“Sosyalizmin çok önemli ve özgün bir yeteneği vardır;
‘Mass mobilisation!’ – kitleleri harekete geçirebilme!
Tarihin gördüğü en acımasız mekanik ve merkeziyetçi diktatörlük olmasının avantajı, mobilizasyondur!”
Sosyalizmin kitleleri harekete geçirme gücü olduğu doğrudur. Bunun baş nedeni sosyalizm bireylerden sorumluluk ve yönetime aktif katılım talep eder. Herkes işin bir ucundan tutmalıdır. Başka türlü kalkınma olmaz. Ayrıca yokluğun, açlığın kol gezdiği koşullarda kitleler demokrasi değil, öncelikle güçlü yönetim ister. Ülke 1. dünya savaşından çıkmıştı ve sonrasındaki iç savaşta 14 milyon insan ölmüştü. Ülke açlıktan kırılıyordu ve tamamen harabe halindeydi. Kuruluşta vidalar çok sıkılmak zorundaydı, ama zaten bunu talep eden kitlelerdi. Toplumsal bir rıza üretimi olmadan hangi sistem başarılı olabilir?
“Sovyetler Birliği eğer Batı Avrupalı anlamında bir parlamanter demokrasiye geçseydi, şimdi ulaştığına asla ulaşamazdı. Parlamento ve basın tarafından sürekli saldırıya uğrayan ve seçim sonuçlarına bağımlı bir hükümet bu inşayı olanaklı kılan zahmetleri halka zorlayamazdı.” (Lion Feuchtwanger, Moskova 1937, sf:62-63)
Liberallerin bir türlü kabullenemediği gerçek, kitlelerin sosyalizme inancıydı ama katlanamadıkları daha da büyük gerçek, kitlelerin Stalin’e inanmış olmasıydı! Ama bir insan olarak Stalin’den çok, onun varlığında ete kemiğe bürünen sosyalist devlete. Stalin’i yaratan kitlelerdi. Stalin’de vücut bulan şey kitlelerin talep ettiği ya da görmek istediği liderdi. Gerçekten de bunu anlamak çok kolay değildir:
“Neyseler ve neye sahiplerse, hepsini Stalin’e borçlu olduklarına inanıyorlar gerçekten. Stalin’in ilahlaştırılması Batılı insanlara ne kadar garip ve yer yer itici gelse de, bunun yapay ya da yapmacık olduğunu gösteren bir ize hiçbir yerde rastlamadım. (…) Yani bu ölçüsüz yüceltme, yalnızca tekil adam Stalin’e değil, gözle görülür bir şekilde başarılmış iktisadi inşanın temsilcisine. Halk “Stalin” diyor ve artan ilerlemeyi, artan eğitimi kastediyor. Halk “Stalin’i seviyoruz” diyor ve bunun onun ekonomik koşullarla, sosyalizmle, rejimle hemfikir olmasının en saf, en doğal ifadesini buluyor. (Lion Feuchtwanger, Moskova 1937, sf:65-66)
“Ben Stalin’le hiç tanışmadım, onun ne kardeşiyim, ne dünürü. Yüzünü bir kez partide, bizim merkez komitede gördüm. Halkımız da ben ne gördüysem onu gördü. O sadece bir şahsiyet değildir. Ben “Stalin için!” diye bağırdım fakat kimin için mücadele ettim? Parti için, komünizm için, halk için…” (Yerşov Kardeşler, Koçetov, 1957)
Sıkı bir antistalinist olan ve Stalin’i bir “cani” olarak gören Anthony Barnett bile şunu yazmaktan kendini alamaz:
“Onu sevmişlerdi. Stalin bir başarıydı. Köylülük, muhalifleri ve Hitler karşısında zaferler kazandı. Zafere giden yolda herşeyi ezip geçerken belki milyonlarca insan öldü. Yaşayanlarsa kurdular. Ölüm oranının yanı sıra, ekonomik bakımdan müthiş bir büyüme oranı onun gözetiminde gerçekleşti. Stalin’in bıraktığı miras, Hruşçov’un canlılığına, hatta selefini suçlarken ki canlılığına bile katkıda bulunan bir dinamizme sahipti. (…) Formel olarak demokratik olmayabilirdi ama kitle tabanı vardı ve sonuna kadar da ezici çoğunluğun sadakatine dayandı. İşin içindeki tezat, bir kişi olarak cani olan Stalin’in kişiliğinde temsil ettiği şeyin bir Hitler’inki gibi soykırımcı caniliği olmayışıydı. Hitler, Avrupa’nın en seçme intelligentsiyasını yok ederken Stalin daha önce hiçbir şey olmayan yerlerde üniversiteler kuruyordu. Sovyet yurtseverliği, Rusofil slavcılığına tamamen karşıttır: Sovyet yurtseverliği bir halkın üstünlüğünü değil halkların eşitliğini ilan ediyordu. Sovyet kimliğiyle Stalin arasındaki bağı Hruşçov küçümsedi, Brejnev ise kötüye kullandı. Her bakımdan bir genel felaket içinde yetişkinliğe erişen kuşak, ateşle vaftiz edilmişti.” Sovyetler’de Özgürlük, sf: 144,158
Yani kitlelerin mobilizasyonu bir acımasız mekanik ve merkeziyetçi diktatörlük sayesinde olmuş değildi. Mobilize olmaya hazır kitleler kendi liderini seçmişti. Ne Troçki, ne Buharin ne Kamenev, ne Zinovyev ne de başkaları en başta bile Stalin’le seçim yarışına girmediler. Lenin’in şu meşhur Stalin’i “kaba” bulduğu vasiyet mektubu okunduğunda Stalin hemen istifasını vermiş ama MK bu istifayı kabul etmemişti. Stalin Genel Sekreter olduktan sonra dört kez resmi olarak emekliye ayrılmak istedi: 4 Ağustos 1924, 27 Aralık 1926, 19 Aralık 1927 ve son olarak 16 Ekim 1952’de. Fakat hiçbirinde Merkez Komite bu talebi kabul etmedi. Steno kayıtlarına göre 1924’teki ilk istifasında “beni Turukhanski sınır bölgesine, Yakutsk bölgesine ya da önemsiz bir görevle yurt dışına göndermenizi rica ediyorum,” demiştir. Hatta 1927’de artık 3. kez önerisi kabul edilmeyince, Genel Sekreterlik kurumunun kaldırılmasını teklif eder, ancak bu da kabul görmez. Çünkü Stalin gerçekte Parti’nin tek hamalıydı. Troçki tatillere gidip sanat makaleleri yazarken, diyor tarihçi Yuri Yemelyanov, hiç durup dinlenmeden tüm işlere koşan Stalin’di. Diğerlerininse Parti’de yüzde yarım bile oyu yoktu…
“Sosyalizm, kitlelere hesap verme dersi olmadığı için, büyük acıları ve zayiatları göze alıp…”
Tekrar etmekte fayda var: Her ne kadar Sovyetler Marx’ın tarif ettiği anlamda doğrudan işçiler tarafından yönetilen bir sosyalist devlet olmasa da ben Sovyetler eşittir sosyalizmdir önermesini doğru kabul edeceğim. Ancak demokrasi sorunlarına karşın önermenin ikinci kısmı Sovyetler için de geçerli değildir. Daha önce gene Görüş21’de “Sovyetler’de Özgürlük” yazımda Parti/Devletin ülkedeki hangi toplumsal tabakalara -çünkü artık sınıf yok- dayandığını ve işler iyi gitmediğinde lideri nasıl değiştirdiklerini -örnek de Hruşçov- göstermiştim. Parti en “acımasız” görünen uygulamalarında bile kitlelerin rızasına dayanıyor hatta çoğu zaman bunu bizzat kitleler talep ediyor, hatta Parti frenlemeye çalışıyordu! (Yine bunu Kırılma’da göstermiştim)
büyük acıları ve zayiatları göze alıp…
1930’lu yılların başında kollektivizasyon döneminde, yani köylünün topraklarına el koyup toplumsallaştırma ve büyük tarım arazileriyle tarım yapma kararı alındığında köylülere danışılmamış ama kentli nüfusun tam desteği alınmıştı. Zaten iç savaş sırasında şehirliler açlıktan kırılırken, köylüler gıda müfrezelerine ürünlerini vermemiş, saklamış, yiyecek biriktirmişti. Tony Cliff Lenin biyografisinde %50’ye varan rakamlarla köylülerin ürünlerini sakladığını yazar. Kentliler ve işçi sınıfı bunu hiç unutmadı. İç savaşın kazanılmasından sonra 1921’de NEP dönemi başlayınca da zenginleşen işçiler değil köylülerdi. Daha önce de yazdık, Marks’ın, Sovyetler, Çin gibi köylü ağırlıklı kapitalizmi gelişmemiş ülkeler için bir sosyalist ekonomi programı yoktu. O ileri gelişmiş kapitalist ülkeler için kalkınmadan çok bir adil paylaşım programı önermişti. Bu yüzden Sovyetler devrimi yapar yapmaz şu soruyla yüz yüze kaldı: Sermaye birikiminin, alt yapının ve yetişmiş insanın olmadığı bir köylü ülkesinde hem de “sömürü” olmadan nasıl bir kalkınma yaratılabilir? Tabii sorunun can alıcı kısmı şuydu: Sömürü olmadan bu mümkün müydü? Çünkü sanki Marks “pis işi” kapitalistlere bırakıyor, yeterince sermaye birikimi oluştuktan sonra devreye giriyor gibiydi…
Lenin devrimden sonra, Bolşeviklerin programında olmadığı halde, aslında SR’lerin (Narodniklerin devamı Sosyalist Devrimci Parti) programı ama yapmak zorundayız yoksa karşı devrim kazanır diyerek köylülere toprak dağıttı ve onların desteğini alarak iç savaşı kazandı; sonra da bize önce kapitalizm lazım diyerek hemen NEP’i (Yeni Ekonomi Politikasını) ilan etti. Bu bir kapitalist restorasyon programıydı. Bu arada Lenin öldü ve NEP’in ne kadar süreceği sorusu da yanıtsız kaldı. Çünkü mesela Buharin Nep’in ilelebet sürmesi gerektiğini savunurken, Troçki henüz 1926’da Nep’in derhal iptal edilerek sosyalist ekonomiye geçilmesi gerektiğini söylüyordu. İktisatçılar ise sosyalist Rusya için yepyeni bir ekonomik program arayışındaydılar…
Buharin’le birlikte “Komünizmin ABC’si” kitabının yazarı iktisatçı Preobrajenski, “Yeni İktisat Bilimi” kitabında ilk kez yepyeni bir program öne sürdü: “ilkel sosyalist birikim teorisi”. Kitap 1925’de çıkar, 1926’da ikinci baskısını yapar; toplamda 12 500 adet basılmıştır. Bu, o günlerde hem büyük kuramsal tartışmaların çektiği ilgiyi, hem de bu tartışmaları halkın dikkatle takip ettiğini gösterir.
Preobrajenski’ye göre kapitalizmin başlangıç aşamasıyla ilkel sosyalist birikim arasında açık bir benzerlik vardır: iki durumda da belli bir “yağma” evresi kaçınılmazdır. Kastedilen küçük üretimin artı değerine el koyarak hızla sanayileşmektir. Kastedilen Nep’le zenginleşmeye başlayan köylülerin topraklarıdır. İşte Troçki’nin savunduğu bu programdır. Troçki buna dayanarak 1926’da NEP’in iptal edilerek derhal köylülerin topraklarına el konulmasını talep etmişti. NEP’in devamını savunan Buharinse, bırakalım köylüler zenginleşsin diyordu. Stalin 1926’da Buharin’i destekledi. Ona göre devrim henüz yeterince güç toplamamıştır ve topraklarının kamulaştırılması için erkendir.
Aslında 1920’lerin sonuna doğru Nep’le yıllık %17 gibi muazzam bir büyüme sağlanmıştı ve yavaş yavaş da bir sermaye birikimi oluşuyordu. Fakat zaman yoktu. Tarihçi Yuri Yemelyanov, o dönemde Stalin’in Kızıl Ordu’nun envanterini çıkarttığında paniklediğini kaydeder! (Bkz, Stalin: İktidarın Zirvesinde) Öylesine çok eksik vardır ki herhangi bir kapitalist ülkenin saldırısında yenilgi kaçınılmazdır. Hızla sanayileşme ve ağır sanayi hamlesine ihtiyaç vardır. Ancak yine de ilk “kurşunu” devlet sıkmaz! Nep’le şımaran varlıklı ve orta halli köylüler 1927-28 kışında ürün vermeme direnişine geçtiler. “Kentler, 1926’nın aynı döneminde 4 milyon 900 bin ton tahıl almışken, 1927 yılının son üç ayında ancak 2 milyon 300 bin ton tahıl alınmıştı.” (Beş Komünizm, Gilles Martinet, sf:61) Bu işaret fişeği oldu. Stalin, Troçki’nin 1926’da savunduğu Preobrajenski’nin programını 1929’da raftan çıkarır ve kollektivizasyon kararı alınır. Zaten toprakları birleştirmeden yüksek verim almak mümkün değildir. Köylüler kooperatiflerde (kolhozlar) ve devlet çiftliklerinde (sovhozlar) birleşirken, yine de kendileri için işlenecek bir miktar araziye sahip oluyorlardı. Bu köylüleri cezalandırma değil, ülkeyi kalkındırma programıydı.
ABD’de de böyle olmuştur ama farklı bir şekilde: küçük köylülere bankalar yüksek faizle borç vererek iflas ettirilip topraklarını tekellerin satın alması sağlanmış ve bu şekilde topraklar birleştirilerek büyük tarım arazilerinde makineleşmiş tarıma geçilmişti. Kuşkusuz ki daha uzun vadede ve kansız ama dediğimiz gibi Sovyetler’in zamanı yoktu. Almanya’da naziler güçlenmeye başlamıştı ve savaş tamtamları uzaktan da olsa duyuluyordu. Acilen, tank, top, tüfek, mermi, uçak vb yapılması gerekiyordu. Ayrıca Naziler olmasaydı bile hangi kapitalist ülkeye güvenebilirlerdi ki? Ve artık dünya devriminin olmayacağı da netleşmişti. Sovyetler yalnız kalmıştı. Ya tek ülkede sosyalizmi kuracak ya da yok olacaktı…
Dolayısıyla Bolşevikler köylülere danışmadı ama şehirli kitlelerin büyük desteğini aldı. Zaten köylülerin bu son hamlesiyle de artık şehirle köy arasındaki bağ da kopmuştu. Köylüler direnişe geçti: Küçük silahlı birimler kururarak komünistleri öldürüyor, devlete vermemek için ürünleri ateşe veriyor, hayvanları itlaf ediliyorlardı. Resmen adı konmamış bir iç savaş çıkmıştı. Bir de üstüne 1933 yılında kuraklığın baş göstermesiyle en az 4,5 milyon köylünün yeterli beslenememekten öldüğü tahmin edilmektedir. Antistalinist kaynaklar bunu 14 milyona kadar çıkarır ama kimsenin elinde kesin veriler yoktur. İlk kez 2000’li yıllarda yayınlanan Şolohov-Stalin mektuplaşmalarında Şolohov’un bu açlığı Stalin’e yazdığı ve Parti’nin hemen o bölgelere yardım gönderdiği kayıtlarda geçer. Ancak herkese de inanılmıyordu. Kuşkusuz Şolohov istisnalardan biridir. Bu faciada devlet ne kadar suçluysa, (facianın sebeplerinden biri de devlet 32’de vergi olarak aldığı ürün miktarının aynısını kuraklık olduğu halde 33’de de zorla almıştı) gerçek durumu bildirmeyen yerel yöneticiler de o kadar suçludur. Daha sonra Kaganoviç başkanlığında bir heyet Ukrayna’ya gitmiş ve yerel yetkiler cezalandırılmıştı. Ancak şunu eklemezsek eksik kalır: Çarlık Rusya’sı döneminde de kuraklık yüzünden milyonlarca insan ölmekteydi. Kolektivizasyondan sonra en kurak dönemlerde bile bir daha açlıktan ölen kimse olmadı…
Dolayısıyla kitlelere hesap vermeme iddiası doğru değildir. Yine 37-38 olaylarında 600 küsür bin kişinin kurşuna dizildiği “cinnet” döneminde de tersine Parti limitler koyarak kitleleri durdurmaya çalışıyordu. (Yine bkz: Kırılma: Stalin’in Başarısız Demokrasi Devrimi makalem) Ne kadar “tek adam” olsanız da politikalarınızın arkasında kitleler olmak zorundadır.
Ayrıca son dönemler Stalin’in gücünün abartıldığı, ülkenin kolektif liderlikle yönetildiği konusunda paylaşılan Cia raporları vardır. (bkz: https://twitter.com/redstreamnet/status/1643607443098697728?s=20 ) Cia raporları ikiye ayrılır. İlki, kamuoyu için olanlar. Bunlar propaganda amacıyla bilinçli olarak çarpıtılarak kamuoyuna sunulur. İkincisi ise classified olanlar. Bunlar oldukça objektiftir ve ABD elitlerinin Sovyetler’i anlaması için yazılmış gerçeği yansıtan raporlardır. Önceden gizli tutulan bugün artık CİA resmi sitesinde bile yer almaktadır. Devam edelim:
Kitlelere hesap verme yoksa 1964 yılında Parti Merkez Komitesi resmen parti içi bir darbeyle pat diye Hruşçov’u nasıl görevden aldı? Benzer bir şeyi, Stalin’in ölümünden sonra hem de MK’da çoğunluğa sahip oldukları halde Molotov-Kaganoviç muhalefeti yapamamıştı mesela. Isaac Deutcher, “Tarihin İronileri” adlı kitabında Hruşçov’un görevden alınmasını sağlayan birbirlerinden farklı çıkarlara sahip lobilerin nasıl bir araya geldiğini anlatır…
“Sosyalizm asla bireyleri mutlu edemez!
Basit, toplu hedeflere uygundur! Bireysel tatmine doğası yabancıdır.
Sosyalizm uzaya gemi gönderebilir. Ama halkı memnun edecek traş makinesi, tv, buzdolabı kıyafet vs üretemez, sunamaz!
Neden? Çünkü sivil tüketim nihai ürün sözkonusu olduğunda serbest ve rekabet piyasası gerekir de ondan! Piyasa kedi ekran arkası ışık pixelleri gibidir! Piyasa dev bir elektronik veya nöron ağ gibidir! Milyonlarca milyarlarca sinyali alıcı satıcı üretici arasında taşır! Bu inanılmaz sistem sayesinde, neyin nasıl ne zaman kaça üretileceği kısa sürede belli olur.
Piyasamızda üretim “zonta” dır! Kaba, çirkin, kullanışsız!
Sosyalizm tv üretemez mi? Üretir, en babasını da üretebilir zorlayarak!
Sosyalizm ne yapamaz? Halkın ne kadarının hangi ebad, hangi ek özelliklerle, hangi kasa ile tv istediğini bilemez!
Sosyalizm piyasa körüdür, sağırıdır. Gerçek talebi algılayamaz! Doğası böyledir!”
Sovyetler Birliği’nde 1921-28 arası kapitalist restorasyon dönemi dedik. Asıl sosyalist ekonomiye beş yıllık planların uygulamaya konduğu 1928 yılında geçilerek, İngiltere’nin 200 yılda ulaştığı ağır sanayi aşamasına 20 senede ulaşılır ve bu köylü ülkesi dünyanın en büyük 2. ağır sanayi ülkesi haline geldi. Dolayısıyla bir kere üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kaldırılması iktisadi güçlerin hızla büyüdüğünü göstermiştir. Fakat bundan sonra -1955 sonrası- büyüme bu hızda devam etmez. Stalinistler bu durumu kolaycılığa kaçarak Stalin’in ölümü sonrası “revizyonizm”le açıklamaya gayret eder. Halbuki hiç de sosyalist ekonomiden vazgeçilmiş değildi. Madem sosyalist ekonomiden vazgeçildi, o zaman Stalinistler neden 1961’de yazılan Nikitin’in Ekonomi Politiği’ni her zaman kutsal kitap gibi yanında taşıdı? “Revizyonizm” sadece kolaycı bir açıklama da değil, sosyalist iktisadın sonradan ortaya çıkan gerçek sorunlarını da maskeliyor.
Batılı iktisatçılara göre kuruluştaki muazzam büyümenin nedeni Sovyetler’in ilk döneminin yayıcı (extensive) olması dolayısıyladır. Halbuki yayıcı gelişme biçiminden, şiddetlendirici (intensive) aşamaya girildiğinde büyüme rakamları düşer. Bu da ne demek?
Marx “Kapital”de, bir üretimin üretim alanı genişliyorsa yayıcı, üretim ortalaması artıyorsa şiddetlendirici olduğunu yazar. Çünkü 30’ların başından itibaren yatırımın büyük kısmı yeni fabrikaların yapımına ve her yıl bir yığın ek makina hizmete girdiği için yayıcıydı. 1930’la 1950 arasında fabrikalar büyük verim kaygısı gözetilmeden kurulmuştu. Şu kadar ton çelik, şu kadar ton çimento üretmek gerekiyordu ve bu amaç uğruna maliyetler göz ardı edildi. Üretimin arttırılması o kadar önemliydi ki yalnız yapılarla makinaların bakımı değil, ayrıca yol, konut gibi altyapılar da gözardı edildi. Bu konu romanlarda dahi geçer:
“İki yıl kadar önce bir kitap okumuştu; yazar bir fabrika müdürünü eleştiriyordu. Çelik döküm atölyeleri inşa edilirken işçilerin kaldığı barakalara özen gösterilmemişti. Ve bir gün Tanrı bu müdürü cezalandırmış; bir fırtına tüm barakaları yıktığı gibi bir de üstüne adamı karısı terk etmişti… Çibisov bu müdürü çok iyi anlıyordu. Öyle zamanlar olurdu ki çelik döküm atölyelerinin inşası için, ülkenin çelik ihtiyacını karşılamak için, tüm güçle bastırmak gerekirdi ve işçiler de bunu anlar, herkes bunun için çalışırdı. Partinin seçtiği yol yanlış değildi. Savaş bize bunu göstermişti. (…) Aslında yazar, alay ettiği müdürün karşısına geçip, şapkasını çıkararak önünde eğilmeliydi. Böyle inatla, çelik döküm atölyesi yapan müdüre yüklenmek doğru değildi.” (Koçetov, Yerşov Kardeşler, 1957)
Ancak bir aşamadan sonra yapıları yeniden kurmak, makinaları onarmak, yolları düzeltmek ve hepsinden önemlisi teknolojiyi yenilemek gerekiyordu. “1951-1958 arasında sınai üretimi 100 ruble arttırmak için 210 rublelik yatırım yeterliyken, 1959-1966 döneminde aynı sonucu elde etmek için 330 ruble yatırmak gerekiyordu.” (Beş Komünizm, sf:93) Dolayısıyla yayıcı gelişme aşamasından, şiddetlendirici aşamaya geçildiğinde gelişmiş kapitalist ülkelerden fazla değil, artık onlara denk bir büyüme oranı tutturuldu. Ekonomiden çok da anlamayan Hruşçov paniğe kapıldı! Aslında burada sosyalist ekonomi açısından bir sıkıntı yok. Büyüme oranları hiçbir zaman o kadar yüksek zaten devam edemezdi fakat yine de sosyalist ekonominin potansiyelinin tamamını kullanmakta bazı sorunlar ortaya çıkmıştı.
Aslında her iki sistemde de korkunç boşa harcamalar vardır. Aşırı merkeziyetçi planlı ekonomide tüm kalemlerin planlaması yapılamamakta, en küçük bir hatada zincirleme tüm sektörleri bozarken kapitalist sistemde aşırı kâr içgüdüsüyle gerçek gereksinimlerin hiç önemsenmediği üretim dengesizlikleri ve tutarsızlıklar vardır. Yine de bu kapitalizmde orman yasalarının olduğu, güçlünün güçsüzü yendiği, emek sömürüsünün olduğu, zengin ve yoksul ayrımına yol açarken, sosyalist ekonomide israf olsa da para bir grubun ya da zümrenin elinde birikmediği, sosyalist devletin kasasında biriktiği için muazzam bir sosyal güvenlik şemsiyesi altında başta barınma, eğitim ve sağlığın ücretsiz olduğu, en temel gıda ihtiyaçlarına halkın rahatça ulaşabildiği bir yapının ulaşmasına engel olamamıştır. En kötü uygulamalarıda bile…
1. Bölümün sonu
(2. bölümde Sosyalist İktisadın Sorunları, en kötü sosyalizm örneği Polonya ve Romanya bile yine de neden kapitalizme yeğdir, Liberman reformları ve 70 sonrası Sovyetler’in muazzam atılımı).

1996 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdi. Rusya ve Kazakistan’da inşaat firmalarında tercüman olarak çalıştı. Ülkeye döndükten sonra Akdeniz Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisansı yaptı. Rusça Profesyonel Turist rehberi oldu. Turizm krize girdiği zamanlar Rusça’dan çeviriler yaptı. Çevirdiği kitaplar: Fransız Devriminde Kadınlar, Kor Kitap, Jurbinler, Yordam edebiyat, Böyle Dedi Kaganoviç, Verba. Koçetov’un Yerşov Kardeşler romanını e-kitap olarak yayınladı.