ABD’de Boston’da ekonomi okumuş bir arkadaşım geçenlerde Facebook’da şunları paylaştı:
“Ekonomide önemli olan, sadece belli bir malın en hızlı ve ucuz üretimi değildir! O üretimin verimliliğidir. En az onun kadar önemli olan, üreticinin /girişimcinin insanların öncelikli ve tercihli isteklerine göre talebi olan malları üretmeleridir ki, bu sosyalizmde imkansızdır! Üretim tek başına sanıldığı kadar kutsal, iyi bir şey değildir! Bir çok şeyin ve hizmetin üretimi, fiziki ve biyolojik kaynakların yok edilmesini, zarara uğramasını, yıpranmasını gerektirir. Bu nedenle, üretim maliyeti ve onun hasarları, ancak ona değecek ölçüde bir talep varsa anlamlı olacaktır! Peki, o ürünün hizmetin üretilmesi kararını kim vermelidir? Sosyalizmde; Moskova’da devlet dairesinde oturan tıfıl bürokratlar, planlamacılar! Çok karmaşık ekonometrik matematik modellemelerle, hangi ürünün ne kadar, ne biçimde üretileceğine komünist bürokrasi ve parti elitleri karar verecektir!-Bunları kafadan uydurmuyoruz dersini aldık Boston’da! Sorun şu ki, en zeki bilgili teknisyen, alım vs grubu bile, asla binlerce aktörün olduğu piyasayla başedemez! Sosyalizm daima piyasaya karşı yeniktir! Sosyalizm tamamen başarısız mıdır? Her konuda ve koşulda? Hayır! Sakın küçümsemeyin! Sovyetler birliği komünizmi sonuna kadar denemiş her fedakârlığı yapmış bir ülkedir! Yürümediyse asla Rusların değil, komünizmin suçudur! Böyle biline! Sosyalizmin çok önemli ve özgün bir yeteneği vardır; “Mass mobilisation!” – kitleleri harekete geçirebilme! Tarihin gördüğü en acımasız mekanik ve merkeziyetçi diktatörlük olmasının avantajı, mobilizasyondur! Herkesi istediği işe koşturur. İtiraz eden anında yok edilir! Sosyalizm, kitlelere hesap verme dersi olmadığı için, büyük acıları ve zayiatları göze alıp, kısa zamanda herkesi okur yazar yapabilir, kadın erkek herkesi silah altına alabilir, zayiata bakmadan ölümüne savaştırabilir, halkını bırakıp uzaya roket gönderebilir, tank yapabilir! Sosyalizm üretimin planlanabildiği ve kontrol edilebildiği, odaklanmak gerektiren teknik, endüstriyel bir çok projeyi başarabilir ve başardı da! Ama sosyalizm asla bireyleri mutlu edemez! Basit, toplu hedeflere uygundur! Bireysel tatmine doğası yabancıdır. Sosyalizm uzaya gemi gönderebilir. Ama halkı memnun edecek traş makinesi, tv, buzdolabı kıyafet vs üretemez, sunamaz! Neden? Çünkü sivil tüketim nihai ürün sözkonusu olduğunda serbest ve rekabet piyasası gerekir de ondan! Piyasa kedi ekran arkası ışık pixelleri gibidir! Piyasa dev bir elektronik veya nöron ağ gibidir! Milyonlarca milyarlarca sinyali alıcı satıcı üretici arasında taşır! Bu inanılmaz sistem sayesinde, neyin nasıl ne zaman kaça üretileceği kısa sürede belli olur. Piyasamız üretim “zonta” dır! Kaba, çirkin, kullanışsız! Sosyalizm tv üretemez mi? Üretir, en babasını da üretebilir zorlayarak! Sosyalizm ne yapamaz? Halkın ne kadarının hangi ebad, hangi ek özelliklerle, hangi kasa ile tv istediğini bilemez! Sosyalizm piyasa körüdür, sağırıdır. Gerçek talebi algılayamaz! Doğası böyledir!”
Aslında yukarıdaki eleştiri en çok marksist ekonomistleri ilgilendiriyor. Bizim konumuz değil pek. Gerçi bizdeki marksist ekonomistler başta Sovyetler Birliği olmak üzere reel sosyalizmin ekonomi politiğiyle hiç ilgilenmedikleri için -çünkü onlara göre bunlar marksist anlamda sosyalist ekonomi değildir- muhtemelen bu eleştiriyi üzerlerine bile alınmayacaklar ve yeniden ve yeniden hiç durmadan Marx’a geri döneceklerdir! Bense bu konuda biraz “1989, Berlin Duvarı” kitabının yazarı Engin Erkiner gibi düşünüyorum. Tersine artık reel sosyalizm pratiğinin yaşanıp sona erdiği koşullarda tutup da yeniden Marx’a geri dönemezsiniz!
Bugün üretici güçlerin gelişme düzeyi Marx-Engels dönemine göre karşılaştırılamayacak kadar ileridedir. Tarihsel koşullara göre belirlenen ve yüz elli yıl öncesine göre artmış ve çeşitlenmiş asgari ihtiyaçlar bile, üretici güçlerin bugünkü gelişim düzeyinde fazlasıyla karşılanabilecek durumdadır. Bunun birinci sebebi artık kapitalizm sermaye birikimini muazzam derecede biriktirmesi ve bu yarışta özellikle kalite ve çeşitlilik anlamında reel sosyalist ülkeleri mağlup etmesidir. Sosyalist ülkeler ise her ne kadar bürokratik devletler olsa da yine de sosyalist kabul edilmelidirler. Çünkü sosyalizmin alameti farikası olan üretim araçlarının özel mülkiyeti tüm “sosyalist” ülkelerde toplumsallaştırılmıştı ve planlı ekonomi vardı. Bizzat Marx’ın yaşadığı – mesela Maksim Gorki’nin “Ana” romanında anlatılan- kapitalizm artık yoktur. Ne kadar yok saysak da hareket noktamız artık reel sosyalizm pratikleridir. Planlı ekonominin yaşandığı reel sosyalizmle kapitalizm bir süre beraber yaşamıştır. Sanırız bunu da Marx öngörmüyordu. Tek ülkede sosyalizmi zaten hiç öngörmemişti ama bu da bahanemiz olamaz çünkü 2. Dünya Savaşından sonra artık dünyanın 3’de biri sosyalisttir. Dolayısıyla hâlâ “ideal” koşullarda sosyalist ekonominin nasıl olabileceğinin anlatıldığı Marx’a dönmek artık anlamlı değildir çünkü belli ki o “ideal” koşullar asla olmayacaktır! Şu soru sorulabilir: Hadi Sovyetler bir köylü ülkesiydi, ya bir ağır sanayi ülkesi olan Çekoslovakya ve Doğu Almanya neden kapitalizme kaybetti? Ancak belki de daha berbat olanı, tıpkı Baudrillard’in daha 1973 yılında ifade ettiği gibi sosyalizm kuramsal olarak da aslında kapitalizmden kopamamıştı! Demek ki üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması tek başına yeterli değilmiş! Baudrillard’ın bu eleştirisine makalemizin sonunda değineceğiz…
Önce yukarıdaki metindeki bazı hataları düzeltelim:
“ (Sosyalizm) Herkesi istediği işe koşturur. İtiraz eden anında yok edilir!”
Evet Amerikalılar aynen böyle görüyor ve hakikaten de böyle zannediyorlar! Halbuki Sovyetler Birliği tarihine baktığımızda çok başka bir manzarayla karşılaşırız. Türkiye’de Sovyet sanayileşmesini, ekonomik yapısını, her yönüyle doğrudan doğruya Sovyet kaynaklarından incelemiş olan ve bana göre hâlâ Türkiye’nin tek Sovyetoloğu olan Yalçın Küçük, “Sosyalist Açıdan Ekonomi Politik, Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Kuruluşu” adlı iktisat kitabında şunları yazıyor: “Sovyet ekonomisinin, hızlı sanayileşme ile birlikte ve 1930 yıllarının başından itibaren işgücü darlığı içinde yaşadığını hep hatırda tutmak gerekiyor. Hatırlaması biraz zor oluyor. Çünkü sovyetologlar ve Batı sosyal bilimi Sovyet sanayileşmesini hep bir işgücü bolluğu içinde algılamaya ve algılatmaya çalıştılar. Kesinlikle gerçeğin tam tersidir. Sovyet sanayisi köylerden işçi devşirmek zorunda kalıyor ve köyden yeni gelmiş fabrika işçisi bir fabrikadan diğerine dolaşıyor. Çünkü işgücü sıkıntısı çeken işletme yöneticileri birbirinin işçisini “kandırmaya” çalışıyor. Mujik ideolojisinden kurtulması için yeteri kadar zaman geçmemiş olan yeni işçi de (daha fazla para kazanmak için) bir fabrikadan diğerine geçmekte hiçbir sakınca görmüyor. Sovyetler Birliği’nde yarım veya çeyrek yıl süresinde işgücü hacminin en az %30-40’ı değişmeyen pek az işletme bulursunuz.” sf:77
Yani kuruluş süresinde “işçi esareti” üzerine ciltler yazmış ve büyümeyi tamamen bununla açıklamaya çalışmış yabancı “bilim” adamlarının aksine başlangıçta Sovyetler’de işçinin “aşırı özgürlüğü” söz konusudur. Bu problemle ilgili Stalin’in rahatsızlığını ifade ettiği onlarca konuşması vardır. Köyden işçi devşirildiğinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bir problemdir bu. Buna Rusça’da “Tekuçest” yani (işgücü) dalgalanması deniyor. Şimdi soralım: İtiraz eden anında yok ediliyorsa fabrikalarda kim çalışacak? Ayrıca zorla çalışmayla yüksek verimli üretim sağlanmaz. Dünyada tek bir örneği yoktur. Nitekim Sibirya’daki Gulag çalışma kamplarındaki “köle” emeğinde verimliliğin ne kadar düşük olduğunu Beria da itiraf etmiştir. Ayrıca muhalif bir yazar olan Tony Cliff, “Rusya’da Devlet Kapitalizmi” adlı kitabında rakamlarla bunu teyid eder. Herkesi istediğin işe koşturup yüksek verim alabildiğin bir dünya yoktur! Kaldı ki Sovyetler Birliği yüksek büyümeyi teknikle sağlamış, mujiklerden teknikçi ve yarı mühendis ordusu yaratmıştır. Ama hepsinden önemlisi kitleleri kendi sistemine inandırmasıdır…
Devam edelim:
“Sosyalizmin çok önemli ve özgün bir yeteneği vardır;
‘Mass mobilisation!’ – kitleleri harekete geçirebilme!
Tarihin gördüğü en acımasız mekanik ve merkeziyetçi diktatörlük olmasının avantajı, mobilizasyondur!”
Sosyalizmin kitleleri harekete geçirme gücü olduğu doğrudur. Kuruluşta vidalar çok sıkılmıştır ve sıkılmak da zorundaydı, ama kitlelerin sisteme inancı olmadan herhangi bir başarı sağlamanız söz konusu değildir. Kapitalizmin bir türlü kabullenemediği gerçek, kitlelerin sisteme inancıydı ama katlanamadıkları daha da büyük gerçek, kitlelerin Stalin’e inanmış olmasaydı! Aslında şöyle ifade etmek gerekiyor: Stalin mesela bir Lenin değildir; Lenin neredeyse tek başına bir Parti, bir sistem, bir devlet kurmuştu. (Bunu, “Böyle Dedi Kaganoviç” adlı çevirimizde ki dipnotlarda altını çize çize anlattık. Lenin kendi kurduğu partisinde pek çok kararı resmen dövüşe dövüşe kabul ettirebiliyor, ve sonunda herkes Lenin’in haklı olduğunu gördüğünde hayretler içinde kalıyordu. O yüzden Stalin yetenekli ama Lenin bir dahiydi der Kaganoniç.) Stalin’i yaratansa kitlelerdir. Stalin’de ete kemiğe bürünen, vücut bulan şey kitlelerin talep ettiği liderdir. Gerçekten de bunu anlamak çok kolay değildir. Sıkı bir antistalinist olan Anthony Barnett şöyle yazar:
“Onu sevmişlerdi. Stalin bir başarıydı. Köylülük, muhalifleri ve Hitler karşısında zaferler kazandı. Zafere giden yolunda herşeyi ezip geçerken belki milyonlarca insan öldü. Yaşayanlarsa kurdular. Ölüm oranının yanı sıra, ekonomik bakımdan müthiş bir büyüme oranı onun gözetiminde gerçekleşti. İnsanlar (karısı dahil) onun ölümünden önce intihar ettiler ama Stalin’i öldürmeye yönelik herhangi bir bir girişim hakkında hiçbir kayıt yok. (Barnett yanılıyor. Bugün artık gestapo istihbarat belgeleriyle de kesin olarak bildiğimiz üzere 1937 1 Mayıs’ın general Tuhaçevski Stalin’e karşı bir darbe hazırlığındaydı. Darbe girişimi açığa çıkarılmıştır. a.a) Tersine Stalin’in bıraktığı miras, Hruşçov’un canlılığına, hatta selefini suçlarken ki canlılığına bile katkıda bulunan bir dinamizme sahipti. (…) Formel olarak demokratik olmayabilirdi ama kitle tabanı vardı ve sonuna kadar da ezici çoğunluğun sadakatine dayandı. İşin içindeki tezat, bir kişi olarak cani olan Stalin’in kişiliğinde temsil ettiği şeyin bir Hitler’inki gibi soykırımcı caniliği olmayışıydı. Hitler, Avrupa’nın en seçme intelligentsiyasını yok ederken Stalin daha önce hiçbir şey olmayan yerlerde üniversiteler kuruyordu. Sovyet yurtseverliği, Rusofil slavcılığına tamamen karşıttır: Sovyet yurtseverliği bir halkın üstünlüğünü değil halkların eşitliğini ilan ediyordu. Sovyet kimliğiyle Stalin arasındaki bağı Hruşçov küçümsedi, Brejnev ise kötüye kullandı. Her bakımdan bir genel felaket içinde yetişkinliğe erişen kuşak, ateşle vaftiz edilmişti.” Sovyetler’de Özgürlük, sf: 144,158
Yani kitlelerin mobilizasyonu “bir acımasız mekanik ve merkeziyetçi diktatörlük” sayesinde olmuş değildi. Mobilize olmaya hazır kitleler kendi liderini seçmişti. Ne Troçki, ne Buharin ne Kamenev, ne Zinovyev ne de başkaları en başta bile Stalin’le seçim yarışına girmediler. Lenin’in şu meşhur Stalin’i “kaba” bulduğu vasiyet mektubu okunduğunda Stalin hemen istifasını vermişti mesela. Ama MK bu istifayı kabul etmedi. Çünkü Stalin gerçekte Parti’nin tek hamalıydı. Troçki tatillere gidip sanat makaleleri yazarken, diyor tarihçi Yuri Yemelyanov, hiç durup dinlenmeden tüm işlere koşan Stalin’di. Troçki’ninse Parti’de yüzde yarım bile oyu yoktu…
Devam edelim:
“Sosyalizm, kitlelere hesap verme dersi olmadığı için, büyük acıları ve zayiatları göze alıp…”
Bir kere şunu söyleyelim burada “sosyalizm” diyerek Sovyetler Birliği kastedilmektedir ama bu önerme Marx’ın tarif ettiği sosyalizm için geçerli değildir. Sovyetler içinse kuşkusuz doğruluk payı vardır ama o kadar basit değildir. Mesela evet 1930’lu yıllarda kollektivizasyon döneminde, yani köylünün topraklarına el koyup toplumsallaştırma ve büyük tarım arazileriyle tarım yapma kararı alındığında tabi ki bu köylülere danışılmış falan değildi! Bir kere toprakları birleştirmeden yüksek verim alamazsın. Bu ABD’de de böyle olmuştu ama farklı bir şekilde: küçük köylüler iflas ettirilip topraklarını tekellerin satın alması sağlanmış ve bu şekilde büyük tarım arazilerinde makineleşmiş tarım yapılır olmuştu. Kuşkusuz ki daha az kansız ve daha uzun vadede ama Sovyetler Birliği’nin bekleyecek zamanı yoktu. 1930’ların hemen başında Naziler artık çok güçlenmişti ve iktidara geleceği belliydi. Uzaktan savaş tamtamları duyulmaya başlamıştı ve ülke hızla sanayileşmezse boğulması kaçınılmaz görünüyordu. Peki eğer hazırda paranız yoksa nasıl sanayileşebilirsiniz?
1) Nep devam eder, zaten yıllık %17 gibi bir büyüme sağlanmıştı, yavaş yavaş sermaye birikimi oluşur, bu birikim sanayiye aktarılır. Fakat zaman yoktur.
2) Dışarıdaki bankalardan kredi çekilir, bu para sanayiye aktarılır. Ama sosyalist bir ülkeye kimse kredi vermiyordu.
3) Başta Ukrayna olmak üzere ülkenin tahıl ambarlarından elde edilecek hububatı satar, ağır sanayiye yatırırsın. Ama herkesin bildiği üzere yüksek verim için toprakların birleştirilmesi ve makineli tarıma geçilmesi gerekmektedir. İşte bu üçüncü yol seçilmişti ve köylüleri “ikna” edecek zaman yoktu! Evet, Bolşevikler burada köylülerin fikrini sormamıştır! Zaten devrim sırasında köylülerin Bolşeviklere desteği toprak dağıttığı içindi, devrimci olduklarından değil! Köylü her zaman küçük burjuvadır; küçük olsun, benim olsuncudur ve her zaman bencildir. Marx’da belki köylüden değil ama köylülükten nefret ederdi. Bolşevikler köylülere sormadı ama bu politikanın arkasında çok büyük şehirli kitleler vardı. Sanayileşme hamlesine tam destek verilmişti. Ayrıca şehirle köy arasında ki bağ da kopmuştu. Köylüye karşı bir nefret oluşmuştu. İç savaş sırasında şehirliler açlıktan kırılırken, köylüler gıda müfrezelerine ürünlerini vermiyor, saklıyor, yiyecek biriktiriyorlardı. Tony Cliff, %50’ye varan rakamlarla köylülerin ürünlerini sakladığını yazar. Şehirliler bunları unutmamıştı. Dolayısıyla kolektivizasyon sırasında köylünün malına el koyma yüzünden açlıktan ölümler başladığında şehirliler tınmadı bile! Yerellerin Moskova’ya gönderdiği raporlarda hiç bunlar yer almıyordu. Doğrusu durumun vehametini Moskova çok geç öğrendi, gelen bazı raporlara da inanmadı, güvenilmez buldu. Çünkü bu politikaya hem direniş hem de sabotajlar vardı. Gerçekte bu ikinci iç savaştı. Tarihçiler 1933-34 yılların arasında yeterli beslenememekten en az 4,5 milyon köylünün öldüğünü yazar. Antistalinist kaynaklar bunu 14 milyona kadar çıkarır ama kimsenin elinde kesin bir veri yoktur. İlk kez 2000’li yıllarda yayınlanan Şolohov-Stalin mektuplaşmalarında Şolohov’un bu açlığı Stalin’e yazdığı ve Parti’nin hemen o bölgelere yardım gönderdiği kayıtlarda mevcuttur. Ancak herkese de inanılmıyordu. Bu faciada suçlu Parti olduğu kadar gerçek durumu bildirmeyen yerel yöneticilerdi. Daha sonra Kaganoviç başkanlığında bir heyet Ukrayna’ya gitmiş ve yerel yetkiler cezalandırılmıştı.
Dolayısıyla hesap verip vermeme meselesi bu kadar basit bir mesele değildir. Ne kadar “tek adam” olsanız da politikalarınızın arkasında kitleler olmak zorundadır. Değilse 1964 yılında Parti Merkez Komitesi resmen parti içi bir darbeyle pat diye Hruşçov’u nasıl görevden aldı? Benzer bir şeyi, Stalin’in ölümünden sonra hem de MK’da çoğunluğa sahip oldukları halde Molotov-Kaganoviç muhalefeti yapamamıştı. Isaac Deutcher, “Tarihin İronileri” adlı kitabında Hruşçov’un görevden alınmasını sağlayan birbirlerinden farklı çıkarlara sahip lobilerin nasıl bir araya geldiğini anlatır…
Şimdi asıl konumuza gelelim:
“Sosyalizm asla bireyleri mutlu edemez!
Basit, toplu hedeflere uygundur! Bireysel tatmine doğası yabancıdır.
Sosyalizm uzaya gemi gönderebilir. Ama halkı memnun edecek traş makinesi, tv, buzdolabı kıyafet vs üretemez, sunamaz!
Neden? Çünkü sivil tüketim nihai ürün sözkonusu olduğunda serbest ve rekabet piyasası gerekir de ondan! Piyasa kedi ekran arkası ışık pixelleri gibidir! Piyasa dev bir elektronik veya nöron ağ gibidir! Milyonlarca milyarlarca sinyali alıcı satıcı üretici arasında taşır! Bu inanılmaz sistem sayesinde, neyin nasıl ne zaman kaça üretileceği kısa sürede belli olur.
Piyasamızda üretim “zonta” dır! Kaba, çirkin, kullanışsız!
Sosyalizm tv üretemez mi? Üretir, en babasını da üretebilir zorlayarak!
Sosyalizm ne yapamaz? Halkın ne kadarının hangi ebad, hangi ek özelliklerle, hangi kasa ile tv istediğini bilemez!
Sosyalizm piyasa körüdür, sağırıdır. Gerçek talebi algılayamaz! Doğası böyledir!”
Mesela Batı Avrupa Marksistleri böyle bir eleştiri karşısında hayretler içinde kalır! Çünkü onlara göre Marx zaten “piyasacıdır”! Hannah Arendt “Komünist Manifesto” için “şimdiye kadar görülen en büyük kapitalizm övgüsü”1 diye yazmamış mıydı! Planlı ekonomiyi ise Stalin uydurmuştur! Alec Nove, David Schweickart, David Miller gibi piyasa sosyalizmini savunanlar, piyasaların hiçbir surette kapitalizme özgü olmadığını iddia eder. Gerekli olan piyasa sosyalizmidir. Piyasa sosyalizmi söylemi özellikle 90’larda çok popülerdi. Gorbaçov da piyasa sosyalizmi diye diye Sovyetler Birliği’ni yıkmıştı! Ernest Mandel 1988’de “Piyasa Sosyalizmi Miti”2 makalesiyle bu argümanları sert bir şekilde eleştirdi. Öte yandan ne piyasa sosyalizmi ne de planlı ekonomi diyen sosyalistler de vardır. Onlar bir tür üçüncü yol önerir… Bense açıkçası günümüzde bir orta sınıf küçük burjuva kadının yirmi çift ayakkabı “ihtiyacını” hangi sistemin daha iyi karşılayacağı sorunuyla hiç ilgilenmiyorum! Acaba Karl Marx, “herkese ihtiyacına göre” dediğinde bunu mu kastediyordu?
Sosyalizm zaten aynı zamanda tam da bu küçükburjuvalaşmaya karşı, tüketim toplumuna karşı, tüketim=mutluluktur anlayışına karşı bir tepki değil midir? Bu konuda neden kapitalizmle yarışması beklenmektedir? Başka bir dünya isteyenler daha fazla tüketim nesnesine sahip olmayı mı kastetmişlerdi? Sovyetler’de devrimin başında atılan “dagnat i peregnat” yani aşmak ve geçmek (ABD’yi) sloganı daha çok ağır sanayisi olan güçlü bir ülkeyi kastediyordu, tüketim mallarını değil! Fakat bu yoğun “üretim” sarmalında devrimin hangi amaçla yapıldığı unutuldu ve özellikle Stalin’in ölümünden sonra kapitalizmle bir “tüketim malları” üretimi yarışına girildi. 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa görmüş Sovyet askeri bu mal çokluğuyla büyülenmişti. İnsanlar bunlar bizde neden yok demeye başladılar. Halbuki bolşevikler sistemi kurduklarında para gibi maddi özentiden çok sosyal hakların genişletilmesine önem veriyordu. Stalin hiçbir zaman işçisine yüksek maaş vermiyordu ama imkanlar ölçüsünde en temel gereksinimlerini karşılıyor, bunun yanı sıra fabrikaların çevresine çalışanlar için evler, sosyal tesisler, spor alanları, kütüphane, hamam gibi tesisler inşa ediliyordu. Sovyetler Birliği uzun süre bir tüketim toplumu olmaktan uzak kaldı. Cebinizde paranız çoktu ama harcayacak yer bulamıyordunuz! Bu anlamda paranın ortadan kalktığı ya da değersizleştiği, çok paranızın olmasının hiçbir anlama gelmediği komünist toplumu, sosyalist ülkelerin bir nebze gerçekleştirdiği öne sürülebilir. Ama sınırın öte tarafında elinde bir elma şekeriyle bir cadı durmaktaydı…
Eskiler bilir. Bir çamaşır makinesine sahipseniz, bozulana kadar kullanırdınız. Bozulmadan değiştirmek aklınızın ucundan geçmezdi. Ama şimdi kapitalizm tüm nesneleri bozulsun, bozulmasın değiştirmemiz gerektiğini bize söylemekte, hiç durmadan gerçekte ihtiyacımız olmayan şeyleri satın almamız için ihtiyaç uydurmaktadır. Yirmi çeşit yara bandına ne ihtiyacımız var? Bu sorunun yakıcılığını en çok Doğu Almanya çekmişti. Federal Almanya televizyonlarını izleyen Doğu Almanlar, kendi ülkelerinin ne kadar “geri” olduğuna “ikna” edildi. Çünkü ülkelerinde her sene bir tv’nin, bulaşık ya da çamaşır makinesinin yeni bir modeli üretilmiyordu! Bu kadar çok çeşit yoktu ve bu cazip reklamlar kitleleri ele geçirdi. Mutluluk tüketime indirgendi.
Jean Baudrillard’a göre burada asıl suçlu ne Lenin ne de Stalin bizzat Karl Marx’tır! Sözü, daha 1973 yılında yazdığı halde bizce hâlâ aşılamamış olan “Üretimin Aynası ya da Tarihi Materyalist Eleştiri Yanılsaması” isimli kitabına bırakıyoruz:
“Devrimci imgelemin yakasını bırakmayan hayaletin adı: üretim fantazmıdır. Ekonomi politikle, kapitalin yarattığı bu hakikati olduğu gibi kendi hesabına geçiren devrim, (Komünist devrim a.a.) kapitalist üretim sistemini gerçek ve radikal bir üretkenlik adına yıkmaya çalışmıştır. Nereye baksanız karşınıza bir üretim söylevi çıkıyor. Nesnel amaçlara da sahip olsa, kendi kendine büyümeyi de amaçlasa bu üretkenlik sonuçta bir değer gibi algılanmaktadır. Üretim hem sistemin hem de radikal eleştirisinin leitmotifidir! Radikal bir alternatif sunmakla yükümlü devrimci söylev bir üretim metaforundan başka bir şey değilse o zaman bunun tehlikeli bir metafor olduğunu ya da radikal bir alternatif olmadığını çünkü üretkenlik söyleviyle bulaşan metaforik bir enfeksiyon olmanın ötesine geçerek genel üretim şeması dışına çıkabilmesinin ya da onu aşıp geçebilmesinin mümkün olmadığını, bir başka deyişle mevcut düzene tamamen boyun eğmiş olduğunu kabul etmek gerekecektir. Radikal bir ekonomi politik görüntüsü sunmanın yolu tüketim kavramının ardına gizlenen bir gereksinimler antropolojisiyle, kullanım değerine ait maskelerin yanı sıra üretim, üretim biçimi, üretim güçleri, üretim ilişkileri vb kavramlarının maskelerinin de düşürülmesinden geçmektedir.
Marx, değişim değerine mantıksal bir öncelik tanımakla birlikte, bu yapının içinde kullanım değerine (yani üretilen malda insanın ihtiyaçlarına, gereksinimlerine a.a) öncelik tanıyarak, ekonomi politiğin belirgin devinimine özgü bir şeyleri de korumuş olmaktadır. (yani insan üretmek zorundadır çünkü ihtiyaçları vardır a.a) Ancak radikalleştirdiği şemayla işi bu görünümü yıkmaya ve yerine kullanım değerinin değişim değeri oyunu tarafından üretilmiş olduğunu söylemeye kadar götürmemektedir. (yani son tahlilde insan ihtiyaçları giderilsin diye mal üretilmemektedir, asıl amaç kâr etmek, sermaye birikimi yapmaktır a.a.) Nesneleri yararlı ve gereksinimlere yanıt veren şeyler gibi tanımlamak soyut ekonomik değiş tokuşun öznel açıdan somutlaştırılması demektir. Geçmişe bir göz atıldığında değişim değerinin, bir anlamda, daha köken aşamasında çarpıtılmış bir kullanım değeri içinde ( bir malın fiyatını, yani değişim değerini, kullanım değeri, yani insanların o mala olan ihtiyaçları belirler a.a.) mantıksal bir yere sahip olmaya çalıştığı görülmektedir. Bir başka deyişle “kullanım değeri” adlı gösterilen burada da “çarpıtılmış bir kod” ya da bir değer yasasının ardında bırakmış olduğu kalıntıdan başka bir şey değildir. Bir başka deyişle yapılması gereken şey, değerle ilgili yerleşik bir yapısal kurumun algılanmasını engelleyen, niceliksel ile niteliksel arasındaki “diyalektik” maskenin düşürülerek ekonomi politiğe bir son vermektir.
1929 bunalımı zehirlenmenin başlangıç noktasıdır. Çünkü o tarihten sonra ön plana çıkan şey üretim değil tüketimdir. Çünkü tüketim stratejik bir unsura dönüşecektir.
Toplumsal dağıtımı yeniden örgütleyen sistem, tüketme ve harcama olanağı tanıyarak reklam, insan ilişkileri filan gibi şeylerden de söz ederek simgesel bir katılım yanılsaması (alınmış ve kazanılmış olan bir şeylerin topluma iade edilmesi, geri döndürülmesi, sunulması türünden bir yanılsama) yaratmaya çalışıyordu. Oysa bu simgesel dürtüklemenin amaçladığı şey aslında aşırı bir kârla, sınırsız bir iktidardır. Bu sistem üretmeye, biriktirmeye ve rantabl hale getirmeye mahkum edilmiştir. Her tüketici, mallarla, göstergelerin kendi yararına rantabl hale getirildiği kandırmacasıyla aldatılmaktadır. Bu tüketici eğlence yoluyla bile olsa zamanını boşa geçirmekten acizdir. Her tüketici ekonomi politik sistemi yani sahiplenme mantığıyla, harcama, armağan etme ve yitirme olanaksızlığının yanı sıra acımasız değer yasasını kendi düzeyinde vahşice yeniden üretmekle meşguldür.
Söz konusu olan şey simgesel yapıları üretim araçlarının mülkiyeti değil, egemenlik altına alınmış kod tarafından bozulmuş olan toplumsal ilişkilerdir. Kapitalizmi ekonomiko-politik açıdan kendini yeniden üretmemesi değil, simgesel açıdan yeniden üretememesi tüketecektir.”
1996 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdi. Rusya ve Kazakistan’da inşaat firmalarında tercüman olarak çalıştı. Ülkeye döndükten sonra Akdeniz Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisansı yaptı. Rusça Profesyonel Turist rehberi oldu. Turizm krize girdiği zamanlar Rusça’dan çeviriler yaptı. Çevirdiği kitaplar: Fransız Devriminde Kadınlar, Kor Kitap, Jurbinler, Yordam edebiyat, Böyle Dedi Kaganoviç, Verba. Koçetov’un Yerşov Kardeşler romanını e-kitap olarak yayınladı.
1Hannah Arendt: Kamusal Dünyanın Geri Kazanımı, sf:334-5
2Ernest Mandel, “The Myth of Market Socialism,” The New Left Rewiew, no. 169 (Mayıs/Haziran 1988