Sosyalist İktisadın Sorunları
Hruşçov’un sekreterlikten ayrılmasıyla 1964-65 yıllarında bu sorunlar bizzat Sovyet basınında eskilerin deyimiyle tefrika edilmeye başlandı. Bu “itirafların” bir nedeni de hem halka sorunları göstermek hem de Partinin seçtiği çözüm yolunu kitlelerle tartışmaktı. Sosyalist devletin hemen her adımda uyguladığı politikaları halkla tartıştığını, kitlelerin geri dönüşünü (feed back) önemsediklerini görüyoruz. Çözüm yolu, Türkiye’de ki stalinistlerin, Sovyetler’in çöküşünün en temel sebeplerinden biri olarak gördükleri Liberman reformlarıydı. Akademi üyesi Arzumanyan’ın dediğine göre hatalı planlama yüzünden 1964 yılında yarım kalmış, tamamlanmamış yatırımlar 16 milyar rubleyi tutuyordu. O dönemde yıllık yatırım bütçesinin 30 milyar ruble olduğunu öğrendiğimizde kaybın büyüklüğü daha net görülecektir. Ayrıca üretilip de kullanılamaz durumda olduğu için atılan malların değeri 2 milyar ruble olarak hesaplanmıştı!
Sorunun temelinde devlet planlama teşkilatı olan Gosplan’ın bir malın maliyetiyle satış fiyatının ne olması gerektiği, girişilen yatırımın ne kadar sürede çıkarılabileceği vb gibi konuları hesaplamakta güçlük çekmesinde yatıyordu. Bunun nedeni çalışanların liyakatsizliğinden değil, nüfusu büyümüş, ekonomisi büyümüş ve ihtiyaçları artmış ekonominin tek bir merkez tarafından planlanmasının imkansızlığıydı. Mesela 80’lerde Stalin’in Ulaştırma Komiseri Kaganoviç, Feliks Çuyev’le yaptığı röportajda şunları söyler: “(…) Planın kötü yanı nedir? Bizim plancılar her şeyi planlıyorlar. Pantolondan iliklerine kadar. Öyle bir planlıyorlar ki insanlar planın içinde boğulmaya başlıyor. (…) Her şeyi senin planlaman gerekmiyor. Somun, vida, cıvata, çivi gibi her türlü şeyi Sovyetler Birliği ölçeğinde planlamak zorunda değilsin. Bunu cumhuriyet ölçeğinde, bölgesel ölçekte planlayın, makineleşmiş küçük fabrikalar inşa edin. Uzak mesafelere taşımaya gerek yok, yerellerde planla. Büyük metalleri ise; kirişler, raylar, köprü kafesleri, sac metal, vagon metali, elektrikli lokomotifleri devlet planlar ve sonra fabrikalara küçük şeyler üretme fırsatı verilir.” (Böyle Dedi Kaganoviç, sf: 176-178. Türkçesi: Ahmet Açan)
Yapılan yanlışlar, ancak yarı yolda fark ediliyor, yarısı gerçekleştirilmiş tasarılardan vazgeçiliyordu. Ayrıca bizzat dönemin basınında çıkan haberlerden kurumlar arası resmi alışverişlerde belgesiz bir sürü değiş-tokuş yapıldığını, bu işlemlerden elde edilen kârların ya yöneticilere dağıtıldığını, ya da gizli öz yatırımlara harcandığını öğreniyoruz. Nedir bu “gizli” öz yatırımlar? Sovyetler Birliğinde her bir kolhozun, fabrikanın vb bir de yardımcı işletmesi (padsobnae hazyaystva/Подсобное хозяйство) vardı. Diyelim kolhozun ana faaliyeti pamuk üretimiyse yardımcı işletmede domuz, kavun, karpuz vb. üretilirdi. Bunlar genelde kolhoz çalışanlarının tüketimine yönelikti ama fazla ürün de satılırdı. Dönemin gazetelerinden öğrendiğimize göre mesela Odesa kolhozunun yardımcı işletmesi gayri resmi olarak küpe, kravat, dudak boyası, deterjan, mini etek, gelinlik gibi tarımsal faaliyetle ilgisi olmayan ürünler de üretip satıyordu. Örneğin balık ağı yapmaları gerekirken gerçekte yapay iplikten plaj çantaları üretiyorlardı. Aslında halk, Gosplanın planlama eksikliğinden piyasada var olmayan ürünleri üreterek hem nesnelerin yokluğuna çare oluyor, hem de bu “küçük hırsızlıklarla” bütçesine katkıda bulunuyordu! Bu hırsızlıkların çoğu, üretilen malların bile bile eksik gösterilmesiyle ortaya çıkan ürün fazlasından yapılmakta, kimi de “maddi zarar” hanesine işlenmekteydi.
Peki ya kalitesiz ürün meselesi? Yöneticilerle mühendislere verilecek para armağanlarını belirleyen maliyet fiyatlarını düşürme ilkesi teslim edilen malların kalitesiz olmasına yol açıyordu. Malları alanlar şikayette bulununca yöneticilere soruşturma açılıyor, kimi zaman sorumlu iş kurumları ceza ödüyordu ama kurum yöneticileri planı uygulamamakla suçlanmaktansa ceza ödemeyi yeğliyorlardı! Bu yüzden çoğu ürün kullanılamaz haldeydi…
Başka deneyimler de vardı. Mesela Yugoslavya’da Tito, Sovyetler’i kıyasıya eleştirerek “öz yönetim” adını verdiği bir modelle fabrikanın yönetimlerini işçi komitelerine bırakmış ama işçiler yönetmeyi becerememişti. Fabrikalar zarar etmeye başladı ve ülkede enflasyon patladı. Bu deneyim ayrıca incelenmelidir…
Aslında ilk reformları 1957 yılında Hruşçov başlattı. Bu Lenin’in ilk projesi sovnarhozlardı. Gerçekte Lenin’in kafasında hiç de bu kadar katı, merkezi bir planlama yoktu. Ekim Devrimi’nden sonra İçişleri Halk Komiserliği kararnamesinde şöyle yazar: “Bu örgütlerden her biri, en küçük olanına varıncaya kadar yerel karakter taşıyan sorunların çözümünde özerktir; ancak faaliyetleri merkezi iktidarın genel kararnameleri ve yönergeleriyle uyum içinde olmalıdır.” Sovnarhozlar, ilk kez 1917 yılının Aralık ayında Lenin tarafından belirlenen 14 bölgeye ayrı ayrı atanan ekonomik halk konseyleridir. Cumhuriyetlerde, bölgelerde Moskova’yla koordineli şekilde çalışan ekonomi organlarıydı. Bunlar yarı özerk, merkezle koordineli bir şekilde çalışacaklardı. Ancak iç savaş yerel sovyetlerin işleyişini sekteye uğratmış, otorite merkezde yoğunlaşmış, bunlar kendi özerklikleri olmayan icra komitelerine dönüşerek aslında ölü doğmuştur. Sovnarhozlar 1953 yılında Hruşçov’un genel sekreter olmasıyla “Leninizme geri dönüyoruz” sloganıyla yeniden gündeme geldiler. Bu dönemde yapılan büyük bir reformla planlama için Moskova’da çok az sayıda bakanlık bırakılarak, neredeyse tüm bürokrasi yerellere gönderilmiş, sanayi kuruluşları Sovnarhozlar üzerinden yönetilmeye başlanmıştı ancak başarılı olamadı. Taşraya gitmek zorunda kalan yönetici sınıfın ağzının tadı kaçmıştı. Halbuki yapılması gereken Moskova’yı boşaltıp bürokratları taşraya göndermek değil, taşrada çalışanların merkezle koordineli ama özerk kendi bölgelerine uygun planlar yapmasıydı. Kaganoviç öldükten sonra yayınlanan anılarında, bunun harika bir proje olduğunu, fakat Hruşçov’un eline yüzüne bulaştırdığını yazar. Gerçekten de Hruşçov’un 2. dönemi olarak kabul edilen 1959-64 döneminde “Kentler ve kasabalar öyle bir besin kıtlığı yaşadılar ki, İkinci Dünya Savaşı’nın feci etkisinden bu yana böylesi görülmemişti. Bu hiçbir şekilde doğal afetler ve 1963’ün kötü hasadı ile ilgili bir mesele değildi. Yönetimin yetersizliği açığa çıkmıştı.” (Isaac Deutscher, Tarihin İronileri: Hruşçevizmin Başarısızlığı, Belge yayınları, sf.74.) Brejnev’in iktidar olmasıyla yeniden klasik merkezi ekonomiye dönüldü ancak sorunlar devam ediyordu.
Kabul etmek gerekir ki her biri birer küçük “Sovyet” modeli olan 2. Dünya Savaşı’ndan sonra doğmuş diğer sosyalist ülkeler bu sorunları çok daha yakıcı yaşadı. En azından Sovyetler neredeyse sınırsız doğal kaynaklara sahipti ve bir şekilde bunları telafi edebiliyordu. Üstelik Sovyetler her ne kadar “emperyalist” suçlamasıyla karşı karşıya kalsa da neredeyse tüm Varşova Paktı ülkelerini sömürmek bir yana tersine sübvanse ediyordu! Yine bu konu için bkz:
Sosyalist ülkelerde devletin halka iş bulma mecburiyeti, yanlış planlamalarla iş yerlerinin kapasitesinden fazla işçiyle doldurulması, bunun sonucunda fabrikaların zarar etmeye başlaması, verimin düşmesi gibi sorunlar ortaya çıkmaya başladı ki bu sorunlar kuruluş döneminde hiç yaşanmamıştı çünkü işe oranla çalışacak insan sayısı çok azdı. Özellikle Türkiye’de de KİT’lerdeki (Kamu iktisadi teşebbüsleri) çalışan fazlalılığı ve verimsizlik bahane edilerek 90’larda başlayan özelleştirme furyalarını da hatırlamak gerek. Zamanın başbakanı Tansu Çiller Türkiye için “son sosyalist devleti yıktık” diyerek bu özelleştirmeleri savunuyordu. (Çiller kısmen haklıydı. Lenin, Devlet kapitalizmiyle sosyalizm arasında – ki biz buna devlet sosyalizmi diyoruz ama sosyalist devlet değil – yalnız bir adım vardır der) Sonradan zarar eden KİT’lerin yine de halkın lehine olduğunu, yaşam standardını düşürmediğini, bu özelleştirmelerin aslında devlet kurumlarının şirketlere peşkeş çekilerek halkın üzerine hayat pahalılığı ve zam olarak geri geldiğini hep beraber deneyimledik, gördük…
Bu yüzden Erkan Baş’ın “en kötü sosyalizm bile kapitalizmden daha iyidir” cümlesinin altı doldurulmazsa boş bir slogan olarak kalacaktır. Bir bakalım. Mesela Macaristan ve Bulgaristan hayat standartları anlamında -Sovyetler’in sübvansiyonlarıyla da- Sovyetler’den bile daha iyiydi. Sovyetler’de bulunamayan pek çok mal bu ülkelerde rahatlıkla ve çok ucuza bulunabiliyordu. En kötü sosyalizm örneği olarak Polonya ve Romanya’yı ele alırsak herhalde kimsenin itirazı olmaz. Hele Polonya, geçmişte Çarlık Rusya’sında yaşadığı için geleneksel olarak Ruslardan nefret eder! 2. Dünya Savaşı’nda Varşova hükümeti Nazilerin yanındaydı. Ayrıca katolik Hristiyanlığın da çok güçlü olduğu bir ülkedir Polonya. Bu yüzden doğu blokunun en “antikomünist” ülkesi dersek herhalde abartmış olmayız.
Cumhuriyet gazetesinin sahibi Nadir Nadi 1967 yılında Varşova’ya gider ve sonra izlenimlerini gazetesinde yazar: “Bir taksi şöförüyle konuştum. Ortalama aylık 2500 zloti kazanıyormuş. Bizim paramızla 1000 lira kadar bir şey eder ki İstanbul’da çalışan bir taksi şöförünün aylık geliri de aşağı yukarı bu kadardır. Adam karısı ve üç çocuğuyla geçim sıkıntısı çektiğini söyledi:’Karım dışarıda çalışmıyor, ev işlerine bakıyor. Her gün masraf olarak 100 zloti veriyorum, ancak yetiyor. Ay sonuna doğru çok kez perhize giriyoruz.” Fakat aynı şoför sözlerine şunu da ekledi: “Çok şükür bizde eğitim ve sağlık işleri parasız. Büyük oğlum Tıp Fakültesinde, küçük oğlum mühendis okulunda yetişiyorlar. Kızım daha liseyi bitirmedi. O da öğretmen olmak istiyor. Hiç değilse çocuklardan yana bir kaygımız yok.’ Şunu da ben söyleyeyim: Bu şöförün ev kirası, ısınma ve ışıklandırma diye bir derdi de yoktur. Sosyalist ülkelerde bu gibi hizmetleri devlet, hemen de sembolik bir ücret karşılığı kendi üzerine almış, bunları özel sektörün elinde bir kazanç aracı olmaktan çıkarmıştır.
Şimdi bu koşullar altında elmanın kilosuna 50 zloti, limonun tanesine 3 zloti ödeyen bir Varşovalı işçi ile gıda maddelerini ona kıyasla çok daha ucuza temin eden, ama aylık kazancının önemli bir kısmını ev kirası, odun, kömür parası, doktor, ilaç ve çocukların eğitim masrafı olarak harcamak zorunda bulunan bir İstanbullu işçinin geçim düzeyini nasıl kıyaslayabilirsiniz?” (Nadir Nadi, İki Sovyet Rusya ve Polonya, Tel yayınları, sf:153-154) Polonyalılar komünist rejimi, bir aile haftada sadece 2,5 kilo et alabiliyor, böyle kepazelik, rezalet olur mu diye kötülerdi!
Özellikle bu kitapta Nadir Nadi’nin 1935 ve 1965 Sovyetler izlenimleri de mutlaka okunmalı. Bir sosyalist olmayan, hatta 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sını destekleyen Nadir Nadi Polonya izlenimlerini şu satırlarla bitiriyor: “İşte Varşova’dayız. Onlara göre (Türkiye’deki sağcıları kastediyor) burası hâlâ bir demir perde memleketi. Burada özgürlük yok, hayat yok, özgürlük yok, yazmak yok, izinsiz sokağa çıkmak yok. Oysa burada onların yok etmek istedikleri, ya da “Aman gelmesin!” diye gece korku içinde yataklarından sıçradıkları özgürlüklerin hepsi var. Burada din ve vicdan özgürlüğü var, çalışma özgürlüğü var, yeteneklerine göre okuyup yetişme özgürlüğü var, adam gibi yaşama özgürlüğü var, açlıktan ölmeme özgürlüğü var, inançlarından ve düşüncelerinden ötürü kötü kişi sayılmama özgürlüğü var.” (sf:172)
Bugün Polonya, Bulgaristan, Macaristan, Romanya Avrupa’nun ucuz işgücü pazarı bile değil, köle pazarıdır! Ucuz iş gücü bizim Almanya’da çalışan Türklerdir. Bir Türk işçisi Almanya’da en az 1580 Euro ve üstü kazanırken eski doğu bloku ülkelerinde işçi sınıfı Alman kapitalistlerine 600 Euroya çalışmaktadır!
Gelelim Romanya’ya. En kötü sosyalizm örneklerinden biridir Romanya. Halk ayaklanmış, Çavuşesku’yu linç etmişti öyle değil mi?
“Üniversite yıllarımdı…Günlerden bir gün, otostop çekerken bindiğim kamyonun dikiz aynasındaki Romanya bayrağı yapıştırmasını görünce merak edip sormuştum. Annesi Rumen, babası Türk’müş. Küçükken Romanya’ya göçmüşler. İsmi Kadir’di… Soyadını bilmem. Bükreş’te büyümüş. Üniversitede tarih okuyormuş o zamanlar.
Kırklı yaşlarda gibi duran kamyoncu Kadir, pantolonunun arka cebinden çıkardığı cüzdanını direksiyonun üzerinde açarak Çavuşesku’nun siyah beyaz bir fotoğrafını gösterdi… Parmağıyla fotoğrafa vurarak, “Oradaydım. Ben de Cumhuriyet Meydanı’ndaydım. Hepimiz‘Kahrolsun Çavuşesku!’diye bağırıyorduk bir ağızdan.” dedi. Nedenini sorunca, hayıflanır bir sesle oto teybinde çalan İbrahim Tatlıses’in kaset kapağını göstererek,
–İşte bunun için. Yasaktı o zamanlar yabancı müzik, Michael Jackson falan.
–Sonra?
–Sonra…Muradımıza erdik,Çavuşesku devrildi. Demokrasi geldi.
– Tabii Michael Jackson kasetleri de…
– Michael Jackson kasetleri de…
Sesindeki pişman ve alaycı tonu duyabiliyor, beden dilinden hayal kırıklığını hissedebiliyordum. Ben de ince bir gülümsemeyle,“E ne güzel işte!!” dedim.
– Öyleydi. Ya da biz öyle sandık… Ertesi sene babam işsiz kaldı, annemin çalıştığı kütüphane kapandı. Milliyetçilik yükselmeye başladı.Yabancılara çok baskı vardı. Biz de Türkiye’ye dönmek zorunda kaldık. 91 senesiydi.
– …
– Arkadaşlardan duyuyorum arada, Çavuşesku kurşuna dizilirken göbek atanlar şimdi Avrupa’nın metro istasyonlarında dilencilik yapıyor. Etme bulma dünyası. Biz de orada tarih öğretmeni olacaktık, burada kamyon şoförü olduk. Yollarda böyle direksiyon sallıyoruz işte karın tokluğuna…
Cüzdanını kapatıp tekrar arka cebine koyarken ona“En azından teypte istediğin kadar Michael Jackson dinleyebiliyorsun bak şimdi” diyesim geldi, diyemedim. Zaten tam olarak kapanmamış yaralarını yeniden açmıştım istemeyerek de olsa, üstüne tuz basmadım. Dikiz aynasındaki Romanya bayrağına bakarak“Olsun.”diyebildim sadece.
–Değer miydi peki? Değmezdi. Ama o zaman işlerin böyle olacağını bilmiyorduk. Nerden bileceksin?
(…)
Çavuşeskuların çocukları iş insanı olup devletten ihaleler almadı. Girişimci, pazarlamacı veya CEO gibi meslekler seçip milletin kanını da emmediler. Üç çocuğundan biri hovarda, ikisi bilim insanı oldu. Valentin Çavuşesku atom fizikçisi, Zoia Çavuşesku matematikçi olarak üniversitelerde profesörlük yaptılar; onlarca bilimsel makale ve kitaplar yazdılar. Valentin’in, babası iktidardayken, Romanya Atom Enerjisi Merkezi’nin başına geçmesi gündeme gelmiş fakat Valentin“Ben bu makamı hak etmiyorum” diyerek teklifi reddetmişti. Üçüncü çocukları, halk tarafından da pek sevilmeyen, Nicu ise erken yaşta sirozdan öldü.
Çavuşesku kurşuna dizildiğinde Romanya’nın dış borcu sıfır dolardı; 2017’de 90 milyar dolar oldu. Romanya bugün Avrupa’nın en fakir ülkelerinden biri durumunda. Her yıl on binlerce Rumen, diğer ülkelere gidip ya asgari ücretin bile altında inşaatta çalışarak ya da seks işçiliği yaparak hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. İnsanlar karın tokluğuna hayatta kalmak için ömürlerini veriyor. (Çavuşesku, romantizm ve gerçekler… (birgun.net) )
Evet Erkan yoldaş, en kötü sosyalizm bile kapitalizmden daha iyidir. Yeter ki altını doldurabilelim…
Kaldığımız yerde devam edelim…
Liberman Reformları
İktisatçıların arasında sürüp giden tartışmaların sonucunda 9 Eylül 1962’de, Pravda’da profesör Liberman’ın o meşhur yazısı yayımlandı: Plan, kâr ve ücret. Türkiye’deki Stalinist solun hop oturup hop kalktığı ve Sovyetler Birliği’nin “kapitalizme” geçmesinin (!) miladı saydıkları bu makale neyi öneriyordu?
Aslında sosyalist iktisat üzerine en çok çalışma Stalin döneminde yapılmıştır. En önemlilerini sıralarsak:
Kantoroviç-Noroyilov: Matematikte kullanılan yöntemlerin üretimin örgütlenme ve planlamasına etkileri.
Malişev-Zaharov: Sosyalist iktisatta zaman sorunu
Leontiyev: Sosyalist iktisatta değer yasasının çözümlenmesi
Sturumilin: Leontiyev’in değer yasasını çözümlemesi üzerinden harcamaların çalışma zamanı olarak hesaplanması.
Atlas, Liberman, Trapeznikov: İş kurumlarının yönetiminin ve kâr mekanizmalarının ortaya çıkardığı sorunlar vb.
Liberman ne diyordu:
1) Temel olarak planlama yumuşatılacak.
2) İş kurumlarına daha büyük özerklik getirilecek.
3) Sadece üretim hedeflerinin tutturulduğu ve bu yüzden de kalitenin düştüğü geleneksel göstergeler yerine “kâr” göstergesi getirilecek.
4) Yöneticilerin sonuçlarla ilgilenmesi için para armağanları yeniden düzenlenecek.
5) Fiyat sistemi gözden geçirilecek.
6) Kurumlara borç veren aygıt merkezi olmaktan çıkarılacak.
Yani bakanlık yönergelerinin geçmişteki kadar kesin ve kılı kırk yarıcı olmaması, iş kurumunun çıkarının gözetilmesi, planlama sisteminin kurumun çıkarıyla bütün toplumun çıkarını bağdaştıracak şekilde düzenlenmesi öneriliyordu.
Peki ama bir Sovyet iş kurumunun “çıkarı” da ne ola ki? Reformcular şu yanıtı veriyor: “Müşterileri en çok hoşnut edecek ürünleri en akılsal yoldan üretmek ve daha yüksek para armağanları dağıtmaya izin verecek önemli kârlar sağlamak. İşte bu yüzden temel ölçü kâr olmalıdır. Elde edilen kârla iş kurumuna ayrılan ödüller de artacaktır. Bu, sanayi bakanlıklarının (1971’de 25 sanayi bakanlığı vardı) belli bir iş kurumuna, belli sürede bir takım özel ürünler çıkarma zorunluluğunu bildirdikten sonra, üretim yöntemlerinin seçimi konusunda özgür bırakmakta ve farkı müşterilerle sözleşme yapmasına izin vermek anlamına gelir.” Beş Komünizm: sf:99-100.
Ve Stalinistler çıldırdı. Apaçık sosyalist ilkelerden vazgeçiliyor, resmen kapitalist işleyişe geri dönülüyordu! Peki gerçekten öyle miydi? Bir kere SSCB’de kâr hiçbir zaman ortadan kalkmamıştı ve zaten elde edilen kârın büyük kısmı yine devlet kasasına girecekti. İş kurumları bu kârı yine diledikleri gibi kullanamıyor ve ortaklaşa sermayenin bir bölümünün özel ellere geçmesi yine yasaklanıyordu. Bir de asıl gözden kaçan bir nokta var: Sovyetler Birliği’nde küçük ve orta büyüklükteki işletmeler yani KOBİ’ler zaten özerkti! Ancak ne iflas etmelerine ne de zenginleşmelerine izin veriliyordu. Sovyetler Birliği kapitalizme geçtiyse neden bir tek Sovyet zengini hiç duymadık? Bir tane mercedes’e binen görmedik?
Zaten Liberman reformlarının da yüzde yüz devreye girdiği söylenemez. Kısmen devreye girmiştir. Merkezi planlamadaki bürokratlar güçlerinin tamamen yitirmek istemediler. Planların uygulanmaya başlanmasıyla kısmen ekonomide düzelmeler oldu ama “küçük hırsızlıklar” olarak ifade ettiğimiz “paralel ekonomi” hiçbir zaman sona ermedi.
Peki bu kadar kopartılan kıyametin sonucunda ne oldu? Amerikalı Sovyetologlar her yıl Amerikan Kongresine rapor sunar. Bu raporlar başlangıçta bugün değilse bile yarın mutlaka Sovyetler Birliği’nin çökeceği kehanetleriyle dolup taşarken, yıllar geçtikçe umutları git gide azalıyordu. Bu raporları okuduğunuzda 1985’de bile ufukta Sovyetler’in çökeceğine dair hiçbir gösterge yoktur. Raporlara göre: Brejnev döneminde ortalama yaşam düzeyi, her yıl, pek çok Batılı’nın istisnai olarak niteleyeceği miktarlarda artış gösterdi. Besin kalitesi iyileşti; halkın sofrasına daha çok et ve besleyici besinler ve daha az nişastalı yiyecekler giriyordu. Dayanıklı tüketim malları daha çok eve giriyor ve mağazalarda her zaman bulunuyordu. 1971’e gelindiğinde her üç aileden birinden biraz fazlası buzdolabına ve beş aileden üçü televizyon seti ve çamaşır makinasına sahipti. Brejnev döneminin sonuna doğru dayanıklı tüketim mallarına sahip olmayan aile kalmadı; 1980 yıllarının ortasında ise bulunabilen dayanıklı tüketim araçları, görgüsüzlük sayılabilecek sayılarda Sovyet evlerine girmeye başladı. Gelişmiş bir sanayi toplumu düzeyinde ihtiyaçlarını karşılayan, ancak geliri yine de artan Sovyet insanı, bunu mevduat olarak saklamaktan başka bir yol bulamamıştı. 1974 yılında ücretlerde %46 oranında bir artış olmuş, buna karşılık tüketim malları fiyatları hiç değişmemişti. Sonucunda Sovyetler Birliği aşırı mevduatla karşı karşıya kaldı. Sosyalist ahlakı oluşturamamış Sovyet insanı, böyle bir durumda, banyo da dahil evinin her bölmesine bir televizyon seti ve her duvarına, üst üste koymak üzere birkaç duvar halısı alıyordu! Amerikan kongresine bu raporu yazan antikomünist Sovyetolog Bronson ve Severin’in ekledikleri iki nokta daha var: Rus giysisi iyileşti ve yabancı elbiseden fark edilemez oldu. İkincisi, dayanıklı tüketim mallarında birkaç yıl önce yaygın olan bekleme tümüyle ortadan kalktı. ABD üstünlüğü bir tek bilgisayar ve yazılım alanında artıyor. (O konuda da Doğu Almanya iyiydi. Doğu Almanya bilgisayar çipi üretimine Sovyetler’den önce başlamıştı. a.a.) Rapora göre Birleşik Devletler lehine farkın açıldığı bir alana karşılık pek çok alanda ya eşitlik sağlanmış, ya da farkın azaldığı bir durum ortaya çıkmış; en kötü durumda değişiklik görünmüyor. Pentagon’un yaptırdığı ayrıntılı araştırma, Sovyetler Birliği açısından öyle pek olumsuz sayılacak, kötümserlik ve panik yaratacak bir durumun olmadığını gösteriyor. (Bkz. Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü)
Ogonyak dergisinin 1987 yılına ait 30. sayısında Gorbaçov’un danışmanı Prof. Abil Aganbegyan şunları kaydediyordu: Sovyet halkının nakit gelirlerini ele alınız. Kabaca halkın eline geçenin yüzde 75-80’i mal alımında kullanılıyor. Gelir vergisi önemli değildir ve kademelendirilmemektedir; yüzde 13 üst sınırdır. Başka hiçbir ülkede bu kadar düşük gelir vergisi oranı yoktur. Kiralar ve havagazı, elektrik vb. hizmet harcamaları aile bütçesinin yüzde 3’ünü alıyor. Eğitim ve sağlık hizmetleri için hiç ödeme yapılmıyor…
Peki o zaman Sovyetler neden dağıldı sorununa bir başka makalemde değinmiştim. Bkz: Sovyetler’de Özgürlük (3) – Sovyetler Refah Devleti Olduğu İçin Dağıldı | Görüş (gorus21.com)
Şimdi birinci bölümde kalan son alıntıya tekrar dönelim:
“Sosyalizm asla bireyleri mutlu edemez!
Basit, toplu hedeflere uygundur! Bireysel tatmine doğası yabancıdır.
Sosyalizm uzaya gemi gönderebilir. Ama halkı memnun edecek traş makinesi, tv, buzdolabı kıyafet vs üretemez, sunamaz!
Neden? Çünkü sivil tüketim nihai ürün sözkonusu olduğunda serbest ve rekabet piyasası gerekir de ondan! Piyasa kedi ekran arkası ışık pixelleri gibidir! Piyasa dev bir elektronik veya nöron ağ gibidir! Milyonlarca milyarlarca sinyali alıcı satıcı üretici arasında taşır! Bu inanılmaz sistem sayesinde, neyin nasıl ne zaman kaça üretileceği kısa sürede belli olur.
(Sosyalist) Piyasamızda üretim “zonta” dır! Kaba, çirkin, kullanışsız!
Sosyalizm tv üretemez mi? Üretir, en babasını da üretebilir zorlayarak!
Sosyalizm ne yapamaz? Halkın ne kadarının hangi ebad, hangi ek özelliklerle, hangi kasa ile tv istediğini bilemez!
Sosyalizm piyasa körüdür, sağırıdır. Gerçek talebi algılayamaz! Doğası böyledir!”
İnsanın aklına şu soru geliyor: Acaba Karl Marx, “herkese ihtiyacına göre” dediğinde bir orta sınıf küçük burjuva kadının yirmi çift ayakkabı “ihtiyacını” mı kastediyordu? Peki sosyalizm planlı ekonomiden dolayı israf ekonomisiyse, bu israf değil mi?
Sosyalizm zaten aynı zamanda tam da bu küçükburjuvalaşmaya karşı, tüketim toplumuna karşı, tüketim=mutluluktur anlayışına karşı bir tepki değil midir? Bu konuda neden kapitalizmle yarışması beklenmektedir? Başka bir dünya isteyenler daha fazla tüketim nesnesine sahip olmayı mı kastetmişlerdi? Sovyetler’de devrimin başında atılan “dagnat i peregnat” yani aşmak ve geçmek (ABD’yi) sloganı daha çok ağır sanayisi olan güçlü bir ülkeyi kastediyordu, tüketim mallarını değil! 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa görmüş Sovyet askeri bu mal çokluğuyla büyülenmişti. İnsanlar bunlar bizde neden yok demeye başladılar. Halbuki Bolşevikler sistemi kurduklarında para gibi maddi özentiden çok – ki parayı tamamen kaldırmayı bile denediler- sosyal hakların genişletilmesine önem veriyordu. Evet, bir ingiliz işçisinin bir Sovyet işçisinden daha yüksek maaş aldığı doğrudur. Ama Sovyet işçisinin barınma, eğitim, sağlık vb’ye para vermediği unutuluyor! Mesela sağlık bakanlığı gibi bir bakanlık kurmak Ekim Devrimi’ne kadar neden hiçbir kapitalist ülkenin aklına gelmemişti! Bunu ilk Lenin düşündü ve uyguladı. Bunun yanısıra en temel besin ihtiyaçlarını bedavaya yakın bir ücrete alabildiği gibi ayrıca fabrikaların çevresine işçiler için sosyal tesisler, spor alanları, kütüphane, hamam gibi yapılar inşa ediliyordu.
Sovyetler Birliği uzun süre bir tüketim toplumu olmaktan uzak kaldı. Cebinizde paranız çoktu ama harcayacak yer bulamıyordunuz! Bu anlamda paranın ortadan kalktığı ya da değersizleştiği, çok paranızın olmasının hiçbir anlama gelmediği komünist toplumu, sosyalist ülkelerin bir nebze gerçekleştirdiği öne sürülebilir. Ama sınırın öte tarafında elinde bir elma şekeriyle bir cadı durmaktaydı…
Eskiler bilir. Bir çamaşır makinesine sahipseniz, bozulana kadar kullanırdınız. Bozulmadan değiştirmek aklınızın ucundan geçmezdi. Ama şimdi kapitalizm tüm nesneleri bozulsun, bozulmasın değiştirmemiz gerektiğini bize söylemekte, hiç durmadan gerçekte ihtiyacımız olmayan şeyleri satın almamız için ihtiyaç uydurmaktadır. Yirmi çeşit yara bandına neden ihtiyacımız olsun? Bu sorunun yakıcılığını en çok Doğu Almanya çekmişti. Federal Almanya televizyonlarını izleyen Doğu Almanlar, kendi ülkelerinin ne kadar “geri” olduğuna “ikna” edildi. Çünkü ülkelerinde her sene bir tv’nin, bulaşık ya da çamaşır makinesinin yeni bir modeli üretilmiyordu! Bu kadar çok çeşit yoktu ve bu cazip reklamlar kitleleri ele geçirdi. Mutluluk tüketime indirgendi.
Başa dönersek tekrarlayalım: reel sosyalizm Marx’ın bazı konularda yanıldığını gösterdi:
1) Rusya-Çin gibi ülkelerde sosyalizm kurulamaz, kurulsa da başarılı olamaz. Aslında Çin planlı ekonomide çok daha esnek davranarak – sovnarhozlara benzer bir model kurdu- Sovyetler’den daha başarılı oldu. Sonuçta her iki ülkede de sosyalizm başarılı olmuş, zavallı bir 3. dünya ülkesiyken her alanda dünyayla yarışan büyük birer dev haline geldiler.
2) İkinci yanılgı değer yasası meselesindedir. Marx eşitsizliğin kökeninde değer yasasını görüyor, değer yasasının tamamen kaldırılmadan zengin-fakir ayırımının ortadan kaldırılamayacağını söylüyordu. Bunun yolu ise tüm bir özel teşebbüsü tek bir devlet tekeli haline getirerek en küçük tekel bayisine kadar tüm ticari işletmeleri kamulaştırmaktır. Sovyetler aslında bunu yapmak için çok uğraştı ama başarılı olamadı. Küçücük Küba’da bile bu başarılı olamadı. Ama Sovyet deneyimi değer yasası tamamen ortadan kaldırılmadan da eşitliğin sağlanabileceğini, zengin-fakir ayırımı olmayacağını göstermiştir. Marksist iktisatçıların bu konuyu yeniden gözden geçirmelerini öneriyorum. Ekim devriminden sonra 1950’lere kadar tüm bir Sovyet iktisadı değer yasasını tartışmıştı…
Bugün, yukarıdaki arkadaşa asıl yanıtı Çin veriyor aslında. Çin’de bir planlı ekonomi ve her ne kadar onlar piyasa sosyalizmi dese de bir devlet kapitalizmi var. Aslında bağımsız gibi görünen şirketler de devletin. Çin’de para %98 devlet kontrolünde ve paranın tamamı da üretimde, finansta değil. Demek ki planlı ekonomiyle de dünyayla rekabet halinde, son kullanıcıyı tatmin eden ürünler üretmek mümkün. Çin tüm dünyanın yabancı sermayesini ülkesine çektiği halde o yabancı sermayenin kendini yönetmesine izin vermiyor! Bağımsız. (Biz 1948’de ABD’den Marshall yardımlarını aldığımızda 1926’de kurduğumuz Kayseri uçak fabrikasını kapatmış, traktör fabrikası yapmıştık!) Ve Çin Komünist Partisi ülkesinde açık bir işçi sömürüsü olduğu halde, zengin-fakir ayrımı olduğu halde hâlâ ısrarla komünizm yolunda olduklarını söylüyor. Halbuki hiç de bunu söylemek zorunda değilken. Bilgisayardan, cep telefonuna pek çok yüksek teknoloji ürününü son kullanıcının bu kadar ucuz fiyata alması Çin sayesindedir.
Bugün gerek yine Çin’den çıkan blockchain teknolojisiyle, herkesin elindeki akıllı telefonlarla, yapay zekayla vb çok daha adil bir toplum düzeni kurulabilir. Andre Gorze “Elveda Proletarya”da daha 1980’de aslında Marks’ın hayal ettiği “komünizm” aşamasına kapitalizmin ulaştığını, teknoloji sayesinde çok daha az çalışarak üretim yapılabilmesinin mümkün olduğunu ama kapitalistlerin üretim ve kâr döngüsünü kıramayarak bizi sonsuz çalışmaya mahkum ettiğini yazıyordu. Gorze bu satırları yazalı 43 sene olmuş, şimdi bu çok daha mümkün.
Dünyanın ilk internet projesi de 70’ler de Sovyetler’den çıkmıştı. Bugün sosyalistler, geçmiş deneyimlerin aksaklıklarını da analiz ederek zengin-fakir ayırımının olmadığı Sovyetler’le, yüksek teknolojiyle kaliteli ürünler üreten Çin karması bir ekonomik sistem üzerinde çalışmalı.
Son olarak Erkan yoldaşa selam. Reel sosyalizm eksiğine gediğine rağmen başka bir dünya olabileceğini göstermiştir. Bundan sakınılacak, çekinecek, korkacak bir durum yoktur…
1996 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdi. Rusya ve Kazakistan’da inşaat firmalarında tercüman olarak çalıştı. Ülkeye döndükten sonra Akdeniz Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisansı yaptı. Rusça Profesyonel Turist rehberi oldu. Turizm krize girdiği zamanlar Rusça’dan çeviriler yaptı. Çevirdiği kitaplar: Fransız Devriminde Kadınlar, Kor Kitap, Jurbinler, Yordam edebiyat, Böyle Dedi Kaganoviç, Verba. Koçetov’un Yerşov Kardeşler romanını e-kitap olarak yayınladı.