“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla.”[1]
Jean Baudrillard’ın ifadesiyle, “Bilginin sürekli arttığı ama gerçeği görmenin sürekli azaldığı bir dünyada yaşıyor”ken; edebiyatın unutul(a)mayan yazar(lar)ından söz etmek büyük önem kazanıyor.
Bertolt Brecht’in, “Bugün yalanla ve cehaletle savaşıp doğruları yazmak isteyen herkesin üstesinden gelmesi gereken en az beş güçlük var. Bir kere bu kişinin, her yerde engel olunan hakikâti yazmaya cesareti olacak; ikincisi, her yerde üstü örtülen doğruları keşfetmeye merakı olacak; hakikâti bir silaha çevirme becerisi olacak; o hakikâtin kimin elinde etkili olacağına karar verme yetisi olacak; ve son olarak da hakikâti o insanlar arasında yayacak zekâya sahip olacak,” uyarısını “es” geçmemek -kanımca- bunun iki nedeni var.
İlkini; “Edebiyatın yaptığı şey, gece bir dağ başında yakılan bir kibrite benzer. Bir kibrit çok az ışık verir ancak çevrenin ne kadar karanlık olduğunu görmemizi sağlar,” diye açıklıyor William Faulkner…
İkincisi de Virginia Woolf’un, “Edebiyat, başkalarının fikirlerini aklın mantığın ötesinde umursamış olan insanların her yana dağılmış enkazıyla doludur,” eleştirisi yapabilen cüretkâr radikalliği…
Bugün (ve geçmişin) eleştirisi temelinde geleceği biçimlendiren “Radikalleşme, kişinin seçtiği görüşe bağlılığının artmasıyla iç içedir. Ağırlıklı olarak eleştirel, sevgi dolu, alçakgönüllü ve iletişimseldir ve bu nedenle de olumlu bir duruştur. Radikal bir seçim yapan bir insan, diğer insanların seçme haklarını reddetmez ya da kendi seçimini onlara dayatmaya kalkışmaz”ken;[2] “Fanatizmle beslenen sekterlik, her zaman hadım edicidir. Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima yaratıcıdır.”[3]
Bunlar (ve elbette daha da fazlası) her koşulda ve her şeye rağmen insan(dan yana) kalmayı başaran yazar(lığ)ın “olmazsa olmazı”dır.
Doğru yazmak, çok bilinmezli bir yolculuktur; Nedim Gürsel’in, “Yazmaya başlarken bir projeniz, bir tasarımınız olabilir ama yazdıkça o metin, kendi gerçeğini oluşturur ve sizi alıp götürür,”[4] ifadesindeki üzere; lakin Alejandro Zambra’nın, ‘Okumamak’ başlıklı yapıtında yazarlar olarak, bir kafesin içinde açlığın uysal sanatçıları gibi dolanıp durduklarını ve her seferinde saçma saydam bir elbiseyi tamir ettiklerini söyleyip, “Sonuç ne? Hiçbir şey mi yoksa, öncekilerin hepsi mi?”[5] sorusunu da yanıtlayıp, “… ‘Tarihin tüylerini tersine fırçalamayı’ kendisi için görev sayar”ak![6]
Görevin ifasıyla yazar belli bir ömre sahipken eseri sonsuza dek yaşayabilme kapasitesi kazanır; varlığını sürdürmeye devam eder.
Ancak Noam Chomsky’nin, “Her kaynağa şüpheci bir gözle bakmalısınız. Bana neye güvenmeleri gerektiğini soranlara cevabım her zaman ‘kendi zekâ ve aklınıza’ olmuştur ve bu durum benim söylediklerimi okurken de geçerlidir,” uyarısını “es” geçmeden!
Yani görüp/ taraf olduğu gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne serip, yapıtlarında görünmez gerçekleri görünür kılarak görmenin yolunu açarcasına yazarak…
Kolay mı? Yaşadıkları ile yazdıkları sermayesidir yazarın; her türlü kavramı ters yüz ederken; gerçeği savunmanın bedelini, yani kendini gözden çıkarmayı da göze alabilen duruşuyla sarılır kalemine!
Tabiri caiz ise, insana dair düşündüklerini yazarken, kelimeleri/ cümleleri/ metni ile sahici insanlar yaratıp; kahramanlarını dostunuz ya da düşmanınız yaparcasına; katıksız/ çıplak insan gerçeğini savunur egemen baskı karşısında; Gustave Flaubert’in, “Düşünceye saldırı insanlığa karşı işlenmiş bir cinayettir. İnsanlık Sokrates’in öldürülmesinin yükünü hâlâ omuzlarında taşımaktadır,” uyarısını kulağına küpe ederek…
* * * * *
Bu konuda aklıma gelenlerden ilki “Bazen öyle konuşacaksın ki karşındaki cevap veremeyecek. Bazen de öyle bi susacaksın ki karşındaki konuşmaya cesaret edemeyecek,” diyen Gabriel García Márquez oluyor.
“Büyülü gerçekçi”lerden Ona göre “Gerçeklik bizden daha iyi yazar”ken; “Kitap yazmak intihara eşdeğer bir uğraştır. Faydaları yakın vadede görülmemesine rağmen bunca zaman, bunca emek ve bunca adanmışlık isteyen bir uğraş daha yoktur,” diye eklerdi.[7]
* * * * *
“İnsanlar doğruyu konuşanlardan hoşlanmazlar,” vurgusu ve “Huzura kavuşmuş bir vicdandan daha iyi yastık olur mu?” sorusuyla dünyaya meydan okuyan John Steinbeck’i en iyi betimleyen; “İnsan daha yaşamadan, cennet umudunu ne yapsın? Kendi ruhları yerlerde sürünürken, Kutsal Ruhu ne yapsınlar? Yardıma ihtiyaçları olacak. Ölmeye sıra gelmeden önce yaşamaları şart.”
“Eğer yoksulsan ve ekmeğe muhtaçsan sakın zenginin kapısını çalma, çünkü gönülden vermez; git, yoksulun kapısını çal ki elindeki son ekmeği bölüp gönülden vermek nasıl olurmuş, onu gör,” satırlarıdır bence.
Tam da bu nedenle soran, sorgulayan, düşünen, gören, hisseden, okur olarak yazarak görmenin yolunu da açan bir yazardır O.
1930’lar Amerika’sında yaşanan toplumsal krizi büyük bir ustalıkla betimlerken; insanı, doğasını anlatırken okuru insanlık meseleleriyle yüzleştirir.
* * * * *
Sonra da “İktidardaki insanlara yalakalık etmeyi aklınızdan geçiriyorsanız, kişiliğinizi cehenneme mahkûm etmişsiniz demektir,” uyarısıyla Stendhal ya da gerçek adıyla Marie-Henri Beyle…
O kendini, yazın gerçeğini yaşamın maskeli balosunda maskeli insanların insafına bırakmadı. Yeteneğini onaylatmak için ünlülerin kapısını çalmadı, yalakalık yapmadı.
Hissettiklerini anlatan, anlamlandıran, sorgulamayan Onun için yazmak, cüretkârca sistemin baskısını karşı bir eylemdi.
23 Mart 1842’de ölümsüzleşen yazar şu notla açıklamıştı vasiyetini: “Mezar taşıma ‘yaşadı, sevdi, yazdı’ yazın gerçek adımla.”[8]
* * * * *
Ve “Kahramanlık ve azizlik bana göre değil, sanırım beni ilgilendiren insan olmak,” diyen Albert Camus eklerdi:
“Paraya yönelmiş her hayat, bir ölümdür”…
“Yaşamımızı para kazanarak kaybediyoruz”…
“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın”…
“Ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir”…
“Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi, ölünceye kadar ret edeceğim”…
“Dünyada her kötülük, hemen daima bilgisizlikten gelir”…
“Bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini nasıl sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır”…
“Evet, cehennem böyle olmalı; tabelalı caddeler ve düşüncesini anlatma olanaksızlığı”…
“Hiç kimsenin neyin ak, neyin kara olduğunu söyleyemediği bir yerde ışık söner, özgürlük gönüllü bir tutsaklığa dönüşür”…
“Hiçbir şey korkuya dayanan saygı kadar iğrenç değildir”…
“Demokrasi çoğunluğun gücü değil, azınlığın korunmasıdır”…
“Düşünce arttıkça tedirginlik de artar”…
“Bu hayatta kazanmak istiyorsan, kimseye bağımlı olmadan yaşamayı öğren”…
“Umudun kalmadığı yerde, bizlere umudu yeşertmek düşer”…
“Sorgulanmayacak hiçbir şey yoktur”…
“Bir insan söyledikleri kadar söylemedikleriyle de insanlaşır”…
“Mutluluk, dünyayı ondan hiçbir şey beklemeden sevmektir”…
“Hesap vermek zorunda olacağımız başka bir dünya olduğuna inanmıyorum. Ama, şimdi bu dünyada, sevdiğimiz bütün insanlara verilecek bir hesabımız var”…
“İnsanı akıllı yapan tek şey nefrettir”…
“Akıllı kişilerin en büyük talihsizliği, salakların abuk subuluklarıyla başa çıkmak zorunda olmalarıdır”…
“Son mahkemeyi bekleme, kendini her gün yargıla”…
“Sabahleyin kalkmak, tramvaya binmek, büroda ya da fabrikada dört saat çalışmak, yemek, dört saat iş, tramvay, yemek, uyku… Bu aynı ritmi haftalar, aylar hatta yıllarca tekrarlarız. Ama bir gün ‘dekorlar yıkılır’. İnsanlar birdenbire varlıklarının nedenini sormaya başlarlar. ‘Neden?’ Sorusu yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır.”[9]
“Ben yalnızca zalimlerden tiksinirim”…
Çağından tiksindiğini ifade etmiş, çağının yankılarına ve yangınlarına yapıtlarında yer verip, duyarsızlaşan ve pasifleşen insanı yazarak yaşamı ve intiharı sorgulamıştı!
Ancak her şeye (yani veba’ya) karşın “Hayat yine de yaşamaya değer!” demişti.
Onun için “Veba” sadece veba değildi. Veba, Nazi’lerdi; Fransa’nın Cezayir’i işgaliydi; kötürümleşen insandı; kötülüğün kaynağı cahillikti…
Ve o bunlara meydan okudu.
* * * * *
“Yazmak, yaşamın izdüşümüdür,” saptamasındaki üzere yaşadı Ernest Hemingway…
“Uğruna savaştığımız her şeyi nasıl seviyorsam, öyle seviyorum seni de. Özgürlüğü, insan onurunu sevdiğim gibi seviyorum seni, tüm insanların çalışma hakkını, aç kalmama hakkını sevdiğim gibi seviyorum seni”…[10]
“Hareketi asla eylemle karıştırmayın”…
“Başkasından üstün olmanın değerli bir yanı yoktur. Eski hâlinizden üstün olun. Bu değerlidir”…
“Cesaret tehlikenin üzerine gitmek değil, ona nazik davranmaktır”…
“Her şeyi beğenmemek zorunda değilsin. Yalnız, anlayacaksın,” diyen Onu savaş(lar)ın getirdiği yıkım derinden etkileyip, 1929’de ‘Silahlara Veda’, 1940’ta ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’[11], 1952’de ‘Yaşlı Adam ve Deniz’deki[12] hikâyesini de biçimlendirmişti.
Kolay mı? Alkol, depresyon, kazalar… FBI, II. Dünya Savaşı’ndan beri izlemeye almıştır. O da bunu paranoya hâline getirmiştir. Ama yazıya tutunarak var olma isteği hep sürer. Ne zaman ki bu duygudan kopar, yaşamına kendi elleriyle son verirken; yazarlığın mızmızlık etmeye, yakınmaya gelmediği bilinciyle şunları derdi:
“Acımasız olursanız yazabilirsiniz. Ama en iyi yazdığınız zaman kesinlikle âşık olduğunuz zamandır. Yazarlık bir kez kanınıza girmiş, en büyük zevkiniz olmuşsa o zaman ancak ölüm size engel olabilir. Bu durumda parasal güvencenin size büyük yardımı olur, çünkü parasal kaygılar duymanıza gerek kalmaz. Kaygı yazma yeteneğini yok eder.”[13]
* * * * *
Bir de; “Dünyada bir şeyi yarım söylemek ya da yarım bırakmak kadar kötü bir şey yoktur. Her kötülük bu yarım işlerden çıkar,” ya da “Dünyayı değiştiremiyorsan dünyanı değiştirirsin. Hepsi bu,” veya “Herkesin bu derece birbirine benzediği bir toplumda, yalnızca anormalliğin bir değeri vardır,” diye hepimizi uyaran Stefan Zweig…
XX. yüzyılın anti-faşist, hümanist yazarı Stefan Zweig, “Savaşlardan nefret ederim”, der ve “Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez,” diye eklerdi…
İnsan ve yazar olarak özgürlük tutkunu O hep günceldir.
I. Dünya savaşı yıllarında “Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir”, düşüncesi kafasında oluşurken; 1933’te Almanya’da Nazilerin işbaşına gelmesiyle Zweig’ın düşleri alt üst oluverdi.
İnsanlar kamplara atılırken, sokaklarda tonlarca kitap yakıldı; alevlere teslim edilen kitaplar arasında onun da yapıtları vardı. Çünkü Stefan Zweig’ın adı Naziler’in “safkan olmayan insanlar” listesinde yer alıyordu!
13 Mart 1938’de Hitler’in Viyana’ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı kabul eden Stefan Zweig artık “vatansız kişi”ydi.
Bu arada Nazi yönetimi 1936’da Thomas Mann’ı Alman vatandaşlığından atınca Zweig ona biraz hiciv dolu şunları yazar: “Resmen Alman vatandaşlığından çıkarılıp bir dünya vatandaşı olmaya hak kazandığınız için sizi tebrik ederim!”
Savaşın şiddetini arttırması, Hitler’in güçlenmesi onu daha çok bunalıma sokar. Yorgun ve bezgindir. Ancak O, yine de bir umut yazarıdır ve hiç yitirmez güncelliğini.
Hikâyelerinde kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarırken; “Nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı”[14]
Kolay mı? “Her yeni insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve birileri daima insanlığın ve insaniyetin devredilemez hakları için verilen eski savaşı üstüne almayı düşünsel bir görev olarak aklına getirir,”[15] diyen O, hepimize şunları hatırlatır:
“Ateşli bir tutkunun karşısında aklın hükmü yoktur”…
“Gerçek güçlülük, kendi gücünün sınırlarını iyi bilmektir”…
“Az anlamak ters anlamaktan iyidir”…
“İnsanın vicdanı hatırladığı müddetçe hiçbir hata unutulmuş değildir”…
“Üç beş budala siyasetçinin yıktığını onarmak için on yıllar yetmez”…
“Savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz ederler”…
“Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi”…
“Konu para olunca insanlar çok acımasız oluyorlar. İğrenç oluyorlar, gerçekten iğrenç!”
“Zengine verilir, daha çok zenginleşsin diye. Fakirin ise elindeki bile alınır”…
“Birini aldatan ötekini de aldatır”…
“Sabırsızlık korkudur”…
“İnsanlar her zaman kendilerine en yabancı olan şeye hayran olurlar”…
“Bir kez kendini bulmuş olan birinin bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyi yoktur artık”…
* * * * *
Ve suratımıza inen bir şamar gibi, “Yüzün bozuksa aynayı suçlamanın bir faydası yok.” “Çarpık bir buruna değil, sakat ve sahte bir kişiye gülelim.” “Neye gülüyorsun? Kendinize gülüyorsunuz,” uyarısına, “Bu dünya en çirkin saçmalıklarla dolu. Bazen pek mümkün olmadığını düşündüğünüz şeyler olur,” vurgusunu eklemeden etmeyen Nikolay Vasilyeviç Gogol…
1844’te, “Ruhumun Ukraynalı mı Rus mu olduğunu bilmiyorum,”[16] diyen Gogol garip bir mucizedir, garip bir varlıktır, Rus edebiyatının daha en başında, sanki sırf onun varlığının iç çelişkilerle dolu yapısını sergilemek, onun tutarlılığını bozmak, ona yeniden şekil vermek üzere ortaya çıkmış gibidir.
Ve büyük ölçüde de bunu başarmıştır şunların altını çizen Nikolay Vasilyeviç Gogol:
“Bizi kirli sevin, çünkü herhangi biri bizi temiz sever”…
“Düz yolda hiçbir yere varamayacağımı ve eğri büğrü gitmenin daha düz olduğunu gördüm”…
“Bugünlerde tüm dünyanın ne kadar aptalca büyüdüğünü hayal bile edemezsiniz”…
“Zenginlik değil, iyi insanlardan oluşan bir toplum arayın”…
“Dünya kadar paran olacağına konuşup anlaşabileceğin bir tek dostun olması daha iyidir”…
“İnsanın her şeyden bezmesi modern bir hastalıktır. Eskiden kimse bunu bilmezdi”…
“Her zaman neyin güzel olduğunu değil neyin yararlı olduğunu düşünün. Güzellik kendiliğinden gelecek”…
“Takdir edilmeyi beklemeden namuslu olamayanların namusuna inanmam”…
* * * * *
“Paramparça edilmemiş, fırtınalara göğüs germemiş, tel tel dağılmamış, büyük dikişler ve çirkin yara izleriyle, pek nahoş bir hâlde kendini tekrar bir araya getirmemiş insanlara tahammülüm yok,”[17] diyebilen kesinliğiyle John Berger, “Bakarsınız bir kitap yıllar geçtikçe, yazarlarının tersine gençleşebilir,” umutvarlığı ile der ve ekler:
“Bir başka insanın yaşantısını anlamak için insanın dünyayı, kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip, onu, o öbür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir. Örneğin, bir başkasının yaptığı seçimi anlayabilmek için, kafasında karşı karşıya kalabileceği seçenek yoksunluğunu, kendisine bir seçim hakkı tanınmayabileceğini düşünmesi gerekir. Toklar açların hangi seçeneklerle karşı karşıya olduklarını anlama yeteneğinden yoksundurlar. Bir başkasının yaşantısını anlayabilmek için, ne kadar beceriksizce de olsa, dünyanın parçalarının sökülüp yeniden takılması gerekir.”[18]
Bir romancı, şair, tiyatro yapımcısı, deneme yazarıydı. Olup bitenlerin gerçek nedenini saklamaya çalışan egemenlerle mücadele ederken; göçmenler, evsizler, işçiler, mülksüzler üzerine yazdı. Yaşamı boyunca onların yanında saf tuttu. Bu yüzden O, dünyanın dört yanında kapitalizmin karşısında ezilen, yok sayılan insanı anlamak ve mücadele etmek için çok önemlidir; “Geçmiş, mahkûmu olmadığımız tek şeydir. Geçmişle dilediğimizi yapabiliriz. Yapamadığımız ise sonuçlarını değiştirmektir,” deyişindeki üzere.
* * * * *
Bir de “Beni tedirgin eden kusurlarımız değil. Erdemlerimiz” ya da “Düşünce asla ağır değil, ona eşlik eden endişe ağır,” ifadelerinin derinliğinde Susan Sontag…
Ve 1939’da Tebriz’de doğup, henüz 28 yaşındayken 1967’de Aras nehrinde ölüsü bulunan Samed Behrengi’nin kaleme aldıkları onları XXI. yüzyıla taşıyacak kadar önemlidir.
“Küçük Kara Balık, ‘Benim derdim su birikintisinin sınırları değil, benim derdim denizi düşünmemiş balıklarla yaşamak,’…” diyen satırlarıyla Samet Behrengi, -Şah Rıza Pehlevi rejimi tarafından onaylanmamış ve tehlikeli olarak görülüp- hayatıyla ödeyeceği muhalif metinler kaleme almıştı.
* * * * *
Şimdi burada durup Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Bazen gezegenimiz; ‘Acaba evrenin tımarhanesi mi’ diye düşünmeden edemiyorum,” satırlarının altını çizip; unutul(a)mayan yazar(lar)ın bizlere anımsattığı “Duruşu, yazdıkları ile çözümden yana olmayanlar, verili soru(n)ların bir parçası olur” gerçeğiyken sözü Halil Cibran’a bırakıyorum:
“Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma… Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de… Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez. Yolcuya bakıp, yolunu tanıma. Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver. Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil; Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır; Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal…’ En doğru yol: En dikensiz yoldur’ diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır. Aldırma.”
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[*] Güney Dergisi, No: 101, Temmuz-Ağustos-Eylül 2022…
[1] Furuğ Ferruhzad.
[2] Paulo Freire, Eleştirel Bilinç İçin Eğitim, çev: Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 2021, s.33.
[3] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.56.
[4] Oğuz Alkan, “Nedim Gürsel: Yazı, Çok Bilinmezi Olan Yolculuktur”, Birgün, 13 Nisan 2022, s.15.
[5] Alejandro Zambra, Okumamak, çev: Çiğdem Öztürk, Notos Kitap, 2022.
[6] “Kültür alanında hiç bir belge yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi niteliği taşımasın. Böyle bir belge nasıl barbarlıktan arınmış değilse, belgenin kuşaktan kuşağa geçişini sağlayan gelenek süreci de barbarlıktan uzak sayılmaz. Bundan ötürü tarihsel maddeci, sözü edilen gelenekten olabildiğince uzaklaşır. ‘Tarihin tüylerini tersine fırçalamayı’ kendisi için görev sayar.” (Walter Benjamin, Pasajlar, çev: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yay., 1993, s.41.)
[7] Ali Bulunmaz, “Gerçeklik Bizden Daha İyi Yazar”, Birgün, 20 Ocak 2022, s.15.
[8] Bedriye Korkankorkmaz, “Stendhal… Yaşadı, Sevdi, Yazdı!”, Cumhuriyet Kitap, No:1675, 24 Mart 2022, s.10.
[9] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, Adam Yay., 1983.
[10] Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, çev: Rosa Hamken, Can Yay., 1985.
[11] Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, çev: Rosa Hamken, Can Yay., 1985.
[12] Ernest Hemingway, Yaşlı Adam ve Deniz, çev: Kemal Bek, İnkılâp Kitapevi, 2003.
[13] Feridun Andaç, “Kendi İklimini Yaratan Anlatıcı: Hemingway!”, Cumhuriyet Kitap, No:1662, 23 Aralık 2021, s.4.
[14] Ahmet Arpad, “Doğumunun 140. Yılında Stefan Zweig”, Cumhuriyet Kitap, No:1658, 25 Kasım 2021, s.4.
[15] Stefan Zweig, Castellio Calvin’e Karşı ya da Bir Vicdan Zorbalığa Karşı, çev: Mustafa Topal & Kıvanç Koçak, İletişim Yay., 2018.
[16] Sabri Gürses, “Gogol’ün ‘Taras Bulba’sından Çıkan Dünya!”, Cumhuriyet Kitap, No:1674, 17 Mart 2022, s.10-12.
[17] John Berger, Sanatla Direniş, çev: Aslı Biçen, Metis Yay., 2016.
[18] John Berger-Jean Mohr, Yedinci Adam, çev: Cevat Çapan, Agora Kitaplığı, 2011, s.99.