
Owen Hatherley*
Sinema, internetten film izlemekle aynı şey değildir: kolektiftir ve genellikle diyalog ve tartışmalara ilham verir. 2021’de salgın nihayet azaldığında, neden sosyalist film kulüpleri kurmayalım?
Sadece salgından önceki döneme değil, kazandığımızı düşündüğümüz o garip zamana dair en güzel anılarım arasında, 2018’de bir grup arkadaşımla Londra’nın güneydoğusundaki Peckhamplex sinemasına gidişimiz var. Oraya, Boots Riley’in Sorry to Bother You filmini izlemeye gitmiştik, bilet fiyatı, 1980’lerin bir otoparkından dönüştürülmüş ‘Pekham Levels’ın bodrum katındaki bu sinemanın üzerindeki katlarda yer alan pek çok restaurantta satılan, bir biradan daha ucuzdu.
Bu şaşırtıcı, pervasız ve ne olursa olsun, kesinlikle Marksist bilim kurgu komedisinin sonunda, sinemanın nadiren gördüğü genç, işçi sınıfı seyircisi sokağa döküldü; Peckham Rye istasyonu civarında eski tarz Komünist grafiti demiryolu köprüsünün altını süslüyordu. Yaşamak için ne güzel bir zaman, diye düşündüm kendi kendime.
Kronik olarak hasta, hızla orta yaşa doğru ilerliyor ve çoktan biraz durmuş oturmuş olduğumdan, 2020’nin büyük bir kısmında zaten yapmadığım aktiviteleri (kulüpler, spor salonları, hayvanat bahçeleri) özlemiyordum, ancak sinemayı ve özellikle, bunun gibi sinemaları çok özledim.
Manchester Modernist Society’nin tamamen sinemaya ayrılmış güzel küçük dergisi The Modernist‘in son sayısını okurken, beni en çok sarsan şey – belki de sürekli beni öldürebilecek bir şeyle enfekte olma korkusunun olmaması dışında – bunları çok özlemiş olmamdı. Dergideki perişan eski Odeon’ların resimleri, Brunswick Center’daki mağarayı andıran Renoir gibi eski uğrak yerlerinin profilleri, Barbarella ve The Trial gibi yerlerle ilgili yazılar, bir sürü yabancıyla karanlık bir salona doluşup, rüya makinesinin dönmesini beklemek için derin bir özlem yarattı.
Her zaman ateşli bir sinemasever oldum ve Londra da dahil olmak üzere Britanya’da bir zamanlar gelişen bağımsız sinema sahnesinin, Curzon ve kötü şöhretli sendika düşmanı Picturehouse, ya da görünüşe göre hep aynı Büyük Yönetmenlerin aralıksız gösterimlerini sürdüren ve mevcut borçlarını giderek başka yönetmenleri, örneğin Ousmane Sembène’i, kapı dışarı eden Kubrick retrospektifleri sayesinde ödediği anlaşılan bir Ulusal Film Tiyatrosu gibi birkaç zincire nasıl indirgendiğini izlemek, bende derin bir üzüntü, yaratmıştı. Sadece Shoreditch’teki Close-Up Sinema Merkezi veya Newcastle’daki Star and Shadow gibi küçük sinemalar bu çabayı sürdürüyor gibiydi.
Sinemalar kapanmaya başlamadan önce yaptığım son şeylerden biri de, eskiden Ulusal Film Tiyatrosu’nun uzmanlaştığı türde – kendi tecrit deneyimlerimize zorlandıktan aylarca sonra çarpıcı görüntüleri hala kafamda dönüp duran, canlı piyano eşliğinde izlediğim, başarısız bir Antarktika seferiyle ilgili korkunç bir sessiz film olan South’uizlemek oldu. Oysa aksine, Kino Klassika’nın çeşitli mekanlarda sunduğu harika Sovyet müzikalleri sezonuna bayılıyordum ve bu filmler, seçim sonrası yaşadığımız şoka geçici de olsa derman olmak için için mükemmel bir ilaçtı.
“Film” konusunda züppelik yapmak aptalca bir şeydir, ancak 9-10 ay boyunca bir sürü şeyi evde televizyonda izlemek, ne kadar ilginç olursa olsun, televizyonun ve sinemanın ne oldukları ve aynı şey olmadıkları konusunda iyi bir hatırlatıcı oldu. Işıkların kapalı olmasına ve doğal olarak konuşma teşvik edilmemesine rağmen, sinema deneyimi halka açık bir deneyimdir, bir yerde gruplar halinde gerçekleşen bir şeydir. Sinemanın, Solun bu kadar sık odak noktası olmasının ve film kulüplerinin yıllar boyunca sosyalist aktivizmin bu kadar önemli bir parçası olmasının nedenlerinden biri de budur.
Lenin, bir zamanlar “Bizim için en önemli sanat sinemadır” demişti (bu sözler hala en sevdiğim sinemalardan biri olan Varşova’daki Kino Muranów’un bilet gişesine kazınmıştır) ve 1. ve 2. Dünya Savaşları arasındaki yıllarda İşçi ya da Komünist Partili yerel sosyalist gruplar, Eisenstein’ın Grev’i ya da Potemkin Zırhlısı’nı, Pudovkin’in St Petersburg’un Sonu ya da Dovjenko’nun Toprak’ı gibi, o zamanlar yasaklanmış olan sosyalist sinema klasiklerini meraklılarla dolu salonlara gösterirdi. Filmlerin fikirleri ve görüntüleri sinemaseverlere ilham verip ve ilgilerini çekerken, toplantılar çoğu zaman tartışmalara dönüşürdü.
En çok keyif aldığım ve bende iz bırakan çoğu film deneyimi, tamamen estetik olmaktan çok politikti. 2000’lerde, Detroit’in Devrimci Siyah İşçiler Birliği’nde, Elephant and Castle’daki 56A sosyal merkezindeki bir gösterimde – hem de eski bir Ford Halewood mağaza görevlisi tarafından yapılan bir tanıtma konuşması ve yorumla – harika bir film olan Finally Got The News’a (Sonunda Haber Aldım) denk gelmek, kendi kısa ömürlü film kulübümüzü kurmak için bana ve bazı arkadaşlarıma ilham verdi. Sosyalist film yapımı her zaman için, değerli ve sert sosyal gerçekçilikten çok daha fazlasını içermiştir ve Paul Schrader’in Mavi Yaka’sı (Blue Collar) ile Georges Franju’nun Le Sang des Bêtes‘inin (Canavarların Kanı); The Bed-Sitting Room (Yatak-Yemek Odası) ile Steptoe and Son Ride Again‘in (Steptoe ve Oğlu Yine Yollarda); Threads (Dişliler) ile La Soufriere’in (geriye dönüp baktığımda bu ikisi biraz fazla vahşidir) kısmen yasal, iki film bir arada şeklinde gösterimleriyle bunu vurgulamaya çalıştık.
Ancak bu film kulübünün arkasındaki şeylerden biri, internette tanışan bir grup insanın, cömertce hem üzerinde düşünülecek fikirler, hem de genelde yiyecek bir şeyler (genelde en azından bir şişe elma şarabı ve biraz cips ikram ederdik) sunarak, başkalarıyla tanışmak istemesiydi. Elbette bu her zaman işe yaramadı, ama yine de kendimizi internetten toplu olarak uzaklaştırmaya çalışmak için bir çabaydı. Ancak artık kendi iyiliğimiz için internete hapsolmuş durumdayız.
2020’de bunu arkadaşlarımla sık sık tekrarlamaya çalıştım – favori filmlerimizin, mesela Mosfilm Youtube Kanalından, toplu fakat uzaktan izlenmesi gibi- ve bu bizi genellikle biraz daha az yalnız hissettirse de, gerçeğinin yerini tutmadı. Film aynı zamanda, özgürce nefes alan ve öksüren yabancılarla dolu karanlık salondur, izleyicilerin bir şeye aynı anda gerçek zamanlı olarak tepki vermesi ve daha sonra konuşmaları ve tartışmalarıdır – önceden tahmin edemeyeceğiniz ve evinizde yapamayacağınız şeylerle ilgilidir. Bu yüzden 2021’de, aşının etkinliği hükümetin suç boyutundaki beceriksizliğini aştığı zaman görmeyi en çok istediğim şey, sosyalist film kulübünün geri dönüşü olacaktır. Strike (Grev) ve Sorry to Bother You’nun (Rahatsız Ettiğim İçin Üzgünüm) iki film bir arada gösteriminde görüşmek üzere.

Owen Hatherley, Tribune’un kültür editörüdür. Son kitabı Red Metropolis: Socialism and the Government of London (Kızıl Metropol: Sosyalizm ve Londra Hükümeti) Repeater Books’tan çıktı.
Bu makale Tribune’daki İngilizce orijinalinden Türkçeye çevrilmiştir.*
Çeviren: Irmak Gümüşbaş