Turan Altuner, uluslararası ağırlıklı iktisat, uluslararası işletme yönetimi, kültürlerarası iletişim, kültür antropolojisi ve endüstri işletmeciliği okudu. İşletmeci, danışman ve kültürlerarası iletişim koçu olarak çalıştı. İlgi alanları ekonomi, uluslararası ilişkiler ve kültürlerarası iletişimdir.
Aşk, varlığında, yokluğunda belli olur
Egemenlik, varlığında, yokluğunda belli olur
Bir özgürlük var, sularca, havalarca olağan
Varlığında değil, yokluğunda belli olur.
Özdemir Asaf
Sekülerizm bir erkler ayrılığıdır aslında. En temel işlevi uhrevi ve dünyevi gücün tek elde, kişi veya kurumların tekelinde yoğunlaşmasını önlemek ve gücü elinde tutan kişinin/kurumun güç istismarının, gücü kötüye kullanmasının önüne geçmektir.
Martin Luther 1520 yılında, papanın kiliseye egemen olmasının yanı sıra dünyevi gücü de ele geçirdiğini krallar/kontlar üzerinde egemenlik kurduğunu belirtip, papanın bu yönüyle bir anti – Hristiyan olduğunu belirtip, dünyevi gücün kendine has özelliklerinin olduğunu söyleyip, uhrevi güçten ayrılması gerektiğini dile getirmiştir. Bunun da ancak kilisenin ruhani ve dünyevi gücü tekeline almasının önüne geçmekle mümkün olabileceğini belirtmiştir. Reformasyon kilisenin/papanın dünyevi ve uhrevi gücü tekeline almasına bir itiraz harekatı olarak doğmuştur. Her ne kadar dini bir akım olarak başlasa da Reformasyon’un, krallar, prensler, güç sahipleri tarafından Roma kilisesine, papaya karşı sahiplenilmesi ile birlikte, Reformasyon kısa bir süre içinde siyasallaşmış, Protestanlık Roma kilisesine karşı siyasal bir silah haline gelmiştir. Reformasyon’un en temel talebi olan uhrevi ve dünyevi erkler ayrılığı paradigmasından kısa zaman içinde geri dönüş yaşanmış ve bu seferde ulusal kiliseler ortaya çıkmıştır. Her ne kadar kralların ve prenslerin hegemonyası, Roma kilisesinden bağımsızlık kazanan bu yeni ulusal kiliselere egemen olmuş olsa da, Reformasyon uhrevi ve dünyevi gücün ayrılmasına teolojik bir zemin ve meşrutiyet kazandırmış, yüzyıllara yayılan seküler ve laik hareketlerin önünü açmış, Reformasyon’un bir erkler ayrılığı hareketi olması, bu teolojik zemini ve meşrutiyeti sağlamasından gelmiştir. Kilise bölünmüş, birbirleriyle rekabet eden kiliseler ortaya çıkmış, Hristiyanlık içinde mezhepsel bir çoğulculuk/pluralizm doğmuş, 100 yıl süren mezhep savaşları yaşanmış, 1648 Münster Vestfalya Anlaşması’yla bu mezhepsel çoğulculuk artık kabul edilmesi gereken bir “modüs vivendi” olarak kabul görmüş, Avrupa Katolik ve Protestan mezhepleri olarak ikiye bölünmüştür.
ERKLER AYRILIĞI YOKSA ÖZGÜRLÜK YOKTUR!
Luther’in uhrevi ve dünyevi erkler ayrılığı paradigmasından çok daha sonraları Charles de Secondat Montesquieu hümanizmi, insan hakkı ve onurunu, siyasal özgürlükleri temel alan “The Spirit of the Laws”, (Yasaların Ruhu – 1748) adlı yapıtında “tek elde” toplanan gücün istismarının her zaman için var olduğunu ve bunun mutlak önlenmesinin ancak birbirini dengeleyecek ve kontrol edecek bir erkler ayrılığı mekanizmasıyla önlenebileceğini belirtip, erkler ayrılığı paradigmasını siyasal ve hukuksal zemine taşımıştır. Martin Luther uhrevi ve dünyevi gücü birbirinden ayırmış, Montesquieu ise bugünkü çağdaş devletlerin / demokrasilerin temelini teşkil eden dünyevi, yani devletin ve siyasal iktidarların gücünü sınırlayan yaşama- yürütme – yargı üçlüsü, denge ve denetleme mekanizmasının teorik temellerini atmıştır. Burada ilginç olan Montesquieu’nun erkler ayrılığı mekanizmasının olmadığı Osmanlıyı – Osmanlı sultanlarını ve dönemin İtalya’sını, erkler ayrılığı olmayan despotik rejimlerle yönetilen ülkeler ve rejimler olarak nitelemesidir. Montesquieu erkler ayrılığı ilkesini özgürlüğün ve insan haklarının ön şartı sayar. Yani erkler ayrılığı yoksa özgürlük de yoktur! Erkler ayrılığının olmadığı despotik ülkelerde, iktidarı elde tutmanın yegane aracının vatandaşların özgürlüklerinin kısıtlanması, zor ve şiddet olduğunu belirtmiştir. Montesquieu’nun ne kadar haklı olduğu bugün Türkiye’de yaşananlar göz önüne alınınca çok daha iyi anlaşılır.
Din ve devlet ilişkilerinin ayrılmasına (sekülerizm/laiklik), diakronik (geçmişten bugüne, bugünden geçmişe) bir perspektiften bakılınca dünyevi ve uhrevi erkler ayrılığı prensibinin demokrasinin en temel kuramını oluşturduğu tarihi tecrübelerle görülür. Din ve devlet işlerinin sağlıklı bir şekilde ayrılmadığı, din ve vicdan özgürlüğünün olmadığı bir ülkede demokrasi ve insan haklarından bahsetmek mümkün değildir. Nitekim insan hakları kavramı tarihte ilk defa Reformasyon’la birlikte kavramlaştırılmış, insan onurunun dokunulmazlığı, din ve vicdan özgürlüğünün insanın en temel hakkı olduğu dile getirilmiştir. Reformasyon hareketinin bu en temel kuramı daha sonra Avrupa ve ABD’deki çağdaş anayasaların temelini oluşturmuştur. Bunu ABD ve Almanya anayasasından birer örnekle belirtmek yerinde olur:
ABD anayasası: giriş bölümü (4 Temmuz 1774)
“Aşağıdaki hakikatlerin ispata lüzum kalmayacak kadar bedihi olduklarına inanıyoruz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Bütün insanlara yaradan tarafından devir ve ferağ edilemeyen bazı haklar bahşolunmuş- tur. Bu haklar meyanında hayat, hürriyet ve saadetin aranması vardır. Hükumetler, insanlar tarafından bu hakların teminat altına alınması için tesis olunmuştur ve bu hükumetlerin iktidarlarının meşrutiyeti idare olunanların rızalarından doğar. Her ne zaman bir hükumet tarzı bu gayeyi yok edecek bir hal alırsa, halkın bu hükumeti değiştirmeye veya ıskat etmeye ve kendisine emniyet ve saadeti sağlamaya en uygun görünen prensiplere istinat eden ve bu şekilde teşkilâtlandırılmış olan yeni bir hükumet tesis eylemeye hakkı vardır.” (Çeviri: Prof. Dr. Muvaffak Akbay)
Alman faşizminin Avrupa’daki savaşı, ağır tahribatları , Yahudi ve diğer azınlıklara yaptığı soykırım tecrübesinden sonra, faşizmin bir daha asla tekerrür etmemesi amacı ile insan haysiyeti, hak ve hürriyetleri anayasal güvenceye alınmış, insan hak ve hürriyetine, insan onuruna aykırı olan her yasanın, karara bağlansa bile geçersiz olduğu anayasal yükümlülük haline getirmiştir. Anayasa (das Grundgesetz) devlet erkini insan haysiyetini korumakla yükümlü kılmıştır.
Alman Anayasasının giriş bölümü (Präambel, Mayıs 1949):
“Madde 1: İnsanın onur ve haysiyetinin korunması:
- İnsanın onur ve haysiyeti dokunulmazdır. Tüm devlet erki ona saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.
- Alman milleti, bu nedenle dokunulmaz ve devredilmez insan haklarını, yeryüzünde her insan topluluğunun, barışın ve adaletin temeli olarak kabul eder.
- Aşağıda belirlenen temel haklar, yasama, yürütme ve yargı organlarını doğrudan doğruya bağlar.” (Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası / Federal Meclis Yayınları)
İnanç (din) ve vicdan özgürlüğü çok temel bir haktır. Aklın özgürlüğünden önce vicdan özgürlüğü gelir. Vicdanı özgür olmayan insanın aklı da özgür değildir. Nitekim tarihsel bir vaka olarak da göz önünde bulundurursak, sekülerizm ve laikliğin temelinin atılması Avrupa’da 1517 yılında başlayan ve bu yıl 500’üncü yıl dönümü kutlanan Reformasyon ve buna müteakip kanlı din savaşlarından sonra mümkün olmuştur.
VİCDANI HÜR, FİKRİ HÜR BİREY ORTAYA ÇIKIYOR
Aklın özgürleşmesi diye tabir edebileceğimiz Rönesans ise çok daha sonra 18’inci yüzyılda din, inanç ve vicdan özgürlüğünün açtığı yoldan gelişip yükselebilmiştir. Reformasyon’la birlikte insan düşünen, sorgulayan ve karar veren bir süje haline gelmiştir. Tanrı, din, insan ilişkisinin herhangi bir dini kurum, otorite tarafından değil de, insanın kendisinin içinden geçtiği gibi, sübjektif, genellemeci olmayan, dışarıdan herhangi normatif bir müdahalenin olmadığı, özgürce tayin edilen, yeni bir ilişki tarzını esas alan, tanrı ile insan arasında ahenkli, eşit, bireyin tanrı sevgisini esas alan yeni bir ilişki türü oluşmuştur. Reformasyon ve Rönesans’la birlikte insanın inancını, tanrı insan ilişkisini kendi öz iradesi ve aklıyla aktif düzenlenmesini Bertrand Russel “Avrupa sübjektizmi” olarak adlandırır. Böylelikle “Vicdanı hür, fikri hür” birey ortaya çıkmıştır. Aklın hür olması, vicdanın hür olmasından geçiyor. Reformasyon’la vicdanı hür, Rönesans ile aklı hür birey ortaya çıkmıştır.
Peki Reformasyon’un modern toplumların oluşmasında hangi temel etkileri olmuştur? Günümüze kadar gelen belirleyici bu etkilerini üç ana başlıkta toparlamak mümkün:
- Avrupa’da kilisenin katı monozentrik (tek merkezci), katı hiyerarşik yapısına son verip toplumda ekonomi, hukuk, politika, bilim ve din ayrıştırmasıyla polyzentrik (çok merkezci) bir toplumsal yapının oluşmasını sağlamıştır. Din ve Roma/Katolik kilisesi toplumun yaşamında tek belirleyici bir kurum olmaktan çıkıp, toplum çok işlevli (functional differentiation of the society) bir toplumsal yapının oluşmasına neden olmuştur.
- Avrupa’da kilisenin ve dinin monozentrik yapısına son verilmesinin ikinci önemli etkisi bireyselleşme (individualism) olmuştur. Din ve vicdan özgürlüğü teolojik bir kuram haline gelip, insan tanrı ilişkisi bireyin özgür iradesine tabi kılınmış, ortaya insanların “kendi papazı olduğu” seküler bir din anlayışı, buna binaen seküler birey çıkmıştır. Birey kendi kararlarını göreceli olarak verme hakkını kazanmış, Kilise ve kurumlarının dikte ettiği sosyal rollere itiraz hakkını kazanmış, kiliseye ve devlete eskiye nazaran daha az bağımlı hale gelmiş, sosyal, sınıfsal ve dini aidiyetler ve toplumsal değer yargılarına daha mesafeli yaklaşmak mümkün olmuş, dini aidiyet duygusu totalİter, belirleyici bir kimlik -olmaktan çıkıp, göreceli olarak daha özgür olmuştur. En büyük işlevi de bireyin kendi gücünün farkına varıp, dini kilisenin belirlediği normlara göre yaşamazsa “ne bu dünyada ne diğer dünyada iflah olmayacağı” korkusunu yenmesi olmuştur. Korku ve dehşet odaklı tanrı ve din inancından, daha özgür, sevgi ve vicdan odaklı bir din anlayışının yolu açılmıştır.
- Geçen yüzyıllar içinde bireycilik (individualism) çeşitli aşamalardan geçmiş, Reformasyon’dan bugüne tarihsel olarak gelişen “üç bireyselci dalga” vuku bulmuştur.
Reformasyon’un ilk yüzyıllarında, yani 15’inci yüzyıldan başlayıp, 17’nci yüzyıla uzanan süreç içerisinde “theonom individualısm /theonom bireycilik” diye anlandırılan bu dönemde, birey tüm düşüncelerini / eylemlerini tanrının tartışılmaz bir otorite olmasına dayandırır. Tanrı otoritesi belirleyicidir. Toplumsal repertuvarda henüz ateistlik, deistlik, agnostlik vs. genel anlamıyla yoktur. Tanrı odaklı yaşamak ve inanç temel önceliktir.
Bireyciliğin (individualism) gelişmesinde ikinci dalga Rönesans ile birlikte 18’inci yüzyılda “otonom individualizm/otonom bireycilik” diye tabir edilen dönemde olmuştur. Vicdan özgürlüğünden sonra aklın özgürlüğü ile ortaya otonom birey çıkmış, her şeyi sorgulamaya başlamıştır. Otonom bireycilik, yani Rönesans dönemi ile birlikte deyim yerindeyse toplumsal repertuvar daha da genişlemiş Protestanlık dahil olmak üzere din ve tanrı otoritesi tartışılır hale gelmiş, dünyayı anlamak için din veya tanrının değil, bilimin rehber edinilmesi temel çıkış noktası olmuş, tanrı ve din, insanın anlam dünyasındaki yerini göreceli olarak yitirmeye başlamış, yerini akılcılığa bırakmış, tarihsel toplumsal paradigma değişmiştir.
“Rönesans insanın, eşyanın, dünyanın yeniden tanımlanmasıdır. Rönesans’ın temel düşünce merkezinde hümanizm vardır. Hümanizm her şeyin ölçüsü olarak insanı kabul etmektir. Kilisenin skolastik Orta Çağ anlayışı reddedilerek bilimde, felsefede, sanat ve edebiyatta özgür insan anlayışının savunulmasıdır. İnsan her alanda yüceltilmektedir. İnsanların özgürlüğü, eşitliği, aklın egemenliği savunulmuştur. Ortaya ferdiyetçi, akılcı ve yaşama her şeyden fazla değer veren “rasyonel birey” çıkmıştır Avrupa Aydınlanması’nda, Antik Yunan ve Anadolu Aydınlanması’nda olduğu gibi kendi düşünürlerini / felsefecilerini tarih sahnesine çıkarmıştır. Locke, Hume, Smith, Kant gibi düşünürler eserlerini Rönesans’ın getirdiği özgürlük ortamında kaleme almıştır.“ (Halis Çetin, Liberalizmin tarihsel kökenleri)
>Makelenin Devamı Diğer Sayfada