
Genelde İslam dünyasında, özelde Türkiye’de, Avrupa’da farklı kiliselerin ortaya çıkmasından sonra oluşan derin entelektüel teolojik tartışmalar yaşanmamış, dini inanç sadece muktedir olan mezhep, devlet, kurum ve kişiler tarafından günün siyasal konjonktürlerine göre topluma dayatılmıştır. Sürekli kendini siyasal koşullara göre uyarlayan bir din anlayışının sonucu olarak, toplumda din ve din eğitimi son derece ideolojikleşmiş, ortaya neyin nesi belirsiz, çerçevesi bir türlü belirlenemeyen bir din anlayışı çıkmıştır.
Türk modeli laisizmin “nevi şahsına münhasır” özellikleri vardır. Avrupa seküler ve laiklik modellerinden ayrılan temel özelliği ise din ve devlet işlerini bir şekilde birbirinden ayrıştırmak yerine, dini devletin tekeline alarak, kendine özgü bir “devlet dini” yaratmasıdır. Dini tekeline alarak ama aynı zamanda dini devletten dışlamaya çalışan bir paradokstur Türk tipi laisizm. Tabii burada Türk tipi laisizm/sekülerlik kendi içinde bir paradokstur derken, bu sekülerliğin toplumsal ve siyasal bir norm oluşturduğu Avrupa ülkelerinde de bu tip paradokslar olmadığı anlamına gelmiyor. Kraliçenin başında bulunduğu Anglikan Kilisesi, İngiltere buna iyi bir örnektir.
Kraliçe başında diye kimse İngiltere’nin sekülerliğini sorgulamıyor. Aynı paradoksal durum Ortodoks kilisesinin devletin “resmi” dini olduğu Rusya, Romanya ve Yunanistan için de geçerlidir. Kimse bu ülkeler için “Hıristiyan” şeriatı ile yönetilen ülkeler demiyor. Sekülerlik bu ülkelerde kültürel bir vaka, ne devlet ne de kilise bu seküler anlayışı sorgulamıyor.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında devletin dine reformasyoncu müdahalesi çoğu yönleriyle anlaşılır ve bir o kadarda gereklidir. Avrupa’da da sekülerlik dine müdahale ile mümkün olabilmiş, dininin reformasyonu, kilise içinden gelen kararlı bir itiraz ve bunun siyasal boyutunu oluşturan krallıklar ve prensliklerin, Roma kilisesine karşı çıkarlarını korumak için Reformasyon harekatını desteklemeleriyle mümkün olmuştur. Reformasyon diye adlandırılmasının sebebi de zaten bunun kurum içi, yani kilise içi bir itiraz ve yeniden yapılanma harekatı olarak doğmasından gelir. Sekülerliği laiklikten ayıran en temel özelliklerinden biri, sekülerliğin bir reform harekatı, Fransa ile özdeşleşmiş laikliğin ise bir devrim harekatı olmasıdır. Yani sekülerlik bir “tavan”, laiklik ise bir “taban” harekatıdır. Cumhuriyetin dine müdahalesinin laik bir müdahaleden ziyade reformcu / seküler bir müdahale olduğunu “Türk laisizminin tarihsel kökenleri” başlıklı makalemizde belirtmiştik. Ama Türkiye’de sekülerlik kavramından ziyade laiklik kavramının cumhuriyetin kurulmasından bu yana içselleştirilmesinden dolayı, kavram tanımları üzerinde fazla durmadan, bu makale boyunca laiklik ve sekülerlik kavramını eş anlamlı (synonym) kullanacağız.

Cumhuriyetin dine müdahil olmasının anlaşılır ve gerekli olmasının nedenine gelince; çok dar entelektüel bir kesim ve öğretileri gereği seküler olan Alevi – Bektaşi toplumu hariç, toplum için biricik referans kaynağının din olmasıdır. Çünkü laiklik/sekülerlik yüzyılların oluşturduğu derin sosyo – kültürel nedenlerden dolayı o topluma hem kavram hem de bir yaşam tarzı olarak yabancıydı. Laikliğin o topluma ne kadar yabancı olduğunu anlamak için Kurtuluş Savaşı’nın ön hazırlığı olan Sivas Kongresi’nde edilen yemini göz önünde bulundurmakta yarar var:
“Makam-ı Celil-i Hilâfet ve Saltanata, İslâmiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek… çalışacağıma… namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billâh.”
Yine Mustafa Kemal’in Sivas Kongresi’nde şu söyledikleri laikliğin o topluma ne kadar yabancı olduğunun başka çarpıcı bir örneğidir:
“Kongrede vatana, millete, devlete ve dine hizmetten başka bir maksat beklenmemektedir”.
Cumhuriyetin ilk yıllarında laiklik örtülü, daha doğrusu gizli bir projenin, çok dikkatli adımlarla, inişli çıkışlı, adım adım hayata geçirilmesidir. Hiçbir zaman açıkça “hedefimiz laik bir cumhuriyet kurmaktır” denmemiş, laik cumhuriyet projesi, cumhuriyet elitinin uzun yıllar büyük bir sırrı olarak kalmıştır. Laikliğin anayasaya girişi Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başlayan inişli, çıkışlı bir sürecin sonucu olarak, ancak 1937 yılında mümkün olmuştur.
Cumhuriyet elitlerinin toplumsal güç dengelerini göz önünde bulundurarak, dün örtülü şekilde ve hiçbir zaman açıkça savunamadıkları, siyasal koşulların uygunluğunu bekleyip ve yıllara yayarak hayata geçirdikleri laiklik, bugün aynı yöntemlerle İslami bir rejimin inşası için AKP iktidarı tarafından örtülü bir şekilde yapılmaktadır. AKP iktidarı da hiçbir zaman “Türkiye’de İslami bir rejim kuracağız” diye aleni bir tavır sergilememiştir. AKP de, cumhuriyet elitlerinin geçmişte yaptığı gibi, kendi stratejisine uygun ulusal ve uluslararası koşulların oluşmasını beklemiş, Suriye krizi ile birlikte hem Ortadoğu’yu, hem de Türkiye’yi kendi Müslüman Kardeşler anlayışına göre dönüştürmeye çalışmış ve Suriye yenilgisi ile birlikte ulusal ve uluslararası boyutta telafisi mümkün olmayan ağır bir yenilgi almıştır. Gelinen aşamada ise siyasal İslam’ın Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi dönüştürme açısından jeopolitik herhangi bir önemi ve işlevi kalmamıştır. AKP’nin Türkiye’yi bir İslam devletine dönüştürme planları iflas etmiş ve günümüzde Türkiye ki siyasal İslam’ın barındırdığı bölgesel destabilizasyon potansiyeli göz önünde bulundurularak, Ortadoğu, Rusya, ABD ve AB için de stratejik bir tehdit haline gelmiştir.
Türkiye’nin kilit jeostratejik konumuna bir de AKP iktidarının irredantist ikinci Osmanlıcı “derin strateji”leri eklenince, Türkiye siyasal İslam’ının Avrupa/Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya, Rusya ve Kuzey Afrika ülkelerine yönelik barındırdığı devasa destabilazyon potansiyeli gitgide alenileşmiş, bu durum Suriye krizi başlangıcında AKP iktidarına destek veren ABD liderliğindeki Batı’yı bile ürkütmüştür. AKP ve politikaları ciddi uluslararası bir tehdit ve güvenlik sorunu haline gelmiş ve sonuç olarak AKP’nin Türkiye’yi ve bölgeyi dönüştürme stratejileri hezimetle sonuçlanmış, Türkiye “onurlu yalnızlığa” mahkum edilmiştir. Bu küresel ve bölgesel paradigma değişikliğinin bir sonucu olarak, AKP iktidarı, stratejisi olmayan “epileptik” krizler dönemine giren, ağır bir kuşatılmışlık altında günü kurtarmaya çalışan bir iktidar haline dönüşmüş, sahip olduğu devasa propaganda gücüyle ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. AKP’nin bu propaganda gücü de son dönemlerde sınırlarına dayanmış, gitgide amaçlanın tersi sonuçlar vermeye başlamış ve kaçınılmaz çöküşünün eşiğine gelmiş, siyasal İslam Türkiye, Ortadoğu ve küresel çapta ideolojik ve siyasal olarak iflas etmiştir.
Siyasal İslam ideolojik olarak çağ dışıdır. İdeolojik formasyonunu milattan sonra 750’li yıllardan başlayıp, 1150’li yıllara kadar süren İslam medeniyetinin altın çağına dayandırır. Kurtuluşu, neyin nesi pek de belli olmayan, ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye, kültürden kültüre çok farklı yorumlanan, farklı algılanan “saf İslam’a” dönmekte arar. Siyasal İslam gelecek tasarımı olmayan ve tamamen geçmişe özlem duyan nostaljik bir ideolojik – siyasal akımdır aslında. Bu yüzden siyasal İslam’ın bir gelecek kurgusu yoktur. 1300 yıl öncesine dayanan geçmiş bir yaşam tarzını dayatır insanlara. Yani “herkes Mersin’e giderken siyasal İslam ve ideologları tersine gitmiştir.” Bugün için insanların yaşamında herhangi bir karşılığı olmayan geçmiş bir yaşam tarzını insanlara dayatmak ancak şiddet ve ağır bir endoktrinasyonla mümkün olduğu için siyasal İslam aynı zamanda nihilist bir siyasal şiddet harekatıdır. İdeolojik olarak çözümü geçmişte aradığı için, günlük yaşamda insanların sorunlarına getirdiği “çözüm” akla ziyan hurafelerden, mistik bir cennet ve cehennem vaadinden öteye gitmez. Bu nedenden dolayı iktidara geldikleri veya güçlendikleri tüm ülkelerde şiddetten, kaostan, ekonomik ve sosyal çöküşten, ağır insani ve kültürel bir deformasyondan başka hiçbir şey sunamadılar insanlara. Siyasal İslam’ın Türkiye, Ortadoğu ve küresel çapta iflası işte kısaca bu tabloda yatıyor.
Makalenin Devami Diger sayfada