
Bir metafor ile belirtmek gerekirse, Kılıçdaroğlu, “ilk bakışta bir aşk” ‘değil. İlk izlenim; tipik Türkiye tipi bir bürokrat, bıyıklı, klasik tarza sahip, mahallenin iyi terbiye almış efendi çocuğu. Anlaşılması uzun süren, ancak anlaşıldıktan sonra “aşık” olunabilecek bir o kadar da kalıcı etkiler bırakacak biri. “Böyle bir şey olabilir mi?” olabilir, siyasal tarihte epey örnekleri var.
Kılıçdaroğlu defansif, yani savunmacı bir zekaya ve politika tarzına sahip. Siyasi rakibine saldırarak siyasal stratejisini hayata geçiren bir politikacı değil. Politik stili daha çok “Allah’ını seven defansa gelsin” gibi bir tarz. Bu yönü hem parti içi hem de parti dışı rakiplerinin onu sürekli küçümsemesine neden olmuştur. Rakiplerinin önce üzerine gelmesini sabırla bekliyor, zamanlamasını iyi yapıp doğru zamanda, doğru bir hamle ile rakiplerini ekarte ediyor. Şu ana dek yaptığı siyasal hamleleri zamanlama açısından değerlendirince, Kılıçdaroğlu’nun bir zamanlama ustası olduğu çok açık. Nerede, ne zaman, ne yapacağını çok iyi bilen biri. Kılıçdaroğlu’nun bu yönü izlediğim kadarıyla hep gözden kaçmıştır. Oysa politika, aynı zamanda bir zamanlama sanatıdır. Hayatın diğer alanlarında olduğu gibi, doğru şeyi yanlış zamanda yapmak kaybettirir. Hele ki, Türkiye gibi çok hassas siyasal dengelerin hüküm sürdüğü, ağır toplumsal bir kutuplaşmanın iktidar tarafından sürekli körüklendiği, gözü dönmüş bir diktatörlüğün devletin tüm kademelerine, basın ve yayına hakim olduğu, kurumsal olarak çökmüş, her şeyin irrasyonel bir kişinin iki dudağı arasında olduğu bir ülkede yanlış bir karar veya doğru bir kararın yanlış zamanlaması trajik sonuçlara yol açar.
Lenin’in Ekim Devrimi’nin bir gün öncesi akşamı yaptığı tarihi konuşmada, “Dün erkendi, yarın geç olacak, onun için bugün” dediği söylenir. Politikada zamanlama sanatı işte budur. Doğru zamanlama daha çok, yılların entelektüel birikimi, pratik tecrübeleri sonucu oluşan bir sezgi meselesidir. Tabii ki bunu Lenin ile Kılıçdaroğlu’nu kıyaslamak anlamında belirtmedim, çok farklı zamanlarda, farklı dünya görüşleri ve farklı misyonlar yüklenmiş iki politikacı. Ama siyasal yaşamda bazı tarihsel momentler vardır ki, onlar çok ama çok kritik momentlerdir. O tarihsel momenti kaçırmak, sadece o anda mümkün olacak biricik tarihsel fırsatı da kaçırmakla eş anlamlıdır. Bana kalırsa, ileride toplumsal etkileri çok daha bariz bir şekilde görülecek Adalet Yürüyüşü de böyle tarihsel bir zamanlama meselesidir: “Dün erkendi, yarın geç olacak, onun için bugün”.
“BEKLE ZAMANI GELİNCE BİNDİR”
Kılıçdaroğlu’nun bu savunmacı tarzı, rakiplerini yanılttığı gibi kendi parti tabanının da bazen “Offf be Kılıçdaroğlu of” diye bıkkınlığına, çoğu zaman isyanına yol açıyor. En iyi dengelediği ve zamanlamasını çok iyi yaptığı bir diğer husus ise; karşıtının üzerine gelmesini bekleyip, geldiği anda inisiyatifi alıp hem rakibine ağır darbeler indirmesi, hem de partisinde kendisinin savunmacı siyaset tarzından sıkılan parti mensuplarına ve parti tabanına inisiyatifin kendinde olduğunu gösterebilmesi. Bu yönüyle ilginç bir siyasal figürdür Kılıçdaroğlu.
Savunmacı zekası ve siyaset tarzı bana daha çok Alman Başbakanı Angela Merkel’i andırıyor. O da muhafazakar bir partinin yöneticisi, daha sonra başkanı olarak partide yıllarca köşe başlarını tutmuş, muhafazakar, güç delisi erkek egemen kliği “bekle, zamanı gelince bindir” diyerek, yılların kiri pası ve genellikle sağ partilerde vuku bulan “değerler muhafazakarlığı” sinmiş, Alman Hristiyan Demokrat Partisi’nde “dokunulmaz” addedilen bu erkek kliği iyi bir zamanlama ile, ustaca bir iki hamle ile zafer naraları atmadan tamamen etkisizleştirilmiştir. Partisini, çağdaş muhafazakarlık diye addettiği, 21’inci yüzyılın gereksinimlerine göre yeniden programsal ve örgütsel olarak yapılandırmıştır.
Kılıçdaroğlu ise daha çok sol ve sosyal demokratik partilerde görülen, uzun bir örgütsel geleneğe sahip, “yapısal muhafazakar” yani kurumsal muhafazakarlığın kök bucak saldığı bir parti olan CHP’yi Türkiye şartlarında çağın ve Türkiye’nin gereksinimlerine göre yeniden yapılandırmıştır.
Önder Sav, Deniz Baykal gibi sorgulanamaz politikacıları, Türkiye’deki çağ dışı siyasal partiler kanunundan da yararlanıp kurdukları liderler sultasını, CHP içindeki örgüt muhafazakarlığını çok büyük ölçüde tasfiye etmiştir. Sosyal demokrat kimliği sorgulanan, CHP’nin nerede bittiği, MHP’nin nerede başladığı pek de belli olmayan, uzun yıllar kimlik erozyonu yaşamış, doksan yıllık, “‘yaşlı” bir partiyi “kırıp dökmeden” dönüştürmek, sanıldığı gibi kolay değildir. Kılıçdaroğlu’nun en büyük başarılarından biri de bu değişimi (organizational and strategic change), CHP’de herhangi bir bölünme olmadan gerçekleştirebilmesidir. Bu bağlamda AKP‘ye iktidar yolunu açan 90’lı yıllarda CHP, SHP ve DSP olarak üçe bölünmüş sosyal demokrasiyi de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu bölünme sonucu yerel seçimlerde, İstanbul ve Ankara gibi büyükşehir belediyeleri yüzde 25 ve yüzde 26 gibi çok cüzi oranlarla AKP’ye alenen hediye edilmiştir. AKP iktidarının temel taşları işte bu yerel seçimlerle atılmış, Ankara ve İstanbul yerel seçimlerinin sağladığı maddi imkan ve meşruiyetle 2002 genel seçimlerinde iktidar olmuştur. Bugüne gelinmesinde Türkiye’deki sosyal demokrat partilerinin, bu ağır tarihsel sorumluluğunu da yine bu bağlamda belirtmek gerekir.

KILIÇDAROĞLU’NUN İLETİŞİM TARZI
Aynı zamanda kültürler arası iletişimi okumuş, uzun yıllar bu konuyla uğraşmış, iki kültür arasında büyümüş (crosscultural identity) biri olarak değerlendirdiğimde, Kılıçdaroğlu’nun iletişim tarzı daha çok ortalama bir Batı Avrupa politikacısını andırıyor. Doğu ülkelerinde çokça vuku bulan değerler üzerinden (vatan, millet, bayrak, din) gibi toplumun kolektif hafızada derin yer edinmiş, politik olarak mobilizasyonu bir o kadar kolay olan, kötüye kullanıldığında, trajik sonuçları olan, temel değer yargıları (basic values) gibi emosyonel / duygusal değerler üzerinden kurgulanmış politik iletişim tarzı yok Kılıçdaroğlu’nun. Daha çok rasyonel, akla hitap eden bir siyasal iletişim söz konusu.
Türkiye, göreceli olarak “duygusal” bir kültürün hakim olduğu, siyasal iletişimde akıldan çok duygulara hitap edilen, siyasal tercihlerde akılcı tercihlerden çok, toplumun temel değer yargıları gibi duygusal tercihler üzerinden politik tercihlerin yapıldığı bir ülkedir. Türkiye sağının sürekli bu parametreler üzerinden seçim sonuçlarını belirlediği, çok derin tarihsel ve sosyo – kültürel kökleri olan, çok partili hayata geçtikten sonra sağ partiler tarafından sistematik olarak enstrümantalize edilen, sağ iktidarların, devletin ve özel sektörün bütün basın yayın araçlarıyla, bütün kurumlarıyla sürekli empoze ettiği böyle siyasal bir iletişim tarzının olduğu bir ülkede, Kılıçdaroğlu gibi daha çok rasyonel akla hitap eden bir politikacı, bir siyasal tarz büyük bir şans ama bir o kadar da dezavantajlıdır kendi açısından.
Bu durum, siyasal iletişim kültürünün birinci derecede insanların duygularına yönelik dizayn edildiği, duygu yoğun bir retorikle kitlelere ulaştırıldığı bir ülkede, Kılıçdaroğlu’nun daha çok akla hitap eden iletişim tarzı ve verdiği mesajların ikna edici bir şekilde kamuoyuna ulaşması açısından büyük sorun teşkil etmektedir. Kılıçdaroğlu’nun en büyük handikabı budur.
KILIÇDAROĞLU ERDOĞAN’IN ANTİTEZİDİR
Kılıçdaroğlu, kökleri milattan öncesine dayanan akılcı, rasyonel kültürel bir geleneğin sonucu olarak, makul / rasyonel argümanlarla politikanın kurumsallaştırıldığı Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinde – buna bir de lekesiz, dürüst siyasal biyografisi eklenirse – gayet inandırıcı ve ikna edici olur. Doğu toplumlarında ise insanlar rasyonel argümanları sıkıcı bulur. Daha çok duyguya yani yüreğe dokunan liderler rağbet görür. Türkiye’de karşılaştırılmalı bir liderler profili çıkarılırsa, görülür ki hemen hemen her yönüyle olduğu gibi, Kılıçdaroğlu, akla hitap eden iletişim tarzıyla da Tayyip Erdoğan’ın antitezidir. Nasıl ki Kılıçdaroğlu ağırlıklı olarak akla hitap ediyorsa, Tayyip Erdoğan da özellikle ama özellikle, istisnasız Türkiye insanın duygularını hedef alıp, son derece gelişkin hitabet yeteneğiyle insanların yüreklerine hitap ediyor.
Naçizane iyi bir gündem takipçisiyimdir ve bugüne kadar Tayyip Erdogan’ın akla hitap eden hiçbir konuşmasına rastlamadım. Kılıçdaroğlu insanların aklına, Erdoğan ise insanların yüreklerine sesleniyor. Erdoğan’ın başarısının altında yatan en temel neden de budur kanımca.
Siyasal iletişimi/ felsefe tarihi üzerinden kategorize yapmak gerekirse, Erdoğan Makyavelizm’in Türkiye’de vücut bulmuş halidir.
İletişimin dört temel kategorisi, yani sözel kullandığı jargon (verbal), vücut dili ve hareketleri (non verbal), ses tonu, bağıra bağıra konuşması (para verbal) ve giyim kuşam / kareli ceketi (extra verbal) göz önünde bulundurulduğunda, Tayyip Erdoğan tipik bir Türkiye insanıdır. Sokaktaki adam da, kahvede okey oynayan da, devlet memuru da, tarladaki köylü de, “Anadolu kaplanı” denen, sonradan “burjuvalaşmış” zengin sınıf da şu veya bu ölçüde kendinden bir parça, bir benzer yönünü görür Tayyip Erdoğan’da. Bir toplumu bu kadar çok yansıtan bir politikacı da gerçekten çok az rastlanan bir örnektir.
Makalenin Devami Diger Sayfada