
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstütüsü’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ayşe Buğra, Habertürk gazetesine verdiği röportajda korona sonrası dünya ekonomisinin durumuna yönelik değerlendirmelerde bulundu.
Sağlık hizmetlerine ulaşmanın temel bir insan hakkı olduğundan bahseden Buğra, yaşananlardan sonra eşitsizlik ve sosyal güvensizliğin başka boyutlarının da aklımıza gelmesi gerektiğini savundu.
İşte Habertürk’ten Kübra Par’ın, Prof. Dr. Ayşe Buğra ile röportajı:
Koronavirüse karşı alınan tedbirler tüm ülkelerde ekonomiyi ciddi şekilde zarar uğrattı. İşe gidemeyen insanların devletin sosyal ve finansal desteğine her zamankinden çok ihtiyacı var. ABD’de koronavirüse karşı alınan ekonomik önlemler kapsamında Hazine Bakanı Steven Mnuchin vatandaşlara 1000’er dolar nakit yardımı yapılmasını vadetti. Almanya’da işten çıkarmaların önlenmesi için tazminat ödemesi yapılacak. Fransa’da doğalgaz ve elektrik faturaları ile kiralar da gerekirse ertelenecek, işsizlik ücretlerini devlet ödeyecek. Türkiye’de de bir ekonomik paket açıklandı. CHP Sözcüsü Faik Öztrak “Ücretsiz izine çıkarılanların ücretlerinin bir kısmı İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ödenmeli, işsizlik maaşı süreleri uzatılmalı” dedi… Özetle bu süreç dünyada yeniden refah devletinin ve Keynesci ekonominin yükselişine neden olabilir mi?Yani Korona’nın dünyada yarattığı şok bir tür savaş travması etkisi uyandırarak serbest piyasa kapitalizminden bir dönüşe neden olabilir mi?
Olabilir tabii. Hatta olmamasının bir felaket olacağı bile söylenebilir. Küresel piyasa kapitalizmi, 20. yüzyılın son çeyreğinden beri içinde yaşadığımız düzen, paranın, emeğin ve doğanın görülmemiş bir biçimde metalaştığı bir düzendi. Sermayenin hareketliliği finansal krizleri kaçınılmaz bir hale getirdi; işsizlik tehdidi, düzensiz ve güvencesiz işler, eşitsizlik artışı, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun hayatını belirler hale geldi; doğal çevreye verilen zarar, yaşadığımız dünyayı yaşanmaz hale getirmiş olduğumuz gerçeği,artık kimsenin göz ardı edemeyeceği bir biçim aldı. Bütün bunlar tanık olduğumuz baş döndürücü teknolojik gelişmelere rağmen oldu, teknolojik ve ekonomik gelişme dünyanın daha yaşanabilir, daha adil bir yer olmasına vesile olmadı.
Bu durumu, kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olarak görmek ne kadar yararlı bilmiyorum. Kapitalizm tarihsel olarak hep aynı kalan, toplumdan topluma değişmeyen bir düzen değil. Aksine durmadan değişen, çok dinamik ve değişken niteliğiyle tanımlanabilecek bir düzen. Değişimi de düz bir çizgide ilerlemiyor. Bugünlerde aklıma 1990’ların başında yayınlanmış bir kitap geliyor: Giovanni Arrighi’nin Uzun 20. Yüzyıl adlı kitabı. Arrighi, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin tarihinin bir sarkaç hareketi izlediğini söylüyor. Düzenlenmiş kapitalizm dönemleriyle düzenlenmemiş kapitalizm dönemlerinin tarihsel olarak birbirini izlediği bir hareket… Bu anlatıda, 19. yüzyılın İngiltere hegemonyası altındaki düzenlenmemiş küresel piyasa ekonomisi bizim küresel düzenimize benziyor. Büyük bir finansal genişleme, bir dizi kriz ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Amerikan hegemonyası altındaki düzenlenmiş kapitalist dünya ekonomisi ortaya çıkıyor.
Bu da kapitalist bir dünya ekonomisi, ama piyasanın insanlar ve toplumlar üzerindeki yıkıcı etkilerinin farkedildiği ve siyasi müdahalelerle aşılmaya çalışıldığı bir dönem. Var olan sosyalist modellerin başarılı oldukları söylenemez, ama sosyalist bir tahayyülün varlığının etkisiz olduğu da söyenemez. Mesela Keynezyen refah devletinin ortaya çıkışında, işsizlikle mücadeleyi ve tam istihdamı hedefleyen politikaların, yeni bir toplumsal dayanışma modeli içinde biçimlenenkapsayıcı sosyal güvenlik modellerinin ortaya çıkışında, sosyalist bir alternatifin ciddiye alınışı önemliydi. Eşitlikle özgürlüğün birlikte hayata geçtiği bir demokratik toplum arayışlarının sahipsiz olmadığı, tamamen gerçek dışı görülmediği bir dünyaydı bu.
19. Yüzyılın düzenlenmemiş piyasa ekonomisi döneminden bu düzene geçişte İkinci Dünya Savaşının etkisi çok önemliydi. Savaşın yarattığı travma sonrasında ortaya yeni bir dünya düzeni çıkmıştı. Bizim 20. yüzyılın sonundan beri içinde bulunduğumuz küresel piyasa ekonomimiz ise, giderek bariz bir hal alan bir sürdürülemezlik durumu içinde. Doğal çevrenin ne hale geldiği malum. Ama toplumsal ilişkiler de daha iyi vaziyette değil. Dünya bu kadar bütünleşmiş, herkes bu kadar birbirinin farkında, zenginlikle yoksulluk, teknolojinin sağladığı imkanlarla en temel ihtiyaçlarını sağlayamayan insanların durumu arasındaki çelişki, şiddet ve çaresizlik, hepsi bu kadar gözler önünde… Ya bu durum değişecek, ya da tamamen insanlıktan çıkacağız diye düşünülebilir. O zaman da “bu işin sonu nasıl gelecek?” sorusu gündeme geliyor. Arrighi’nin kitabını hatırlarken, benim aklıma da “acaba yeniden büyük bir savaş mı olacak?” sorusu geliyordu. Savaş yerine bütün dünyayı etkileyen bir salgın belki daha iyi. Kimse kimsenin düşmanı değil, virüs herkese karşı…
‘BELKİ DE VİRÜS, DÜNYAYI DOLAŞIP DURAN KÜRESEL YÜKSEK SOSYETEYE HERKESTEN DAHA ÇOK BULAŞMIŞ DURUMDA’
“Umarım bu salgın, en azından sağlık hizmetlerine ulaşımın temel bir insan hakkı olduğunu, bu sektörün piyasaya bırakılamayacağını anlamamıza vesile olur. Belki ondan sonra eşitsizliğin, sosyal güvencesizliğin başka boyutları da aklımıza gelir.”
ABD’de sağlık sigortasının yaygın olmamasının ve aşırı rekabetçi sağlık sektörünün yarattığı sorunları yaşıyor. Özel hastaneler dahi şu an korona testi yapmıyor yapamıyor. Tarihin sonunun sonu mu? Liberalizmin çöküşüne mi işaret ediyor bu süreç?
Virüs zengin ülkeleri de fakir ülkeleri de etkiliyor, zenginlere de fakirlere de bulaşıyor, ama hepimiz aynı gemide değiliz tabii. Eşitsizliklerin bu kadar önemli olduğu bir yerde, gayet tabii farklı dünyalarda yaşıyoruz. Amerika gibi zengin bir ülkede yaşayanların sağlık hizmetlerine ulaşıp ulaşamamaları paraları olup olmamasına bağlı olduğuna göre, onlar da farklı dünyalarda yaşıyorlar. Eşitsizliğin kabul edilmezliğinin en net görüldüğü yer de, sağlık hizmetleri. Bu salgın maalesef bize bunu iyice gösterecek gibi görünüyor. Belki de virüs, dünyayı dolaşıp duran küresel yüksek sosyeteye herkesten daha çok bulaşmış durumda. Ama iyi beslenen ve daha iyi yaşayanların hastalanma riski daha düşük. Eğer hastalanırlarsa, en kaliteli tedavi olanaklarına ulaşabilecekler. Sonuç olarak, zengin olanlar yaşayacak, yoksullar ölecek. Bu kabul edilebilir bir şey mi? Bu kabul edilmezlik bizi başka alanlardaki eşitsizliklerin ne anlama geldiği üzerine düşünmeye zorlamayacak mı? Umarım bu salgın, en azından sağlık hizmetlerine ulaşımın temel bir insan hakkı olduğunu, bu sektörün piyasaya bırakılamayacağını anlamamıza vesile olur. Belki ondan sonra eşitsizliğin,sosyal güvencesizliğin başka boyutları da aklımıza gelir.
‘1930 KRİZİNİ, FAŞİZMİN YÜKSELİŞİNİ VE ULUSLARARASI KURUMSAL YAPININ EKSİKLERİNİ DÜŞÜNME VAKTİ’
Sizin de bahsettiğiniz gibi Dünya savaşı ortaya çıkan Birleşmiş Milletler ve ona bağlı kuruluşlar son yıllarda zayıflama dönemine girmişti. Bu salgın bize bu tür yapılanmaların güçlenmesi gerektiğini mi gösteriyor yoksa yep yeni yapılara mı ihtiyaç var?
Tabii yapılması gereken şey aynı yapıların güçlendirilmesinin ötesinde bir şey. Amaçları ve öncelikleri bugünün gerçeklerini dikkate alarak tespit etmek, yeni enstrümanlar düşünmek lazım. Ekonomik küreselleşme, sermaye hareketlerinin serbestleşmesine ve baş döndürücü bir biçimde genişlemesine yol açtı. Aynı zamanda da bütün ülke ekonomilerini tek tip bir kurumsal çerçeveye uymaya zorladı. Ulus devletler ülke ekonomisini ve vatandaşlarını finansal sermaye hareketlerinin sonuçlarından koruyamaz hale geldiler. Bunun yanı sıra, bugün dünyanın geleceğini tehdit eder duruma gelen çevre sorunlarıyla karşı karşıyayız. Bu sorunlar, uluslararası ticaretin, özellikle tarım ürünlerinin ticaretinin ulaştığı boyutlardan bağımsız değil. Günümüzün bu sorunlarını birlikte düşününce, sermayenin hareketliliğini kontrol eden, uluslararası ticaretin ulusal ekonomiler üzerinde yıkıcı bir etki yapmasını önleyen, ekonomik gelişmeyi çevreye olan etkisiyle birlikte değerlendiren önlemlerin gerekliliği ortaya çıkıyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz küresel felaket bu önlemlerin gündeme gelmesine vesile olabilir. Buradaki soru şu: “Bu tür önlemlerin her bir ülkenin diğerlerine karşı kendi çıkarını korumaya çalıştığı ve sonunda herkesin zararlı çıktığı bir dinamik yaratmaması için ne yapılabilir?”
Bugün bütün ülkeleri tek tip bir kurumsal çerçeve içine sıkıştırıp ekonomiye müdahale edemez hale getiren düzen yerine, kurumsal çeşitliliğe, ulusal iktisat politikası seçimlerine daha çok yer bırakan bir düzene geçilebilir. Bunun uluslararası ilişkileri zedelemeden ve demokrasi karşıtı eğilimlerin güçlenmesine neden olmadan gerçekleşmesi,uluslararası kurum ve kuruluşların alacağı nitelikle yakından ilgili. Kurumsal çeşitliliğe, iktisat politikası seçimlerine yer veren bir dünya düzenin, ulusal bir içe kapanmışlıkla, başka toplumların ekonomik, sosyal ve siyasi sorunlarına kayıtsızlıkla tanımlanan bir düzen olması gerekmiyor. En azından bunun istenilir bir şey olmadığı savunulabilir. Bu yüzden de, sürdürülebilir bir dünya düzeni içinde sadece uluslararası ekonominin işleyişiyle değil, yoksullukla, siyasi baskılarla, insan hakları ihlalleriyle ilgilen uluslararası kuruluşların da önemli bir yeri olması gerektiği söylenebilir.
‘KORONAYLA MÜCADELEDE MUCİZE ÖRNEK DEMOKRATİK BİR ÜLKE OLAN ALMANYA GİBİ GÖRÜNÜYOR’
Bir süredir şunu düşünüyorum; koronavirüse karşı önlemler devletlerin merkezi olarak aldığı tedbirlerle yürütülüyor. Sokağa çıkma yasakları, kimlerin test yaptırabileceği, hangi ülkelere uçuşların yasaklanacağı, karantina süreçleri… Tüm bu regülasyonlar halklar da itiraz etmeden uyuyor. Bu süreç bize yıllardır süren “laissez faire” tartışmasına karşılık güçlü devletin gerekliliğini mi gösteriyor?Bir başka ifadeyle güçlü devlet ve merkezi yönetimin önemi bu tür kriz dönemlerinde anlaşılıyor desem katılır mısınız?
Evet güçlü bir devletin önemi bu tür kriz dönemlerinde anlaşılıyor. Krizin ekonomik veya siyasi olmaması da önemli, yani sorunun devlet müdahalesi yüzünden olmadığını biliyoruz. Burada güçlü devletten ne kastettiğimiz önemli. Nobel ödüllü bir iktisatçı, Gunnar Myrdal, bunu yıllar önce anlatmıştı. Güçlü devlet, otoriter, baskıcı bir devlet demek değildir. Devletin gücü, siyasi müdahaleden bağımsız, liyakat esasına göre kurulmuş sağlam bir bürokratik yapının ve adil bir vergi mekanizmasının varlığıyla, sosyal hizmetlerin kaliteliliği ve kapsayıcılığıyla ölçülür. Güçlü devlet, vatandaşına iyi hizmet verebilen devlettir. Kriz durumlarında, ihtiyaçların hemen tespit edilip hemen karşılanması özellikle önemlidir. Bunun için de, iyi işleyen enformasyon kanalları ve şeffaflık gerekir, bu da otoriter devlet yapılarında pek bulunmaz. Başka bir Nobel ödüllü iktisatçı, Amartya Sen, 1970’lerde pek çok Asya ve Afrika ülkesini etkilemiş, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş büyük bir kıtlık döneminde, Hindistan’la Çin’in durumunu karşılaştıran bir araştırma yapmıştı. O dönemde bu ülkelerin ikisi de çok yoksuldu. Sen, normal durumlarda Hindistan’da açlık sınırına yakın yaşayan insanların Çin’dekinden daha çok olduğunu, ama kıtlık baş gösterdiğinde Çin’de çok daha fazla sayıda insanın açlıktan öldüğünü yazmıştı. Bunu demokrasi faktörüne bağlıyordu. Çin’deki merkeziyetçi, otoriter rejimin enformasyon akışına meydan vermediğini, önlem alması gereken yetkililerin sorununu niteliği ve mahiyetini zamanında öğrenemediklerini ve doğru önlemi doğru zamanda almakta başarısız olduklarını öne sürüyordu. Çin’in bugün Korona virüsüyle olabildiğince iyi başa çıktığı söylenebilir. Ama mucize örnek demokratik bir ülke olan Almanya. En azından şimdilik öyle görünüyor.
Demokrasiyle krizlerin insani sonuçları arasındaki ilişkiyi düşünürken, otoriter rejimlerin sorunları gizlemek ve insan hayatına fazla değer vermemek gibi özelliklerini de göz önünde bulundurabiliriz. Tabii bir de kriz durumunda toplumun nasıl tepki verdiğini düşünmek lazım. Kriz kontrolu açısından, halkın uygulanması gereken kısıtlamalara boyun eğmesi, bunu da sadece kendini ve ailesini değil komşusunu da düşünerek yapması, ihtiyaç maddelerini kullanmak için veya spekülatif amaçla stoklama eğilimlerinin fazla olmaması, gayet önemli. Kişisel çıkar dürtüsü temelinde işleyen bir ekonomik düzen buna müsait değildir, ama ceberrut devletten korkmak da sorumlu ve dayanışmacı davranışların yaygınlamasında pek etkili olmaz. Sorumlu ve dayanışmacı davranışların ön plana çıktığı toplumların, güven ilişkilerinin güçlü olduğu, insanların devlete ve devlet kurumlarına güvendikleri, kurumlara güvendikleri için birbirlerine de güvendikleri toplumlar olduğunu söyleyebiliriz. Dayanışmacı bir toplumda demokratik kurumların daha iyi işleyeceğini de söyleyebiliriz belki.
‘TÜKETMEYE ODAKLANMAK YERİNE “İYİ YAŞAMAK” NE ANLAMA GELİR DİYE DÜŞÜNEBİLİR MİYİZ?’
Çin’de fabrikaların durmasıyla hava kirliliği oranları azaldı. Mağazaların kapanması insanları tüketim çılgınlığını azaltıyor. Daha az tüketim daha az kirlenme demek.Dünya yavaşlamamızı istiyor olabilir mi?
Vallahi benim aklıma da “ilahi adalet” lafı gelmiyor değil. Acaba teknolojik gelişme ve ekonomik büyümeyi tek hedef olarak görmekten vazgeçip, daha çok tüketmeye odaklanmak yerine “iyi yaşamak” ne anlama gelir diye düşünebilir miyiz? Bunu düşünürken, doğayı, başka insanların ve başka canlıların hayatını da dikkate alabilir miyiz?Bu küresel salgının birbirine taban tabana zıt iki etkisi oldu. Bir yandan, uzun bir süredir alışmış olduğumuz çok yoğun uluslararası ilişkiler birden bire neredeyse durdu. En azından insanların, malların ve hizmetlerin hareketliliği açısından bunu söyleyebiliriz. Şimdilik sanal ortamda birlikteyiz, ama bazılarımızın aklına “ya internet bu yükü kaldıramaz da çökerse” sorusu gelip duruyor. Bu fiziksel bağlantı kopuşu ve sanal ortamdan kopma korkusu, sadece küresel ilişkiler için değil ülke içi, hatta şehir içi ilişkilerle de ilgili, yeni bir şey. Öte yandan, ortada hiç olmadığı kadar yoğun bir kader ortaklığı da var. Dünyanın dört bir yanındaki insanlarla aynı korkuyu paylaşıyor, aynı şekilde eve kapanmış olarak yaşıyoruz. İnsan temasından korkuyoruz, ama başımıza gelen bela ortak. Çin’de, İtalya veya İran’da insanların başına gelenleri hep birlikte kaygıyla izliyoruz.
Mesele bu iki zıt etkinin nasıl sonuç vereceği. Buradan katı bir ulusal ve bireysel bencillik eğilimi de doğabilir, insan dayanışmasının gerekliliğine duyulan güçlü bir inanç da. Büyük felaket durumlarında genellikle bu sonuçların ikisiyle de karşılaşıldığı görülmüştür.İnsanlıktan çıkıldığı da olur, insana yakışır şekilde davranıldığı da. Ama her iki durumda da, bu salgın vesilesiyle dünya ekonomisinin, daha doğrusu günümüz kapitalizminin sorunları üzerine daha ciddi düşünülecek, bu sorunlar daha yoğun bir biçimde tartışılacak ve belki de sahiden bir dönüşüm yaşanacak.
Prof. Dr. Ayşe Buğra kimdir?
19 Aralık 1951 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın babası romancı Tarık Buğra, annesi oyun yazarı Jale Baysal‘dır. Buğra, Robert Koleji ve Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitim görmüş, yüksek lisansını Laval Üniversitesi’nde, doktorasını ise McGill Üniversitesi’nde tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi, McGill Üniversitesi, Sherbrooke Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.
Halen Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkIlap Tarihi Enstitüsü’nde öğretim üyesi olan Buğra, Prof. Dr. Çağlar Keyder ile birlikte Sosyal Politika Forumu‘nun da kurucusudur.
Prof. Dr. Ayşe Buğra The World Academy of Sciences (TWAS) 2015 Dünya Bilim Akademisi Ödülü’ne layık görülmüştür.
İngilizce ve Fransızca bilen Prof Dr. Buğra’nın birçok dergide makaleleri yayınlanmıştır.
Prof. Dr. Ayşe Buğra, halen tutuklu bulunan iş adamı ve philanthropist Osman Kavala ile evlidir.