1950’li yıllarda bir görüş ortaya atılır. Görüşün sahibi, Arjantinli Raul Prebisch’tir. Prebisch, 1950’den 1963’e kadar Birleşmiş Milletler Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu’nun icra sekreterliği görevini yürütmüştür.
Prebisch, sanayileşmiş ülkelerdeki büyüme oranlarının gelir düzeyi düşük ülkelere mutlak olarak yansımadığını tespit eder. Hatta, sıklıkla sorun yaratabildiğini gözlemler. Prebisch’in tezi Klasik İktisat’ın büyümeden herkesin yararlanacağı görüşüne ters düşmektedir.
Zengin ülkeler, düşük gelirli ülkelerden emtia satın almakta ve işlemektedirler. Zengin ülkelerin üretim ile ek katma değer yarattığı nihai ürünler daha sonra düşük gelirli ülkelere satılmaktadır. Zira, düşük gelirli ülkeler yüksek gelirli ülkelerin sahip olduğu üretim olanaklarına sahip değildir. Bu dış ticaret döngüsünün düşük gelirli ülkeler açısından olumsuz sonuçları bulunmaktadır. Düşük gelirli ülkelerin sattığı emtianın satış değeri yüksek gelirli ülkelerin üretim süreçleri sonunda ürettikleri nihai ürünün değerinin doğal olarak altındadır. Bu nedenle, düşük gelirli ülkelerin ihracatının (satılan emtia) ithalatını (yüksek gelirli ülkelerin ihracatı) karşılayabilmesi hiçbir zaman mümkün olamamaktadır.
Prebisch’in düşük gelirli ülkeler için çözümü ithal ikamesiydi. Yerli sanayiyi geliştirerek yüksek gelir grubundaki ülkelere karşı ithalat bağımlılığını azaltma yöntemi kullanılmalıydı. Ancak, bunu başarmanın önünde engeller bulunuyordu.
Düşük gelirli ülkelerin pazar büyüklükleri ölçek ekonomisi yaratacak büyüklükte değildi. Bu nedenle, yerli üretime geçmenin ekonomik gerekçesi oluşamıyordu. Siyaset, bu yönde adım atmak konusunda bir irade ortaya koyamıyordu. Düşük gelirli ülkelerin ihraç ettiği emtianın nasıl paylaşılacağı da bir sorundu. Zira, emtiaya zengin ülkeler de ihtiyaç duyuyordu. Düşük gelirli ülkelerin de kalkınmak için yüksek gelirli ülkelerle ticarete ihtiyacı vardı.
Bağımlılık teorilerine serbest piyasa ekonomisini benimseyen görüşler içinde farklı okulların bakış açılarıyla bakmak mümkün. Diğer yandan, Marksist görüşe sahip iktisatçılar konuyu emperyalizm ekseninde irdelemekteler.
Prebisch’in fikirlerinin oluşmasına vesile olan 1950’lerin dünyası bugünkünden çok farklıydı. Ancak, ülkelerin gelişmişlik düzeyinden kaynaklanan bağımlılık kavramı nitelik ve nicelik değiştirse de bir gerçek olma özelliğini kaybetmedi. Nitekim, 1980’lerin Latin Amerika krizi de bağımlılığın bir göstergesi oldu. Prebisch’in dış ticaret üzerinden anlattığı bağımlılık 1980’lerde para politikaları üzerinden yaşanıyordu.
1979’da, Fed’in başına başkan Jimmy Carter tarafından Paul Volcker getirildi. 1979’un petrol krizi sonrasında yükselen enflasyon nedeniyle Volcker faizi neredeyse %20 seviyesine çıkardı. Enflasyon, Mart 1980’de hemen hemen yıllık %15’e kadar çıkmıştı. Volcker, faiz artırımı ile 1982’nin sonlarına yaklaşılırken enflasyonu düşüyordu ama işsizlik %10.8’e ulaşmıştı. Yok olan işlerin %90’ı madencilik, inşaat ve üretim sektörlerindeydi.
Ekonominin yavaşlaması nedeniyle ABD’de bazı ekonomik sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Otomobil bayileri satılamayan araçların anahtarlarını protesto amacıyla Fed’e postalıyor, çiftçiler traktörleriyle Fed binası çevresinde tur atıyorlardı.
Yüksek enflasyondan kurtulmak için uygulanan para politikası ABD içinde hoşnutsuzluklar yaratırken dünya genelinde de önemli etkilere sahipti. Ancak, Latin Amerika’yı her yerden fazla etkiliyordu.
Volcker’ın faiz hamlesinin gelişmekte olan ülkelere maliyeti ağırdı. ABD’de faizin artması Latin Amerika’ya bir kayıp 10 yıl yaşatmıştı. Milli gelir çökmüş, işsizlik patlamış ve fakirlik yayılmıştı. Volcker’ın kararı ABD için doğru da olsa, Latin Amerika krizinin o güne kadar dünyanın gördüğü en sert finansal kriz olduğu dahi düşünülüyordu.
Latin Amerika başta olmak üzere gelişmekte olan pek çok ülke için temel sorun Amerikan Doları cinsinden borçluluk idi. Fed’in faizi artırmasıyla Dolar cinsinden faizin artması borcun maliyetini artırıyor ve bir borç krizine sebep oluyordu.
Tecrübelerini bağımlılıktan kurtulmak amacıyla bir gün kullanmak isteyen ülkeler kalkınmak zorunda. Konum değiştirmek ise onlarca yıl alıyor. Eğer, niyet olursa. Diğer bir ifadeyle, Prebisch’in bağımlılıktan kurtulmanın yolunu ararken engel olarak gördüğü siyasi iradenin eksikliği ortadan kalkarsa. Siyasi irade konusunu Türkiye üzerinden de düşününce ortaya onlarca yıllık acı bir tablo çıkmıyor mu?
Arda Tunca, 1988 yılında Kabataş Erkek Lisesi’ni ve 1992 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Aynı üniversitede Para ve Bankacılık üzerine yüksek lisansını Dışlama Etkisi başlıklı teziyle tamamladı. 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistan olarak görev yapmaya başladı ve 2 iki yıl akademik çalışmalar yapmak üzere Berkeley, ABD’de bulundu. 1996-1998 arasında AIESEC bursiyeri olarak çok uluslu bir Amerikan firmasında pazar araştırmaları yapmak üzere Cenevre/İsviçre’de göreve başladı. Türkiye’ye döndükten sonra, 1998’de kariyerini finans alanında başlattı. O yıldan itibaren, bankacılık sektörü ve reel sektörde çeşitli kuruluşlarda, farklı kademelerde muhasebe, finans ve bütçe fonksiyonlarında yer aldı. Üstlendiği sorumluluklar, muhasebe, işletme sermayesi ve risk yönetimi, proje finansmanı, uluslararası ticaret finansmanı, finansal yapılanma ve şirket transformasyonu, değişim yönetimi ve finansal planlama alanlarında odaklandı. Çeşitli dergilerde düzenli yazılar yazdı, televizyon programlarında zaman zaman ekonomi yorumları yapmaktadır.