1984 yapımı “Amadeus” Peter Shaffer’ın oyunundan uyarlanmış, yönetmen Milos Forman’ın elinden çıkmış biyografik bir drama filmidir. Film kadar derindir ki, kaç kez izlediğimi, Viyana’daki o müzikal sahnelerde kaç kez kaybolduğumu hatırlamıyorum. Yıllar sonra İstanbul Devlet Tiyatrosu‘nda Celal Kadri Kınoğlu’nun Salieri’yi, Zafer Algöz’ün Mozart’ı canlandırdığı müthiş performanslarını da izlemiştim. Bu güçlü hikâyeyi yakın geçmişte Okan Bayülgen-Selçuk Yöntem ikilisinden de izleme şansına erişen izleyicilerden biriyim. Her seferinde, insan ruhunun o karmaşık duygularıyla daha da derin bir bağ kurdum.
“Haset (!)” üzerine yapılan akademik bir tartışmanın kulak misafiri olduğum bir günde “Amadeus” filmi tekrar aklıma geldi ve hemen o akşam tekrar izledim. Film, Antonio Salieri’nin perspektifinden Wolfgang Amadeus Mozart’ın hayatını, özellikle Viyana’da geçirdiği yılları ve müzikal başarılarını konu alır. Kıskançlık, deha, insanın içsel zayıflıkları ve Tanrı ile olan mücadele üzerine kurulmuş bir dramdır. Salieri’nin Mozart’ın müzikal yeteneği karşısında duyduğu derin kıskançlık, Salieri’nin manevi çöküşünün temelini oluşturur.
Filmde Mozart, genç, aşırı derecede yetenekli, ancak sosyal açıdan tuhaf, sorumsuz ve düzensiz bir müzisyen olarak betimlenir. Onun çocuksu doğası, ciddiyet eksikliği ve davranışlarındaki aşırılıklar, dönemin saray yaşamıyla keskin bir zıtlık oluşturur. Müzikal dehası ise şaşırtıcıdır ve bu, Salieri için kıskançlık kaynağıdır. Salieri ise Viyana’da saray müzisyeni olarak saygı gören, dindar ve çalışkan bir bestecidir. Salieri, Mozart’ın yeteneğini görünce onunla başa çıkamayacağını fark eder. Tanrı’ya olan inancı zedelenir ve Tanrı’nın Mozart’a bu yeteneği verip kendisini neden ‘ortalama’ bıraktığını sorgulamaya başlar. Bu kıskançlık ve saplantı, Salieri’nin Mozart’ın hayatını mahvetme girişimlerine yol açar.
Filmde kullanılan metaforlar arasında “sessizlik” ve “kıskançlık” öne çıkar. Sessizlik, filmde hem fiziksel hem de manevi anlamda kullanılır. Salieri’nin müzikal kariyeri boyunca içsel bir sessizlik hissetmesi, onun Tanrı tarafından terk edildiği inancını yansıtır. Kıskançlık ise, Salieri’nin Mozart’ın üstün yeteneğini asla aşamayacağını anladığında kendini yiyip bitiren bir duygudur.
Sanırım mesleki güdülerle ve aldığım eğitimlerin yansımasıyla film beni çok farklı yerlere götürdü ve zihnimde o kavram belirdi: “YENGEÇ SEPETİ SENDROMU”.
Yengeç Sepeti Sendromu (YSS) kavramı, ilk kez Filipinli aktivist yazar Ninotchka Rosca tarafından “yengeç kişilikler” olarak tanıtılmıştır. “Crab in Barrel Syndrome” metaforu, deniz kenarındaki balıkçıların anlattığı bir hikâyeden doğmuştur. Hikâyeye göre, kovadaki yengeçler birbirini aşağı çekerek kaçışlarını engeller, aynı durumu iş yerindeki bireyler de başarılı olanları aşağı çekmeye çalışarak sergiler. Zamanla bu olumsuz davranış, iş yerinde sosyal bir eğilim hâline gelir.
Kavram, örgütsel davranış literatürüne olumsuz bir çalışan davranışı olarak kazandırılmıştır. Bu sendroma sahip kişiler, ekip çalışmasına önem vermez, diğerlerinin başarılarını engeller ve küçümser, kendi başarısızlıklarını örtbas edip başkalarının başarılarını tehdit olarak görür, iş arkadaşlarıyla sürekli rekabet içindedir (ancak bu “çirkin” bir rekabettir), başkalarına astları gibi davranırlar, zamanlarını diğer insanlar hakkında konuşarak geçirirler, her konuda fikir sahibi gibi davranırlar, arkadaşları başarı gösterdiğinde gurur duymak yerine paniğe kapılırlar ve en önemlisi “Ben yapamıyorsam sen de yapamazsın” düşüncesine sahiptirler.
Peki neden filmi rahatça izleyemedim ve filmle yengeç sepetleri arasında bir bağ kurdum? Dört temel noktaya değinerek anlatırsam belki kurduğum ilişkiyi daha açık ifade edebilirim.
Kıskançlık ve Kendini Yok Etme: Salieri’nin kıskançlığı, YSS’nin özünü yansıtır; yani başkalarının başarısını kendi seviyesine çekme dürtüsünü. Mozart’ın dehası karşısında kendini küçük hisseden Salieri, Mozart’ı düşürme çabasına girer ve bu onu içten içe çökertir. Tıpkı yengeçlerin, kaçmaya çalışan bir yoldaşını geri çekmesi gibi, Salieri de Mozart’ın yükselmesini engelleyerek kendi ruhunu karanlığa sürükler.
Tanrı’nın Adaleti ve Kader: YSS’nin karakterinde bulunan başarı kıskançlığı, Tanrı’ya isyanı beraberinde getirir. Salieri, Mozart’ın müthiş yeteneğini Tanrı’nın adaletsizliği olarak görür. Başkalarının başarısını engellemeye çalışırken, Tanrı’nın kaderine karşı savaşır ve bu, O’nun hem Tanrı ile olan bağını hem de iç huzurunu zedeler.
Sanat ve Zamanın Ötesine Geçme: Mozart’ın sanatı, Salieri’nin tüm kıskançlığına rağmen zamana meydan okur. YSS’deki sabote etme dürtüsü, başarılı olanı kendi seviyesine çekmeyi amaçlar, fakat filmde görüldüğü gibi gerçek sanat bu tür küçük entrikaları aşarak ölümsüzlüğe ulaşır. Salieri’nin tüm çabalarına rağmen, Mozart’ın müziği nesiller boyunca yankılanmaya devam eder, bu da Salieri’nin kendi başarısızlığını iyice pekiştirir.
İnsan Zayıflığı ve Kusurlar: YSS’nin temelinde yatan kusurları, Salieri’nin kıskançlıkla dolu kalbiyle örtüşür. Mozart’ın hem dâhiliği hem de sorumsuzluğu, Salieri’nin içindeki derin yetersizlik duygularını tetikler. Diğer insanların başarılarını sabote etme arzusu, Salieri’nin kendi içindeki kusurları daha belirgin hâle getirir ve bu süreç, YSS’nin da işleyiş mekanizmasını kusursuz bir biçimde temsil eder: Kıskançlık, başkalarını aşağı çekmekten öte, kendini yok eden bir güce dönüşür.
Sonuç olarak, “Amadeus” filminde Salieri’nin Mozart’a duyduğu kıskançlık, YSS’nin dramatik bir tasviri olarak karşımıza çıkar. Her iki durumda da başkalarının başarısını engellemeye çalışan birey, sonunda kendi ruhunu tüketir. Salieri, Yengeç Sepeti metaforunda olduğu gibi, Mozart’ı geri çekmeye çalışırken kendi başarısızlığıyla yüzleşir ve bu durum, insan doğasının kıskançlıkla nasıl şekillendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
Şimdi de akademideki “Yengeç Sepeti” sendromuna bir göz atalım! Hani, bilimsel ilerleme, entelektüel merak ve özgür düşünce ile dolu olması gereken o kutsal mekân… Kimi zaman fikirler, yepyeni bir ışık getirecekken, kıskançlık ve rekabetin karanlığı altında boğulur. Herkes birbirini geçmeye çalışırken, kimse ilerlemeye cesaret edemez. İşbirliği, başarıya ortak olma düşüncesi yerine, “Ben çıkamıyorsam, sen de çıkamazsın!” zihniyetiyle yerini çirkin bir yarışa bırakır. İşte o an, yengeçlerin sessiz çekişmesi başlar.
Devamı bir sonraki yazıda…
1984 yılında İstanbul’da doğmuştur. 2002 yılında Kabataş Erkek Lisesi’nden mezun olmuştur. 2007 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat ve Maliye bölümlerini bitirmiştir. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Opera Sanat Dalı Şan Bölümü’ndeki eğitimini de tamamlamıştır. 2009 yılında İTÜ Ekonomi bölümünde Prof. Dr. Raziye Selim danışmanlığında “yüksek lisans”, 2014’te ise Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat bölümünde Prof. Dr. A. Suut Doğruel danışmanlığında “doktora” derecelerini almıştır. 2012 yılında doktora çalışmaları sırasında 6 ay süresince Almanya’da bulunan Johannes Gutenberg University Mainz’da araştırmacı olarak bulunmuştur. 2009-2014 yılları arasında İTÜ İşletme Mühendisliği İktisat kürsüsünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmıştır. Beykent Üniversitesi İİBF Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü’nde doçent olarak görev yapmaktadır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümündeki öğrenimine devam etmektedir.