İyi bir sanatçı, yalnızca yaratıcı becerileriyle değil, aynı zamanda entelektüel derinliğiyle de ön plana çıkmalıdır. Hem düşünsel hem de sanatsal yaratıcılığı harmanlayan sanatçılar, dönemlerinin ötesine geçerek insanlığın kolektif hafızasında yer edinirler. Bu bakış açısıyla ele alınan Bilen Işıktaş’ın Erken Cumhuriyet’in Sesleri: 1930’lar Türkiyesi’nde Müziğin Ekonomi-Politiği adlı kitabı, Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi müzik dünyasının gölgede kalmış yanlarını aydınlatan çok katmanlı bir çalışma olarak öne çıkıyor.
Yazarın teşekkür bölümünde yer alan içten ifadeleri, eserin yazım sürecindeki duygusal yoğunluğu ve motivasyonu açıkça ortaya koyuyor:
“Ulaştığım her yazıda gerçekten duygulandım. Yeri geldi, kütüphanede farkında olmadan coştum ve ayağa kalktım. Umarım aynı duygu sizlere de ulaşır. Kitabın, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür ve müzik tarihinin gölgede kalmış bir kısmını aydınlatması beklentisiyle.”
Bu samimi ve duygusal girişin ardından, kitabın akademik derinliği ve ekonomi-politik bağlamda müziği ele alışı dikkat çekiyor. Bilen Işıktaş, müziği yalnızca estetik bir fenomen olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve ekonomik yapıların bir yansıması olarak ele alıyor. Prof. Dr. Ali Ergur’un sunuş yazısındaki şu çarpıcı alıntı, bu derin anlayışın mükemmel bir özeti niteliğinde:
“Müzik, toplumsal olanın üzerine en doğru ve çarpıcı şekilde taşıyan ayrıcalıklı bir mecra olarak tanımlanabilir. Müziğin zamana ve mekâna sızan özelliği, onu diğer sanatlardan farklı kılar. Müzik, somut bir plastik varlığı olmadığı için çok uçucu, hem somut hem soyut anlamdaki dünyaları dönüştürme becerisine sahip olduğu için çok kalıcı bir özellik arz eder. Müziğin toplumsal karakteri, insanın doğayla ilişkisinin örgütlenme biçimini estetik düzeyde kodlar. Böylece müzik, hâkim üretim biçiminin gerektirdiği maddi ve ideolojik koşullar cinsinden tanımlanır.”
Bu ifadeler, müziği sadece bir sanat dalı olarak görmek yerine, toplumun ekonomik ve sosyal yapılarının bir yansıması olarak değerlendirmenin önemini vurguluyor. Kitap boyunca, müziğin mekânı ve zamanı aşarak toplumsal anlamlar taşıma kapasitesi üzerinde duruluyor. Son dönemde okuduğum en samimi ve derin sunuşlardan biri olan Prof. Ergur’un yazısı, eserin genel yapısına güçlü bir giriş sağlıyor.
“Erken Cumhuriyet’in Sesleri, 1930’lar Türkiyesi’nin müzik ortamını ve müzisyen portrelerini birlikte ele alıyor. Bilen Işıktaş, söz konusu dönemde dünyadaki ve ülkedeki ekonomik koşulların müzik üretimi üzerindeki etkilerini inceleyerek bu üretimin sosyoekonomik ve kültürel bağlamlar içinde şekillenişini analiz ediyor. Işıktaş, gerek teknoloji, müzikteki yeni türler, müzisyenlerin icra platformları gibi konulara gerek o dönem yapılan tartışmalara (alaturka-alafranga kavgası, içkili yerlerde müzik icrası vb.) panoramik biçimde bakıyor.”
Tanıtım bülteninden
Işıktaş, ekonominin üretilen ve kaydedilen müziğin kalbinde yer aldığını vurguluyor. Çoğu müzisyenin hayatının genellikle ekonomik açıdan zorlayıcı fakat kişisel açıdan tatmin edici olduğunu belirtiyor. Müzisyenler için tatminin önemli bir bölümünün, tutkuyla icra ettikleri mesleği yapmaktan ve izleyicilerini mutlu etmek için aynı tutkuyla çalışan diğer müzisyenlerle işbirliği içinde olmaktan kaynaklandığını dile getiriyor. Her dönemde müzisyenlerin, sadece eserleriyle değil, o eserlerin üretim sürecindeki ekonomik, kültürel ve toplumsal koşullar içinde var olabilme stratejileriyle de tarihin öznesi olduklarını belirtiyor.
Müzik ve politika her zaman iç içedir. Bu bağlamda Işıktaş, bir müzisyen veya sosyologdan ziyade bir ekonomist olan Jacques Attali’nin 1985 yılında yayımlanan Gürültü adlı kitabına atıfta bulunuyor ve Attali’nin müziğin ekonomik ve politik bağlamını ön plana çıkaran ilk isimlerden biri olduğunu belirtiyor. Işıktaş, Türkiye’de müzik piyasasının gelişimini ve müzisyenlerin bu piyasa koşullarına nasıl adapte olduklarını incelerken, müziğin sadece sanatsal değil, aynı zamanda ekonomik bir ürün olduğunu da vurguluyor.
Kitap, müziğin üretim, dağıtım ve tüketim süreçlerinde piyasa koşullarının nasıl etkili olduğuna dair kapsamlı analizler içeriyor. Raymond Boudon ve Max Weber gibi önemli sosyal bilimcilerin teorilerine de yer veriliyor. Özellikle Boudon’un bireyin yapısal koşullardan bağımsız olarak hareket edemeyeceği tezine dayanarak, müziğin de toplumsal yapılar ve ekonomik düzenlerden bağımsız olamayacağını savunuyor. Alaturka ve alafranga tartışmalarının, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecindeki sosyokültürel sancıların bir dışavurumu olduğunu belirtiyor.
Kitapta ayrıca Safiye Ayla, Deniz Kızı Eftalya ve Münir Nurettin Selçuk gibi önemli müzisyenlerin ekonomik zorluklarına ve müzikal başarılarının ardındaki stratejilere dair anekdotlara yer veriliyor. Özellikle Tamburi Cemil’in hayranlığını kazanan Vasil’in şu sözleri, iki müzik arasındaki (alaturka-alafranga) ekonomik ve kültürel farkları net bir şekilde ortaya koyuyor: “Aklım olsaydı alafranga keman çalardım; meyhanelerde kemençe ile ekmek parası kazanmaya uğraşmazdım.” Aynı şekilde, Tanburi Cemil Bey ekolünden gelen kemençe virtüözü rahmetli İhsan Özgen de geçmişte birçok sanatçının eserlerinin ancak ölümünden sonra değer kazandığını ve bu sanatçıların yaşamları boyunca yarattıkları eserlerin bedelini kendilerinin ödediğini ifade eder.
Işıktaş, kitabında toplumsal ve kültürel değişimlerin müziği nasıl etkilediğini ve şehirleşme sürecinin bu değişimdeki rolünü vurguluyor. Şehirleşmeyle birlikte, ceplerinde para ve boş vakit bulunan bireyler için yeni kişilik modellerinin doğduğundan ve bu yıldız figürlerin toplumun kendini tanımlama sürecinde önemli roller üstlendiğinden bahsediyor. Teknolojik gelişmelerin ve kayıt teknolojilerinin bu yıldız sanatçıları evlerin içine kadar taşıdığı, böylece sanatçıların kitlesel eğlence sektörünün parçaları hâline geldiği belirtiliyor.
1929’da Amerika’da başlayan Büyük Buhran‘ın etkileri de kitabın önemli bölümlerinden biri. Kriz, sanat dünyasını derinden sarsmış; müzisyenler alım gücünün düşmesi ve işgücü daralması gibi sorunlarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Müziğin piyasa koşullarına göre evrilmesinin yanı sıra, bestecilerin bu koşullara karşı geliştirdikleri savunma stratejilerinin göz ardı edilmemesi gerektiği kitapta vurgulanan diğer konular arasında.
Işıktaş, İstanbul’un Direklerarası gibi bölgelerinde gelişen müzik piyasasının ve profesyonelleşen yapısının, müziğin ticarileşme sürecinde nasıl bir rol oynadığını detaylandırıyor. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda müziğin piyasalaşması, repertuarın zayıflaması ve daha basit formların öne çıkması gibi eleştiriler öne çıkıyor. Tanburi İzzettin Ökte’nin plak sektöründeki ticari güdülerin müziği olumsuz etkilediğine dair eleştirileri de kitapta yer alıyor.
Adorno‘nun müziğin metalaşmasıyla ilgili görüşlerine de yer veren Işıktaş, kapitalist propaganda aygıtlarının, özellikle radyo ve sesli film tekniklerinin, müziğin üretim mekânlarını köklü bir şekilde değiştirdiğini belirtiyor. Müziğin artık ilk icrasından koptuğunun, zaman ve mekâna paketlenmiş bir metaya dönüştüğünün altını çiziyor. 1890’lı yıllarda İstanbul’a gelen fonografın ardından gramofonun müziği geniş kitlelere ulaştıran bir araç hâline geldiği de vurgulanıyor. Gramofonun, müziğin kişisel dinleti hâline gelmesine olanak sağlayarak, müzisyenler için eserlerini kaydedip iz bırakma fırsatı yarattığı da belirtiliyor.
Müziğin ekonomik değerinin pazar tarafından belirlendiğini vurgulayan Işıktaş, bu sürecin müzisyenlerin yapmak istedikleri müzik ile yaptıkları müzik arasında büyük farklar oluşturduğunu belirtiyor. Kültür endüstrisinin müziği tüketime sunarken, dinleyicilerin sürekli olarak bu standartlaştırılmış müziği talep ettiğini ifade eden Işıktaş, müziğin ekonomi politiğine dair analizlerini derinleştiriyor.
Ayrıca kitap, musiki inkılabı tartışmalarına da geniş yer veriyor. Muhlis Sabahattin, bu konuda yabancı uzmanlara danışılmasına karşı çıkıp, yerli sanatçılara başvurulması gerektiğini savunuyor. Deniz Kızı Eftalya, “Sesimin alafrangası ya da alaturkası olmaz, benim sesim var, söylüyorum” diyerek tartışmalara meydan okuyor. Aynı dönemde Safiye Ayla, incesaz ekiplerinin müziği bayağılaştırdığını belirterek tartışmaya katılıyor.
Sonuç olarak, çalışma alanımın ekonomi-politik olması dolayısıyla, Bilen Hoca’nın müziği ekonomi-politik bağlamda ele alışı, kitabı daha titiz okumamı sağladı. Yazarın, okuduğum diğer kitaplarında olduğu gibi, bu eserde de sergilediği özenli araştırma ve akademik derinlik, müziği yalnızca estetik bir fenomen olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve ekonomik yapıların bir yansıması olarak incelemesi, esere olan ilgimi daha da pekiştirdi. Özetle diyebilirim ki, Prof. Dr. Bilen Işıktaş Hoca yine şaşırtmayarak oldukça titiz bir arşiv çalışmasıyla gelecek çalışmalara sağlam bir el veriyor.
1984 yılında İstanbul’da doğmuştur. 2002 yılında Kabataş Erkek Lisesi’nden mezun olmuştur. 2007 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat ve Maliye bölümlerini bitirmiştir. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Opera Sanat Dalı Şan Bölümü’ndeki eğitimini de tamamlamıştır. 2009 yılında İTÜ Ekonomi bölümünde Prof. Dr. Raziye Selim danışmanlığında “yüksek lisans”, 2014’te ise Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat bölümünde Prof. Dr. A. Suut Doğruel danışmanlığında “doktora” derecelerini almıştır. 2012 yılında doktora çalışmaları sırasında 6 ay süresince Almanya’da bulunan Johannes Gutenberg University Mainz’da araştırmacı olarak bulunmuştur. 2009-2014 yılları arasında İTÜ İşletme Mühendisliği İktisat kürsüsünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmıştır. Beykent Üniversitesi İİBF Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü’nde doçent olarak görev yapmaktadır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümündeki öğrenimine devam etmektedir.