Podcast | Turan Altuner – Öner Günçavdı / Transcript
İktisat, Siyasal ve Toplumsal Örgütlenme | Tarihsel bir Bakış
- Hocam sizin bize de ilettiğiniz bir sunumunuz vardı, çok teşekkür ederim. Biz o sunumdan yola çıkarak sanayisizleşme konusunu sizinle konuşmak istedik. Zaten bir gelişim ekonomisi uzmanısınız aynı zamanda, özellikle de Türkiye ekonomisinin gelişimi konusunu daha yakından incelemiş bir akademisyensiniz. Size ilk sorumu şöyle sormak istiyorum: sanayisizleşme ve yeni bir toplumsal organizasyondan bahsediyorsunuz. Bu sanayisizleşme nedir, ne zaman ortaya çıktı, kapsamı nedir, gelecek öngörüsü nedir ve Türkiye özelinde nasıl olacak bu iş? Bunu bize açıklar mısınız lütfen.
Ö.G: Türkiyedeki iktisadi olayların açıklanmasında siyasi ve toplumsal örgütlenme şeklinin de önemli olduğunu düşünüyorum. Yani iktisat denilen şeyin salt teknik tarafıyla ele alınmaması gerekir, bunun yanında sosyolojik ve siyasi tarafı da vardır bunun. Dolayısıyla karşılıklı bir etkileşim de sözkonusu. Bazen siyasi bir iktisadi problemi çözmek istediğiniz zaman bunun toplumda yansımaları olur. O yansımalar sizin iktisadi çözümlerinize bazen engel olur, bazen de teşvik edici olur. Yani bu etkileşim önemlidir. Dolayısıyla iktisadi kalkınma problemini bizim gibi ülkelerde ele alırken salt iktisat tekniğiyle ele almanın doğru olmadığını düşünüyorum. Türkiye’deki kalkınma sürecinin de GSYH’daki düzenli artışlar şeklinde de ele alınmaması gerektiğini düşünüyorum. O artışın kaynakları, aslında ya da perfomansı aynı zamanda ülkenin sahip olduğu siyasi organizasyon ve toplumsal örgütlenme şekliyle de yakından ilişkilidir diye düşünüyorum.
Bu kadar açık olmasa da, en son Şevket Pamuk hocanın Princeton’dan çıkan kitabı da temel itibarıyla aslında bunu vurgulamaya, bunun amprik şeylerini vermeye çalışıyor. Benim kastım ise şu: kalkınma denilen şey Türkiye gibi ülkelerde bir bakıma sektörel transformasyonu içeriyor, yani bizim gibi ülkeler sanayileşmeye sonradan giren ülkeler. Ağırlıklı geleneksel bir üretim tarzına sahip olan ülkelerdir bunlar, zaten geri kalma sebepleri de bu gelenekselci yapıdan bir türlü kurtulamamalarıdır. Bazen ülkeler bu gelenekselci yapıları tepeden inmeci bir şekilde, sadece iktisadi boyutuyla ele alıp tasfiye etmeye çalışırlar. Ama bu tek başına mümkün değil, bunun bir de sosyolojik tarafı var, kesimsel tarafı var, dolayısıyla bütüncül yaklaşmanın faydalı olacağını düşünüyorum.
Bu bakımdan da aslında Türkiye çok özgün bir örnektir çünkü cumhuriyet felsefesi, İstiklal Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu aslında Türkiyenin kalkınma sorununu bir bütün olarak, toplumsal siyasi ve aynı zamanda iktisadi bir bütün olarak ele alması bakımından da, dünyada ilklerden birisidir. O yüzden onu ayrı bir yere koymak lazım. Ama şimdi biz tartışmamıza kalkınma iktisadı ve günümüz Türkiyesi açısından baktığımızda ancak 1946’ya kadar inebiliyoruz, yani 2. Dünya Savaşı’na kadar inebiliyoruz. Çünkü ancak bu savaş bittikten sonra bu kalkınma iktisadı denilen şey ve kalkınma denilen problem bütün dünyaya malolmuş ve bir iktisat disiplini olarak ortaya çıkmış.
Neydi o dönemki felsefe? Gelenekselci ve ağırlıklı olarak tarıma dayalı ekonomilerin bir şekilde sanayiye doğru kaydırılmaları gerçekleşecek ve sanayi toplumu olacaktı. Neden sanayi deniliyordu? Çünkü dünyadaki o günkü örneklere bakıldığında, o günkü kurumsal yapıya bakıldığında ekonomilerdeki büyüme performansları sanayilerle çok daha iyi durumdaydı. Çünkü toplam faktör verimliliği sanayide daha yüksek tarıma göre, tarımdaki nüfus miktarı çok fazla, fazla olmasının yanında üretkenlikler de bununla birlikte düşmüş durumda ve tarım nüfusu ekonomide bir motor olmak, değer yaratmak ve tüm topluma yetebilecek bir değer oluşturmak bakımından yetersiz oluyor, daha doğrusu batılı kapitalist ekonomilerdeki refaha ulaşabilmek için yeterli kapasiteye sahip olmayan bir sektör. Dolayısıyla gelişmekte olan ülkelere böyle bir yön çiziliyor, deniliyor ki, siz sanayileştiğiniz taktirde refahınızı artırabilirsiniz.
Bunun bir başka boyutu var. Çünkü sanayileşme ekonominin bir motoru ve yüksek gelir sağlayan bir motor oluyor hem de bu ülkelerin birtakım ihtiyaçları var, sanayi malı ihtiyaçları var. Teknolojik olarak yeterli olmadıkları sanayi mallarını dışarıdan temin ediyorlar, bir kısmını da içlerinden üreterek, üretmeye teşebbüs ederek onların faturasını da bir şekilde temin etmeye çalışıyorlar. Bu dinamikler literatürde çok tartışılır, konuşulur, sağ ve sol taraftan kalkınmacılar da çok konuştu bunu, çeşitli boyutlarını inceledi, ama bizim için önemli olan böyle bir ihtiyacın varlığı. Bu ihtiyaç o dönem ülkeler ve uluslararası kurumsal çerçeve içerisinde birçok ülke tarafından tercih edildi ve IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar da buna danışmanlık yaptılar. Nasıl sanayileşebiliriz, nasıl ekonomiler transforme olabilir, bunun için gerekli reformlar – hani bugün çok tartışılıyor ya – nelerdir tartışması o günlerden itibaren başlıyor.
Ancak başta da ifade ettiğim gibi, bu salt bir iktisadi olay değil. Siz nüfusu transforme etmeye çalıştığınız zaman, yani kırdan kente doğru, ya da sanayinin oluştuğu bölgelere doğru bir nüfus mobilizasyonu da sağlamak zorundasınız. Yeteri kadar refaha ulaşamayan insanları kırdan kopartıp, onları sanayiye entegre etmeniz lazım. Bu mobilizasyon da bir efor ister doğal olarak. Bu, aslına bakarsanız, sanayileşmenin de birinci kuralı. Neden birinci kuralı? Çünkü o günkü teknolojik seviyeye göre sanayinin ucuz iş gücüne de ihtiyacı var. Bu ucuz iş gücünü, tarımda refah arayışı içerisine giren nüfusu, şehirlerde düşük ücretlerle şehirlerde çalıştırabilme imkanı var. Ücretler baskı altına alınarak bir şekilde emeğin üzerinden bir artı değerin sanayide yaratılmasına çaba sarfediliyor. Burada aslında bir beis yok – sağ veya sol düşünceden gelen bir iktisatçı olmanıza hiç gerek yok- bu bir olgu, kimsenin yadsıyamayacağı bir olgu.
Zaten nüfus bu şekilde büyük şehirlere mobilize olduktan sonra, bu nüfusun aynı zamanda talep edici bir fonksiyonu da oluşuyor beraberinde. Özellikle tüketim mallarına talebi de oluşturan bir kesim oluşuyor, dolayısıyla iç talep açısından da mükemmel bir tamamlayıcılık ortaya çıkıyor. Bir taraftan iş gücü ucuz, diğer taraftan o iş gücünün talep kapasitesini de kullanarak sanayi için yakıt elde etmiş oluyoruz. Türkiye’de aslında bu şekilde başladı bu dönüşüm. 1950’lerin sonudur aslında sanayileşme. Bazı arkadaşlarımız iddia ediyor, bunu cumhuriyetin devletçi uygulamalarının yapıldığı 30’lara çekenler var, doğrudur ama orada şöyle bir fark var, 1930’lardaki sanayi devlet eliyle, girişimcinin devlet olduğu bir sanayileşmedir. 46’dan sonra, 50’lerin sonunda olan da özel sektördür. Arada böyle bir fark var. İkisi de sanayileşme ama girişimci profilinde bir değişme meydana geliyor.
- Hocam 1930’lara kadar olan cumhuriyet döneminde tarıma da sürekli bir destek var değil mi? Tarımı da teşvik etme politikaları var. Ama 1960’lardan sonra özellikle tarımda destek sübvansiyonlarının düşmesi, 1980’lerden sonra da zaten tarım neredeyse bir üvey evlat muamelesi gördü. Cumhuriyet döneminin tarıma destekleri var ama 1950’lerden ve 1960’lardan, özellikle 1980’lerden sonra tamamen tarımdaki istihdam, teşvik primleri düştü, yani tarım gerçekten ikinci plana atıldı diyebilir miyiz?
Ö.G: Doğrudur ama bunun iktisadi ve siyasi sebepleri var. Öncelikle cumhuriyetin ilk yıllarında tarıma yönelinmesinin sebebi iktisadi faaliyet olmaması, yani tarımdan başka bir şey yok. Dolayısıyla siz bunu mutlaka teşvik edeceksiniz ki, ülkede iktisadi bir faaliyet olacak. Birinci sebep bu. Tabi bunu yaparken de oradan elde ettiğiniz artıkla da – ki o artığı da özel sektör elinde de toplayamıyorsunuz, devlet orada bir merkezi hakem görevi görüyor – sanayinin finansmanı için gerekli olan kaynaklar bulunuyor. Kerwin diye bir yazar var, 1954’te Middle East Journal’da yazdığı bir makale de bunu ifade eder, mesela vergilemenin gideceği yük olarak bir yer var, aşarın da kaldırıldığı bir dönemde kaynak sıkıntısı çeken bir cumhuriyet var. Sanayinin finanse edilmesi lazım ama bunu en güzel şekilde fiyatlar üzerinden yapıyor, bazı temel tüketim mallarını yüksek fiyatlandırıyor, oradan elde ettiğ kaynakla başka iktisadi faaliyetleri finanse ediyor. Yani aslında fiyat mekanizması kaynak yaratma mekanizması gibi bir işlev görüyor. İşte bu mantık bugüne kadar gelmiş Türkiye’de.
1950’lerin öyküsü biraz daha farklı. 50’lerde Demokrat Parti kaynak açısından ciddi bir rezervin üzerine konuyor. Yani 2. Dünya Savaşından sonra Türkiye’nin biriktirmiş olduğu ciddi bir rezerv var. Dahası, 1950’lerin başında Kuzey – Güney Kore Savaşı var ve savaş sonrasında bütün dünyada bir tedirginlikle birlikte tarımsal mal fiyatlarının yukarıya doğru çıkması var. Bunun avantajıyla Demokrat Parti’nin ilk iktidar yılı daha çok kırsal kalkınmaya önem verdikleri, tarıma önem verdikleri bir dönemdir. Ama daha sonra fiyatlar düşmeye başlayınca kaynak sıkıntısı çekmeye başlıyorlar. İlk dönem rahattı, 2. dönemde sıkıntı -aynı bugün AKP iktidarında yaşadığımız gibi- kaynak sıkıntısı çekmeye başlayınca bu kaynakları tarımdan bulamıyorlar. Aynı dönem içerisinde kentleşme de hızlanıyor, göçler hızlanıyor bir şekilde çünkü tarımda artık insanları besleyemiyorsunuz.
Besleyemeyince o insanlar kentlere geliyor ve kentlerde sosyal problemler başgöstermeye başlıyor. Bir iktisatçı olarak, bana göre Demokrat Parti’nin en temel hatası bu transformasyonu, yani tarıma dayalı bir iktisadi modeli, sanayiyi öne çıkartacak bir şekilde dönüştüremiyor, başarısız kalıyor burada ve o yüzden de ekonominin önü tıkanıyor. 1958 devalüasyonu bu sebepten ortaya çıkıyor. Benim anlatmak istediğim, işte siyasilerin bu transformasyonu yapamamasının sebebi nedir sorusu ve birden burada siyasi bir toplumsal yapıyla olan kalkınmanın ve iktisadi dönüşümün ilişkisine geliyoruz. Çünkü her iktisadi yapı belli sınıfsal dinamiklere sahiptir. Yani bunu kabul edin ya da inkar edin ama yani bu bir realitedir yani çıkar grupları toplumlarda sözkonusudur. Şimdi, Demokrat Parti tarım kökenli bir partidir, yani tarımdaki sermayedarların, diğer bir deyişle ticari sermayenin üzerine inşa edilen bir iktidar koalisyonudur. Bunun içerisinde büyük toprak ağaları var, tüccarlar var falan filan. Bu, iktidarı oluşturan bir koalisyon neticede.
Bazen insanlar, iktidar denen şeyin toplumsal hiç bir bağı yoktur sanıyor, yani üsttekiler toplumdan kopuk bu kararları veriyorlar. Öyle değil, kolay değil bu kararları verebilmek. İlk dönemlerde bunda bir sıkıntı yok, çünkü değer üreten o koalisyonun partnerleri ancak bu koalisyon daha sonraki dönemlerde ekonominin tamamını sürükleyebilecek değeri üretemiyor. Dolayısıyla o koalisyona yeni partnerler katmanız ve mevcutları onlarla paylaşmanız gerekiyor. Bu dönüşümü gerçekleştirmesi gerekiyor Türkiye’nin, ancak bunu yapamıyor. Yeni o iktidar koalisyonunun yeni kombinasyonlarını oluşturmanız lazım ve içine mutlaka sanayiyi dahil etmeniz lazım ama Demokrat Parti’nin bunu yapabilecek bir kabiliyeti, esnekliği sözkonusu olmayınca, oradan patlak veriyor. Şimdi CHP ‘de var mıdır bu (kabiliyet)? Aslında CHP’de de yok. Yani Türkiye o günlerde buna çok hazır değil. Bunların hepsi eş anlı olarak gerçekleşiyor. Bunu bu şekilde soğumaya bırakalım.
Kalkınma açısından benim önem verdiğim bir başka realiteyi anlatayım. Bir siyasi rejimin sınıfsal dayanaklarından bahsediyoruz ya, bu sınıfsal dayanakların içerisinde ekonomide yaygınlık kazanmış olan bir orta sınıfın varlığına dayanır. Şimdi ‘neden orta sınıf?’ diye sorulabilir. Yani ‘düşük gelirlilerin varlığı’ diye bir şey olamaz, o zaman sistemin bir cazibesi yok, sistem işe yaramıyor. Yani ortalama bir gelir seviyesi ama bu ortalama yüksek bir ortalama amacında. Genellikle her toplumun bir orta sınıf vardır toplumun diğer katmanlarıyla kıyaslanıldığında. Bizde sanayileşme çok geç geldiği için ve cumhuriyet de bizde toplumsal bir kalkışmanın ürünü olarak değil, bir kadro hareketi olarak kurulduğu için 1950’lere kadar, sonra da etkisi azalarak devam eden bir asker-bürokrat orta sınıf söz konusu, yani rejimin dayandığı en önemli unsur bu asker-bürokrat sınıftır. Bu, bizim Çağlar Keyder Hoca’nın eskiden beri çok üzerinde durduğu bir şeydir ama doğru bir yorumdur. Bu asker-bürokrat orta sınıfın iktisadi gelir kaynağı ve aracı devlettir ve bunlar çok fazla devlet oriented, devlete yönelik, devletin ekonomide varlığına yönelik, iktisadi kaynakların dağıtımında devletin rolünü öne çıkartan bir kesimdir.
Aslına bakarsanız Demokrat Parti ve belki CHP’nin, 1950’de o kırılmanın belki de bir sebebi budur. Yani orta sınıfın sivilleşmesi. Yani Demokrat Parti belki bu orta sınıfın sivilleşmesi olarak düşünülebilir. Demokrat Parti döneminde bu orta sınıfta asker-bürokratların yanına, ticari sermayenin yaratmış olduğu ve piyasadan destek alan kesimler gelmeye başladı ve bu kesimsel bir mücadelenin de doğmasına neden oldu. Dikkat ederseniz, iktisadi realitelerle birlikte sermaye birikiminin modları değişiyor, onunla birlikte de ortaya çıkan yeni sınıflar peydah oluyor ve o ticari sermaye ile şey (asker-bürokrat sınıf??) arasında ciddi bir çekişme ortaya çıkıyor. 1960 askeri darbesi, ihtilali, artık ne derseniz, de o günün şartlarında biraz bu kesimlerin güç mücadelesi. Ancak 1960’lar biraz farklı, bunun kültürel boyutları da var. Türkiye’nin bir sıkıntısı da şudur benim gördüğüm kadarıyla, başka ülkelerden biraz farklıdır; Türkiye’de tarımdan kente gelen nüfus tarımla olan kültürel bağlarını malesef terkedemiyor, terkedemeyince de sınıf bilinci denen şey oluşmuyor.
Bu Marksist bir söylemdir ama sınıf bilinci önemli bir şeydir. Her iktisadir modelin, kendi sınıfsal dinamiklerini üzerinde taşıyan bir sınıfı oluşturamadığınız zaman, iktisadi kalkınma, gelişme de sekteye uğruyor. O geçmişin bağlarından siz bir türlü kurtulamıyorsunuz. Rahmetli Mümtaz (Soysal) Hoca ve Besim Üstünel Hoca – her ikisi de solda kendilerine de çok eleştiriler getiren, çok samimi, dobra insanlardı- o dönemde solun açmazlarını anlatırken, Mümtaz Hoca özellikle çok önem verirdi sınıf bilincine. Yani solun temel probleminin bir işçi sınıfı, hatta sermayenin de sermaye sınıfı olamamasından şikayet ederdi. Bu yüzden Türkiye bir çok problemi geçmişle miras alıyor, koparamıyor geçmişle olan bağlarını.
Demokrat Parti dönemi de biraz böyle bir dönemdi benim gördüğüm kadarıyla. Benim kalkınma ve yeni bir sınıfın doğuşundan kastettiğim şey bu. Mesela 1960’lara geldiğiniz zaman DPT’nin (Devlet Planlama Teşkilatı) falan kurulması tesadüf değildir. Ülkeler diyor ki, ya da o karar alıcılar; biz madem sanayi ile büyüyeceğiz – yani bütün dünya bunu yapıyor, dışarıdan bu yönde telkinlerde bulunuluyor Türkiye’ye – o zaman bunu gerçekleştirir gibi organizasyon gerekiyor, devlet de önemli, devlet eliyle bunu oluşturalım. O zaman ithal ikamesi falan var – Huisman’ın falan çok üzerinde durduğu modeller falan – DPT o vesile ile kuruluyor. Ama 1960’lar sanayileşmeye geçiş sürecidir ve şu yanlış o zaman da yapılır, Türk aydınında o vardır, yani 1960’ta sanki 1950’lerde bırakılan tekrar geriye gelmiştir. Öyle bir şey yok. O 50’lerde giden gitti. Neydi o? İktidarı, orta sınıf olarak iktidarı asker-bürokratla önce ticari sermayeyle ve onun temsilcileriyle paylaşma, daha sonra artık tekrar asker-bürokratların yükselişiymiş görünüyor ama iktisadi güç devletin elinden özel sektöre geçiyor ve orada sanayi sermayesi ve yavaş yavaş sanayiden beslenen, gelirini, refahını sanayi faaliyetlerinde arayan, bir kesim ortaya çıkıyor. Bunun bir kısmı orta sınıf olabilir ama o çok bebek bir şekilde toplumsal yapıda ortaya çıkmaya başlıyor 60’larda.
– Hocam bu orta sınıf meselesi çok önemli. Sunumunuzun bir yerinde, “Türkiye’deki orta sınıf, sanayi faaliyetlerinin ürettiği zenginliklerden doğan bir sınıf değildir” diyorsunuz. O tesbiti yapıyorsunuz. Benim izlediğim kadarıyla Türkiye’de sınıfsal anlayış, yani bir sınıfa ait olma durumu ya da anlayışı gerçekten kavram olarak da yabancı geliyor topluma. Mesela Almanya’da kısmen de olsa bir sınıfa ait olma duygusu vardır; zengin sınıfa, orta sınıfa ya da işçi sınıfına ait olma, aidiyet duygusu var. Ama Türkiye’de daha çok böyle makro bir aidiyetin içinde erime var. Bu ulusal bir aidiyet olabilir, dinsel aidiyet olur, mezhepsel aidiyet olur. Ama ondan önce bu “Türkiye’deki orta sınıf, sanayi faaliyetlerinin ürettiği zenginliklerden doğan bir sınıf değildir” ifadesini biraz daha açarsanız sevinirim.
Ö.G: İşte bu geldiğim noktada durmamın bir sebebi de oydu. Yani bir türlü oluşamadı orta sınıf, çünkü sanayileşmeyi gerçekleştiremedi. Çünkü bu bir bilinç oluşturma süreci Türkiye’de, sürekli bunun önünde engeller ortaya çıktı. Ama biraz önceki tespitiniz bence çok yerinde ve haklı bir tespit. Türkiye’de insanlar bir sınıfa tabî olmayı bir suç gibi görüyorlar sanki, ya da bir hakaret olarak. Bu belki yıllarca Marksizmin kullandığı bir terminoloji olduğu için, işte “ben öyle değilim,” “ben Türküm,” “ben devletçiyim,” gibi. Bunları kelimelerle söylemiş olmanız sizin iktisadi olarak bir sınıfa ait olmadığınız anlamına gelmez. Öyle değil mi? Köylüsündür, şehirde sanayide çalışıyorsundur, memursundur, askersindir yani mutlaka bir sınıfa tabîsindir. Yani Türkiye’de popüler olmadı ve ben şunu söylüyorum: keşke olsaydı. Yani bu bilinç olmadığı için zaten iktisadi kalkınmada Türkiye’nin ayağı hep böyle püsüre bulaşıyor, bir türlü gidemiyor.
İkinci sorunuza gelirsem, bu iki sorunun da cevabını süreç içerisinde, farklı dönemlerde defalarca vermiş olacağız. Türkiyede sanayi, sanayide çalışan işçiler veya çalışanlar diyelim, bir türlü tarımla bağlarını kopartamıyorlar. Yani, bir İngiltere’de mülksüzleşme neticesinde kentlere gelen ve geleceklerini geçmişlerinden koparmış insanlar topluluğu olmuyor, yani sürekli tarımla bir bağları var. Aslında insanlar sanayide gelir elde ediyorlar ama yazın çiftçiler, gidiyorlar. Sınıf bilinci için benim önemsediğim konu şudur; yaşamınızı idame ettirecek gelirin kaynağı sanayi olacak. Ama Türkiye’de uzunca süre insanlar yaşamlarını idame ettirecek gelirleri iki taraftan da elde ediyorlar, dolayısıyla sınıf bilincine ulaşamıyorlar. Özgeçmişimi okurken ifade ettiğiniz kitabı yazarken, Elginkan’ı, onların çok güzel bir başarısız sanayileşme pratiği var Edirne’de. Fabrika açılıyor, sanayi işçisi lazım, Edirne’ye gidiliyor ülke kalkınsın ve sanayileşme ülke sathına yayılsın diye, bölge insanı fabrikada çalışmaya başlıyor ama yaz geliyor, Hıdırellez gelince bütün işçiler Hıdırellez kutlamasına gidiyor. Kırkpınar geldiğinde, pehlivan güreşlerine gidiyorlar, düğün dernek olunca gidiliyor… Yani bir disiplin yok. Sanayi demek disiplin demektir.
Sanayi, sanayideki nüfus kaderci olamaz, deterministiktir, bilime ister istemez güvenmek zorundadır çünkü hayatları planlama üzerinedir, determinizm üzerinedir. Tarımda yaşayanlar için tek determinist olan şey toprağın, mülkiyetin sınırlarıdır. Onun dışındaki, o mülkü olan toprakların üzerinde ortaya çıkacak olan hasılat tamamıyla random’dır (rastlantısaldır), hükmedemediği doğal koşullara aittir. Dolayısıyla o insanlar ister istemez, açıklayamadıkları şeylere, göremedikleri şeylere, o rastlantısallığı sağlayan güçlere tapınırlar, ona doğru giderler. İşte bu ayrım bence çok kritik, bilinç açısından önemlidir. Çünkü siz nüfusu sanayiye doğru koparıp getirdiğiniz zaman determinizmi ve bilimi, irfanı ön plana çıkarmış oluyorsunuz. Ama bazı insanlar da ötekini, stokastik düşüncenin hakimiyetini devam ettirmeye çalışıyorlar. O dönemde tabii bu sanayi sermayesinin palazlanması ile birlikte bahsettiğim asker-bürokrat orta sınıf kaybolmuyor. Güç kaybediyor ama işte bu tarımla, tarımsal orta sınıfla ya da ticari sermayeyle ve onun bu bahsettiğim niteliklerini de, zaaflarını da kullanarak sanayi kesimi arasındaki kavgayı koordine ediyor. Bu aslında Türkiye’nin üçlü bir kavgasıdır 1990’lara, hatta 2000’lere kadar olan süreç şimdi …. (hadise diyor galiba) dördüncü bir boyut kazanıyor, yani yeni birileri geliyor, bunlardan birinin mutlaka ciddi bir şekilde tasfiye olması gerekiyor. Bizim sanayileşme sürecimiz de uluslararası konjonktürdeki bir takım sebeplerden dolayı 1970’lerde ciddi bir darbe yiyor.
Burada bir dipnot vermemde fayda var: gelişmekte olan ülkelere sanayileşme tavsiye ediliyor ve u sanayileşme için dünyadaki gelişmiş piyasa ekonomileri sermaye birikiminin – ama ne pahasına olursa olsun sermaye birikiminin – önemini vurguluyorlar ve tavsiye ediyorlar. Dolayısıyla gelişmekte olan ülkeler de sermaye yatırımı yapıyorlar, büyük büyük tesisler oluşturuyorlar. Neden? Çünkü dünya konjonktüründe bir arz açığı var. Yani arz açığı olması demek, ürettiğiniz her şeyi satabilirsiniz anlamına gelir. Yani talep var, talep hazır ama sanayi malı yok. Dolayısıyla hangi maliyetle üretirseniz üretin, önemli olan üretmektir, piyasada satışı yapılabilir demektir. Dolayısıyla maliyet mevhumu o dönemde, bırakın Türkiye’yi, dünyanın başka hiç bir yerinde yok. Aynı zamanda uluslararası kurumsal yapı da buna izin veriyor çünkü korumacılık da sözkonusu. Dolayısıyla hem korumacılık, hem arz açığının olması – bizim iktisatçıların çok üzerinde durduğu – sermayenin marjinal veriminin de artmasına neden oluyor, yani rekabet yok çünkü.
Ama 1970’lerde oyunun kuralları değişiyor. Birçok sebep ortaya konulur ama benim en çok önemsediğim sebep ‘arz açığı’ denien o ekonomik dengesizlik durumu ortadan kalıyor, bu sefer talep önemli hale geliyor arzdan ziyade. Çünkü dünya mala doyuyor, arza doyuyor. Neden doyuyor? Çünkü Avrupa artık sermaye stoğunu yenilemiştir, savaş sonrasının yıkımlarından kurtulmuştur, bırakın onu Uzakdoğu’dan Japonya yine devreye girmiştir ve dolayısıyla mal satabilmek önem arzeden bir konudur ve maliyet mevhumu artık önem kazanır.
Malı maliyet tasarrufuyla kazanacaksınız ve ülkeler direkt sermaye stoğunu ama hangi anlamda sermaye stoğunu yatırımı yaparsa yapsın bir kazanç elde edemiyor. Bir de uluslararası kurumsal çevre de değişiyor. Önce Bretton Woods’un devreden çıkması falan, o dönemin en önemli parametresi -maliyet mevhumu ortaya çıkınca- mevcut sermaye stoklarının re-organizasyonunu yapmak lazım. Yani daha önceden ‘ne olursa olsun üretin’ diyen kurumlar bu sefer ülkelere şunu söylemeye başladılar: “Re-organize et”. Neye göre? “Rekabet edebilirleri ayakta tut, onun dışındakileri tasfiye et,” demeye başladılar. İşte o dönem dünyada sermaye stoğunun uluslararası rekabetçiliğin etrafında re-organizasyonudur.
Ülkelerin bu re-organizasyon sürecine girebilmesi ya da bu esnekliği gösterebilmesi, o çevresel koşullarda başarılarının da kilit noktası oluyor. Türkiye malesef bunu gerçekleştiremedi, çünkü bunu gerçekleştirebilecek bir özel sektör, kaynaklarını vermiş, ülkede kaynak kıt. E nasıl yapacak? Bir de üstelik nüfusu tekrar siz oradan re-organize edip, kapattık biz fabrikayı, tekrar biz oradan insanları tarıma götürelim, tarımda istihdam edelim… Böyle bir imkan da sözkonusu değil. Zaten plansızlık almış başını gitmiş, nüfusu yığmışsınız gecekondulara, sosyal problemler almış başını gitmiş, böyle bir konjonktür içerisinde toplumsal olarak re-organizasyon yapabilmek de Türkiye’de çok zordu. Ve bunların doğal olarak da siyasete yansımaları oldu.
- Sizin bahsettiğiniz bu 70’ler sonrası, re-organizasyon stratejilerine geçmekle ilgili geçenlerde ilginç bir makale okudum. Para politikalarıyla ilgili yazan bir Alman yazar var, Ernst Wolf. O, 70’lerden sonra re-organizasyonla birlikte dijitalleşme ile finansallaşmanın ön plana çıktığı bir dönemden bahsediyor ve o dönemi bugüne kadar getiriyor.
Ö.G: Benim gördüğüm, uluslararası kurumsal çevredeki değişiklikler, teknolojideki değişiklikler, siz isteseniz de, istemeseniz de sahip olduğunuz sermayenin re-organize edilmesini gerekli kılıyor. Şu anda bu noktadayız zaten, yani Türkiye açısından. Ben yazdıklarımda da zaman zaman ifade etmeye çalışıyorum, Türkiye’de bir Ak Parti problemi var belki ama ekonomik problemin tek nedeni Ak Parti değil. Yani Türkiye aynı 70’lerde 80’lerde olduğu gibi bir dönüşümün arifesinde. Dünya bunu bir şekilde yapıyor, bu dijitalleşmenin getirdiği bir dönüşümdür bu. Türkiye dünyadan farklı olarak daha sancılı bir şekilde tekrar sermaye stoğunu re-organize edecek, bunun sosyal maliyetleri olacak. Biz geçmişte bunları idare edemediğimiz için siyasi dalgalanmalar yaşadık. Ben merak ediyorum, acaba şimdi geçmişten ders alıp yeteri kadar yetkinlik gösterebilecek miyiz bu dönüşümde? Bunu görmek istiyorum.
İTÜ İşletme Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Warwick ve Nottingham Üniversitelerinden ekonomi alanında yüksek lisans ve doktora dereceleri bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak Türkiye ekonomisinin gelişme ve büyüme sorunları üzerine çalışan Öner Günçavdı’nın ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanmış birçok makaleleri, kitap bölümleri ve derleme eserleri bulunmaktadır. Ayrıca 2009 yılında Tarih Vakfı tarafından yayımlanan “Düşten Gerçeğe – Türk Sanayiinde Elginkan Topluluğu” isimli eser ile “Yolun Sonu: Türkiye’nin Büyüme, Faiz, Bölüşüm Açmazı ve Yeni Türkiye Söylemi” (Efil Kitapevi, 2015) adlı iki telif kitabın yazarıdır.