Meltem Oral | Kaynak: E – Skope Dergi
Yeni koronavirüsün 11 Mart’ta pandemi ilan edilmesinin yedinci ayında, dünya çapındaki ölüm sayısı bir milyonu geçti. Ölenlerin isimleriyle değil rakamlarla ifade edildiği bu altı ayda, milyonlarca insan ölen yakınlarıyla vedalaşamadı. Ölmekte olan kişiyi son bir kez ziyaret etmek, toprağa vermek, taziye gibi kadim kültürel ritüeller gerçekleştirilemedi. Kültürlere göre farklılık gösteren bu ritüeller geride kalanların kayıpla başa çıkabilmesi için gerekli olan yas sürecinin parçası.
Mart ayında The Atlantic dergisinde “Koronavirüs Yas Tutma Yeteneğimizi Çalıyor” başlığıyla yayınlanan makalede kişisel bir tecrübenin ışığında, bugünlerde insanlığın kolektif deneyimi olan kesintiye uğramış yas sürecinden bahsediliyor. Makaleye eşlik eden görseli, ABD’de yaşayan sanatçı Lizzie Gill, derginin özel siparişiyle üretmiş. Kolajın merkezinde bir tabutun etrafını saran, siyahlar içerisinde, maske takmış bir grup insanı gösteren bir fotoğraf yer alıyor. Fotoğrafın kaynağı pandemi sürecinde ne yazık ki ölüm rekorları kıran İran. Yakınlarını kaybeden bir grup insanın kederini belgeleyen bu haber fotoğrafı, kaçınılmaz bir şekilde, Hıristiyan ikonografisinden bilindik bir imgeyi, Ölü İsa’ya Ağıt sahnesini akla getiriyor. Hayatın mı sanatı yoksa sanatın mı hayatı “taklit ettiğinin” tuhaf bir şekilde belli olmadığı bir betimlemeye dönüşüyor.
Ölü İsa’ya Ağıt Batı sanatında ölüm temasını ele alan eserlerde yaygın bir şekilde tekrarlanan betim tiplerinden birisidir. Erken örneklerinin Bizans sanatında görüldüğü bu betim tipi, İncil’de yer almayan ve apokrif metinlere dayandırılan bir anlatıyı konu edinir. İsa’nın çarmıhtan indirilmesinin ardından ve mezara konulmasından önce, ölü bedeninin etrafında yas tutanların tasvir edildiği bu anlatıya dayanan ağıt ikonografisinin ilk anıtsal örneği Giotto’nun Arena Şapeli’ndeki freskidir.[1] Meryem, oğlu İsa’nın ölü bedenini omuzlarından sarılarak kucağına yerleştirir, Mecdelli Meryem ayaklarını tutar. Sırtları izleyiciye dönük iki anonim kadından biri İsa’nın başını, öteki de sağ elini tutmaktadır. Batı sanatındaki Ağıt betimlerini öncülü Bizans örneklerinden ayıran özelliklerden bir tanesi, kompozisyonda yer alan kadınların Meryem ve Mecdelli Meryem’in yaşadığı acının salt seyircisi olmaktan çıkarak sahneye, yani yasa katılmalarıdır. Ağıt sahnelerindeki kadın figürlerin hâkimiyeti, İsa’nın çarmıhtan indirilişinin tanıklarının Mesihin takipçisi olan kadınlardan ve Üç Meryem’den oluştuğuna dair İncillerde yer alan anlatıya dayanır. Yasın Antigone’den beri yüzyıllar boyunca neden kadınların omuzlarına yüklendiğinin tarihsel kökenleri ve toplumsal koşulları, buna bağlı olarak seküler temalar dahil olmak üzere resim, heykel, fotoğraf, sinema gibi farklı disiplinlerde yasın temsilinin neden bilhassa kadınlara “yakıştırıldığı” ayrı bir feminist okumayı hak ediyor.
İsa’nın insanlığın günahlarından kurtuluşu için kendini kurban etmesi anlatısının görsel sanatlardaki betimlerinde, duygusal yoğunluğun doruk noktasına ulaştığı sahnelerden biri olan Ağıt, sonraki yıllarda farklı bağlamlarda da olsa kolektif yasın, çekilen ıstırapların ifadesi olarak çokça başvurulan bir temadır. Savaşa, katliama, iktidarın şiddetine tanık olanların maruz bırakıldıkları ıstıraba karşı tepkilerinin bir ifadesi olarak yeniden bu temaya başvurulacaktır. Ölümün geride kalanlarda bıraktığı kederi ifade etmekteki gücü nedeniyle özellikle Batı’nın görsel hafızasının derinliklerine yerleşen bu tema, betimlenişinin ortaya çıktığı zamanı ve mekânı aşarak evrensel hatta türler arası bir duygu olan yasın temsili olarak yüzeye çıkar. Tıpkı Susan Sontag’ın ifade ettiği gibi “Bazı savaş zamanı ya da felaket zamanı fotoğraflarında Hıristiyan ikonografisinin nabız atışlarını hissetmek, basitçe duygusal bir aldanışla açıklanamaz.”[2] Bu nedenle yüzyıllar sonra bambaşka bir kültürde, İran’da kaybettikleri yakınlarının ölü bedeni etrafında yas tutanların fotoğrafında Ağıt beliriverir.
Gerçi Susan Sontag’ın ağırlıklı olarak tartıştığı bağlam, muktedirlerin siyasi çıkarları için giriştikleri savaşların sonucunda sıradan insanların maruz bırakıldığı katliam, felaket, dehşet ve acı. Ancak kapitalist üretim modelinin ekosistemi katletmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan virüs kaynaklı salgının, iktidarların almadıkları önlemler nedeniyle pandemi boyutuna ulaşması, Sontag’ın ele aldığı bağlamın hiç de dışında değil. Tüm dünyada insanların hiçbir önlem alınmadan çalışmaya zorlandığı, itiraf edilmeden sürü bağışıklığı yönteminin uygulandığı, sağlık çalışanlarının gözden çıkarıldığı, nitelikli sağlık hizmetine herkesin eşit şekilde erişemediği koşullar geçmişteki kitlesel ölümlerle sonuçlanan iktidar politikalarından ne kadar farklı? Şubat ayında karantina uygulaması isteyenleri “felaket tellallığı” yapmakla suçlayan bir sağlık bakanının olduğu İran’da, yakınlarının ölü bedeninin yanında yas tutanların yaşadığı felaket bireysel bir trajediden ibaret olabilir mi?
Kimi zaman ölenin bedeninin ailesine verilmemesinin bir cezalandırma yöntemi olarak uygulandığı, öleni haysiyetli bir şekilde gömebilmenin bir hak mücadelesi konusu olabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ölüyü gömebilme hakkından mahrum kalmak birçok şeyin yanı sıra yasın kesintiye uğraması demek. Toprağa verilenin artık fiziksel varlığının son bulduğunun kabullenilmesi, toprak atmak, toprağını almak, geride kalan yakınların kaybettikleriyle birlikte son bir ânı paylaşabilmesi, yasın kolektif olarak tutulabilmesi için önemli cenaze törenleri. Geride kalanlar için ölen kişiye karşı son bir “görev”, yaşamının değersizleştirilmesine karşı ölüme saygı, aynı kederi paylaşanlarla bir dayanışma ifadesi. “Ölülerini huzur içinde yatmaya bırakmak da, ölülerin yasını tutmaya, ölülerini ziyaret etmeye, gerçek olan’a ağıt yakmaya bırakmak da ölümün ahlakındandır.”[3]
Bu durum sadece insanlar için söz konusu değil. Başta şempanze, goril, yunus ya da filler olmak üzere çok sayıda hayvan, topluluk içerisinde bir birey öldüğünde ölümün yaşandığı alanı koruma, ölüye dokunma, ölüyü tımarlama, ölüyü sürükleme gibi faaliyetlerde bulunur. Ölüye dokunmak topluluğun ölenin artık gerçekten gittiğini, geri gelmeyeceğini kabul etmesini sağlayan bir tür yaygın yas ritüeli sayılabilir.[4] Yasa saygı kadim bir meseledir. Marc Nichanian soykırım felaketinin izini edebiyatla sürmeye çalışırken, Hektor ve Aşil’in kavgasını hatırlatır. Ölmek üzere olan Hektor düşmanından ölü bedenine saygı göstermesini, onu yas töreni yapmaları için yakınlarına teslim etmesini, yası yasaklamamasını ister.[5] Ancak Hektor’un naaşı talep ettiği saygıyı göremez.
Yeni koronavirüs salgını sürecinde tarih boyunca veba, savaş, soykırım gibi nedenlerle yaşanan kitlesel ölümlerde olduğu gibi ölüleri gömme hakkından mahrum kaldık. Virüsün bulaşma riski nedeniyle cenazeler yasaklandı, yas tutanlar acılarını paylaşmak için biraraya gelemedi, yalnızlaştırıldı. Ölü bedenler, koruyucu kıyafetleri, gözlükleri, eldivenleri ve maskeleriyle birkaç görevlinin eşliğinde sessizce gömüldü. Cenaze törenleri “yabancıların” halletmesi gereken bir gömme işine dönüştü. Bir tabutun etrafında, koruyucu kıyafetli ve maskeli bir grup adamın görüntüsü kesintiye uğrayan kadim hakkın evrensel imgesi haline geldi. Yeni koronavirüs kayıplarının gömülme sürecini kaydeden bu görüntüler, gerçekleşmeyen cenaze törenlerini, hakkıyla tutulamayan yası, tüm trajedisiyle pandemiyi bize hatırlatacak mekândan bağımsız, ortak bir imge. Elbette bu ortaklık ölüm insanları eşitlediği için filan değil. Şairin dediği gibi “ölümün adil olması için hayatın adil olması lazım”.
Rober Koptaş “Bir Ölü Artı Bir Ölü İki Değildir” yazısında bu toprakların mezarsız ölülerin, tutulamayan yasların ülkesi olduğundan bahsederken pandemi sürecinde isimleri açıklanmayan, hikâyelerini dinleyemediğimiz binlerce kaybın üzerlerine çekilmek istenen örtüleri aralamaya çağırıyordu herkesi.[6] Hakkıyla defnedilmek, istenildiğinde ziyaret edilebilecek bir mezarın olması hikayelerin silinmesine direnmenin yollarından biri.
Nisan ayında New York’taki Hart Island’da açılan büyük çukurlara istiflenen tabutların drone görüntüleri yayınlandı. Yirmi binden fazla kişinin pandemi nedeniyle öldüğü New York şehrinde naaşların bir kısmı buraya gömülüyor. Hart Island, Bronx’un doğusunda yer alan ve tekneyle ulaşılabilen bir ada. Şehirdeki en büyük toplu mezar olan adada bir milyon bedenin gömülü olduğu düşünülüyor. 19. yüzyıldan itibaren mezar olarak kullanılan adaya ilk gömülen, 1869’da 24 yaşında tüberkülozdan ölen Louisa Van Slyke.
Yüz elli yıldır salgın hastalıklardan ölen, yakın akrabası olmayan veya yakınlarının parası cenaze masraflarını karşılamaya yetmeyenler buraya gömülmüş. Bu yüzden adaya sıklıkla “çömlekçi tarlası” deniyor. Bu isimlendirme, İncil’den bir anlatıya dayanır. İsa’nın mahkûmiyetini gören Yahuda pişman olur ve ihanetinin karşılığı olarak aldığı 30 gümüş parayı başkâhinlere iade etmeye gider. Masum birini ele vermekle günah işlediğini anlatan Yahuda, kâhinler tarafından ciddiye alınmayınca elindeki paraları tapınağa fırlatır ve gidip kendini asar. Gümüşleri toplayan kâhinler de bu parayla yabancılara mezarlık yapmak üzere çömlekçi tarlasını satın alır. “Bunun için o tarlaya bu güne kadar, Kan Tarlası denildi.” (Matta 27: 1-8)
New York’un “çömlekçi tarlasında” olağan koşullarda haftada 25 naaş hapisteki mahkûmlar tarafından gömülürken, fotoğrafların yayınlandığı Nisan ayında günde 24 defin sözleşmeli işçiler tarafından gerçekleştiriliyordu.
1980’lerde AIDS nedeniyle ölenler de cenaze evleri kabul etmediği için adanın diğer gömülerden uzaktaki bir noktasına defnedilmiş. 1985’te AIDS kaynaklı ilk pediyatrik ölümün mezarı SC (special child) B1 (baby1) ibaresiyle işaretlenmiş. AIDS’ten ölen kaç kişinin buraya gömüldüğü veya kimin mezarının nerede olduğu tam olarak bilinmiyor. 1992’de sanatçı Melinda Hunt ve fotoğrafçı Joel Sternfeld girişin yasak olduğu adayı fotoğraflayabilmiş. Melinda Hunt 1994’te kurduğu Hart Island Project ile ulaşımın zor olduğu ücra bir yerde, kendine ait bir mezar taşı olmadan gömülen isimsizlerin hikâyelerini bulmak için çalışmalar yürütüyor. Projenin çabalarıyla yakın zamanda, ziyaretçilere kapalı olan adada gömülenlerin aileleri ve arkadaşlarının ayda iki ziyaret hakkı kazanılmış. Ayrıca projenin bünyesinde adada gömülü AIDS’ten ölenlerin belirlenmesi ve hikâyelerinin korunması için ayrı bir inisiyatif de yer alıyor.
[1] Giotto’nun ağıt freskinin kapsamlı bir analizi için Serap Yüzgüller, Nedret Öztokat, “Giotto’nun Ağıt Freskinin İkonografik ve Göstergebilimsel Okuması”, Sanat Tarihi Yıllığı, Sayı 23, 2014, s. 109-133.
[2] Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, Çev. Osman Akınhay(İstanbul: Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005) s. 80.
[3] Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi (İstanbul: Metis Yayıncılık, 2018) s. 65.
[4] Hayvanların kaybettikleri arkadaşlarının ardından tuttukları yasa dair antropolojik bir çalışma için; Barbara J. King, Hayvanlar Nasıl Yas Tutar, çev. Rengin Arslan (İstanbul: Raskolnikov Kitap, 2019).
[5] Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket, çev. Ayşegül Sönmezay (İstanbul: İletişim Yayınları, 2011) s. 17.
[6] Rober Koptaş, “Bir Ölü Artı Bir Ölü İki Değildir”, Gazete Duvar, 28 Mart 2020. https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/28/bir-olu-arti-bir-olu-iki-degildir/
[7] https://www.hartisland.net/
[8] Serap Yüzgüller, Seda Yavuz, “Acıyı Okumak: Temsil ve İfade Bağlamında Pieta Betimleri”, Art-Sanat Dergisi, Sayı 5, 2016, s. 47-62.
[9] A.g.m., s. 52.