İktisat dersleri vermeye başladığım ilk günden bu yana iktisat eğitiminin sorunları üzerine kafa yoruyorum. Bu konuda hem kendi öğrenciliğimden hem de kendi öğrencilerimden pek çok çıkarımım oldu. Genel olarak bu sorunları/çıkarımları, özel olarak ise kendi çözümümü buradan paylaşmak istedim sizlerle.
İktisat öğrencilerinin bölümdeki ilk yıllarında ve ilk iktisat derslerinde “neden iktisat okumayı seçtiniz?” diye sorarım. Tahmin edeceğiniz gibi çoğu hasbelkader iktisat okurken, çok azı bilerek, isteyerek gelmiş olur bölüme. Bilinçli bir şekilde iktisat okumayı tercih edenlerse mezun olduktan sonra bankalarda, finans sektöründe çalışabilmek, çok kazanan beyaz yakalılardan olmak için oradadırlar.(Özellikle Anadolu’da KPSS’ye girip memur olmak isteyenler çoğunluktadır.) O zaman, iktisadın imajı üzerine birinci tespitimizi yapalım: iktisat, para kazanmakla yani daha çok da finans dünyası ile ilgili bir disiplin.
İkinci, üçüncü sınıflara geldiklerinde ise “sizce iktisat bilmek ne işimize yarar” sorusunu sorarım. Aldığım yanıtlar özetle şöyle olur; hesap kitaptan anlarız, doların kaç para olacağını tahmin ederiz, borsada kar edebiliriz” Bu yanıtlardan ikinci tespitimize ulaşırız: iktisat, piyasaları anlamamıza yarar.
Öğrenci son sınıfa geldiğinde soru şu şekli alır: “iktisat mezunu biri olarak ne iş yapmak istersin?”. Özellikle 2008’den bu yana bir türlü durulmayan dünya ekonomisi ve bunun bize yansımaları sonucunda mezuniyet aşamasındaki öğrenciler “bizim ne istediğimiz önemli değil ne iş varsa yaparız” yanıtını alırım. Birinci sınıftaki o hevesli, cengaver çocuklar gitmiş yerine başka birileri gelmiştir sanki. Gelin o halde üçüncü tespitimizi de yapalım: iktisat eğitimi sistemi sorgulatmaz, sistemi değiştirmek mümkün olmadığından (There is no alternative!) ona boyun eğmeyi öğretir.
Kabaca yapılan bu tespitler salt üniversitelerdeki iktisat eğitimiyle ilgili olamaz elbette. Üniversite ye gelene kadar çocukların içinden geçtiği eğitim sistemi, özellikle Z kuşağının içine doğduğu iletişim araçları ve sosyal medya ortamı, daha bebekken zamanını geçirmeye başladığı AVM’lerde edindiği pasif tüketici kimliği ( “ok, boomer” denildiğini duyar gibiyim), bunların hepsi çocuklarımızı şekillendiren ve belli bir kalıba döken mekanizmalar. Üniversiteye vardıklarında karşılaştıkları tek tip iktisat eğitimi ise bu kalıplara son cilayı atar ve onu acımasız emek piyasasına fırlatır.
Tek tip iktisat eğitiminden kastımız ne peki? Başlangıçta etiğin, ahlak felsefesinin dallarından biri olan ve politik iktisat (ekonomi politik) adıyla anılan disiplinimiz zamanla politik sıfatını bir yana bırakıp “bilim” olmayı seçti ve “neoklasik” iktisat düşüncesi olarak okullarda yerini aldı. Oysa, her ne kadar aksi iddia edilse de, iktisat teorisi saf bir bilim değildir; her toplumsal bilim gibi ideolojiktir. İktisatta her teori belirli bir siyasal inanç sistemine, felsefi görüşe veya ideolojiye bağlı olarak kurulur. Dolayısıyla iktisat teorileri aynı olaya farklı bakış açıları olarak görülebilir. Bunun nedeni de teorilerin dayandığı felsefe sistemlerinin (liberal felsefe, sosyalist felsefe gibi) farklı olmasıdır. Bu da demek oluyor ki elimizde bir değil pek çok iktisat var; her biri ayrı pratikler öneren, farklı vizyonlar sunan paradigmalarla dolu bir disiplin söz konusu. Disiplinin bu heterojenliğine rağmen iktisat eğitiminde (lisans) şaşırtıcı bir homojenlik söz konusudur. Tipik olarak, bir lisans öğrencisine ilk iki yılda matematik ve istatistik derslerinin yanında ana akım mikro ve makro kitapları okutulur. Son iki yılda ise finansal iktisat, çalışma ekonomisi, sağlık ekonomisi, parasal iktisat gibi çeşitli uzmanlık konularından seçimlik veya zorunlu dersler verilir. Artık standart hale gelmiş bu öğretim programından, alternatif paradigmalardan bihaber şekilde mezun olmuş öğrenciler, teorinin soyut dünyasıyla gerçek dünyanın işleyişi arasındaki farklılıklar karşısında şaşkınlığa düşerler.
Alternatif paradigmaların öğrenciye sunulmamasının nedeni ise bunların (Marx’ın emek değer teorisi, Keynes’in toplam talep teorisi veya Hayek’in sosyal evrim teorisi gibi) çürütülmüş teoriler olmasından değil, kasıtlı bir görmezden gelme tutumu ile açıklanabilir.
Bu “görmezden gelme” tutumu da ideolojiktir ve zamanın ruhundan bağımsız değildir. Araştırma nesnesinin çeşitlilik ve kompleksite gibi özellikler sergilemesinden dolayı kaçınılmaz ve içsel olarak çoğulcu olan bir disiplinin gelecek nesillere aktarımının tek sesli olması, dünya kapitalizminin seyrinden bağımsız açıklanamaz. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya egemenliğine soyunan ABD, dünyada kendi iktisat kuramını da genelleştirmek istiyordu ve bunu ders kitapları aracılığı ile gerçekleştirdi. Böylece tek tipleşen –neoklasik öğretiden ibaret- bir iktisatla yaşamak zorunda kaldık. İktisatta tek tiplilik sorununu doğuran başka bir olgu da, iktisadi düşünce tarihinin görmezden gelinmesidir. Bu, iktisadi düşüncenin gelişmesine katkıda bulunmuş birçok iktisatçıyı ve farklı okulları yok saymak anlamına gelir.
Sorunları ve bu sorunların kökenlerini idrak ettikten sonraki aşamada bu kez soruyu kendime sordum: “Ne yapmalı? Başka bir iktisadın mümkün olduğunu nasıl göstermeli? ” Daha çoğulcu bir iktisat eğitimi için farklı bir pedagoji arayışımda İktisadi Düşünce Tarihi dersi yardımıma koştu. Formülleri ve grafikleri ezberleyen, her fonksiyonun türevini alıp sıfıra eşitlemeye alışmış öğrenci için bu ders sıkıcı ve gereksiz idi. Oysa benim bu mesleği seçmemde başat faktördü bu ders. Çünkü ders kitaplarında yer alan formüller ve grafiklerin ardında yatan çok farklı tarihsel olaylar ve paradigmaları anlamamıza yardımcı oluyordu. O halde bu meraksız ve hevessiz, hemen her bilgiyi “hap” gibi yutmaya alışmış bu nesile farklı bir şey önermeliydim.
İktisadi Düşünce Tiyatrosu
İktisadi Düşünce Tarihi dersi lisans programlarında üçüncü sınıfında (genellikle bahar dönemi) verilir. Oysa Ruben’in çok isabetli bir şekilde savunduğu gibi “İktisadi düşünce tarihi veya iktisadi felsefe adlı bir dersin temel bir ders olarak ve geniş kapsamlı bir biçimde, farklı iktisadi okulları karşılaştırmalı olarak içerecek şekilde iktisat bölümlerinin birinci sınıflarında okutulmalı. Çünkü, öğrenci eğer işin başında iktisadi düşüncenin gelişme seyrini, farklı iktisadi düşünce okullarının varlığını, iktisadi felsefenin nasıl oluştuğunu ve farklı okullar arasında nasıl farklılıklar gösterdiğini öğrenirse, ileri sınıflarda okuyacağı iktisat öğretisinin var olan tek öğreti olmadığını ve farklı koşullar içeren farklı durumlarda farklı sonuçların doğacağını çok daha kolaylıkla algılayabilecektir.” (Ruben, 2001: 37).
Bu yüzden üçüncü sınıfa gelmiş ve hala iktisat disiplininin kapsamı ve toplumsal boyutundan bihaber öğrencilere yapılacak en iyi şeyin iktisadi düşünceyi sevdirmek olacağını düşündüm. Bunun için aktif katılım, yaratıcılık unsurları olan ve kendilerini gerçekleştirebileceği bir aktivite olmalıydı. Böylece bir tiyatro oyunu yazmaya başladım ve öğrencilerime de oynamalarını teklif ettim. Tam da 2008 krizi sonrası bir zamanda, hakim iktisadın sorgulandığı Keynes ve Marx’ın adını sık duymaya başladığımız günlerdi.
Öğrencilerin alternatif paradigmaları öğrenmesi, iktisadi düşüncenin gelişimine katkı vermiş insanları daha yakından tanımaları, teorilerin ortaya çıktığı tarihsel ve mekansal şartları kavramaları ve farklı politika önerileri arasında bir mukayese yeteneği kazanmaları amacıyla 2011 yılında iktisat bölümü öğrencileriyle Maltepe Üniversitesi’nde İktisadi Düşünce Tiyatro Topluluğu’nu kurduk ve “bırakınız oynasınlar, bırakınız sevsinler” sloganıyla yola çıktık. Küresel ekonomik sistemin ve hakim paradigmanın sorgulanmaya başladığı 2008 krizi sonrası döneme denk geldiği için oyunda iktisadi düşünürlerin küresel kriz hakkındaki olası düşünce ve önerilerini kurguladık. Adam Smith’ten Milton Friedman’a kadar uzanan 200 yıllık dönemden seçtiğimiz on altı iktisat düşünürü (ve onların eş veya sevgilileri) öğrenciler tarafından sahneye taşınmış oldu. Bir tartışma şeklinde kurgulanan oyunda bu düşünürlerin sadece teorileri değil özel hayatlarına dair bazı detaylar ve aralarındaki çekişmelere de yer verilerek oyun genel izleyiciye de hitap eder bir görünüm aldı.
“Büyük İktisatçılar Yaşasalardı Ne Derlerdi” ismini taşıyan oyun, İstanbul Maltepe Üniversitesi’ndeki ilk gösteriminden sonra medyada yer bulunca ülke içinde çeşitli üniversitelerden davet almaya başladık ve turne sürecimiz böylece başlamış oldu. Çocuklar da ben de çok şaşkın ve gururluyduk elbette. Yaklaşık on üniversitede oyunu sahneledik. O öğrencilerim şimdi mezun, çoğu anne-baba bile oldular (Keynes ile Joan Robinson’u oynayan öğrencilerim evlendiler:) ve hala telefon rehberimde Keynes Ali, Robinson Funda diye kayıtlılar:))
Daha sonra aynı oyunu 2017-2018 yıllarında çalıştığım Batman Üniversitesi öğrencileriyle de sahneledik. Fakat bu sefer, fiziki ve maddi kısıtlar nedeniyle sadece üç turne (Dicle Üniversitesi, Nevşehir Üniversitesi ve ODTÜ) yapabilsek de ODTÜ sosyal medya forumlarında öğrencilerimin anılması oldukça tatminkardı. Hatırladığım kadarıyla şöyle diyorlardı: “Koskoca Odtü Marx’ı Batmanlı öğrencilerden mi izleyecekti, helal olsun!”
İktisadi Düşünce Tiyatrosunun hikayesi kısaca böyle. Hevesli ve meraklı öğrenciler bulduğum sürece devam ettirmek istediğim bir proje bu. O nedenle başlangıcı belli ama sonu belirsiz bir proje olmasının yanında oyun içeriği de sürekli geliştirilen, günceli yakalama çabası içinde olan bir entelektüel faaliyet. Örneğin oyunu 2020’de sahneleyecek olsaydık, 2008 krizini değil de COVİD-19 salgınını işlerdik büyük olasılıkla. Ortaçağ’ daki veba salgını olmasa da İspanyol gribi salgınına şahitlik etmiş iktisatçılarımızı dinlemek hoş olmaz mıydı?
Gelelim bu tiyatro etkinliğinin somut çiktılarına. Çoğulcu eğitim üzerine kafa yoran akademisyenlere göre lisans düzeyinde iktisat eğitiminin dört amacı vardır: yurttaşlık bilincini geliştirmek, ileride verimli ve bilinçli çalışanlar olacak şekilde öğrencileri yetiştirmek, daha ileri düzeyde bir iktisat eğitimi için temel sunmak ve eğlenmek. Bu amaçlara ise ancak çoğulcu bir pedagojiyle ulaşılabileceğini söylüyorlar. Bu anlamda İktisadi Düşünce Tiyatrosu bu dört amaca katkı yapan bir çaba olarak görülebilir. Çünkü pedagojiyi tartışma üzerine kurmak ve öğrencilere yaratıcılıklarını geliştirme fırsatı vermek, eleştirel bağımsızlığın gelişimine katkıda bulunur ki bu da daha iyi yurttaş, daha iyi çalışan olmanın ve meslekte ustalaşmanın yolunu açar.
Bu bağlamda öğrencilerimden aldığım geri bildirimlere bakabiliriz. Örneğin, ekipte yer alan öğrencilerin çoğu, bazı iktisatçıların ismini ilk defa bu oyunda duyduklarını, ders kitaplarında neden bu isimlere yer verilmediğini sorgulamaya başladıklarını ifade ettiler. Diğer yandan bazı öğrenciler, oyunun içeriğinden çok bu oyunu sahneye koyma sürecinden çok şey öğrendiler. Yapım masraflarını karşılayacak bir muhatap bulamamaktan tutun da oyunun içeriğinin sakıncalı bulunmasına kadar pek çok engele (“Tiyatro” isimli kısa filmime bakılabilir) şahit olan öğrencilerin bunların hepsinin dayanışarak aşılmasından ( kostüm, dekor, malzeme masrafları için harçlıklarını bir araya getirmek, provalar için boş zamanlarından fedakarlık etmek, repliklerin ezberlenmesi ve yorumlanmasında birbirlerine destek vermek gibi) duydukları gururu gözlerinden hissederdim. Dolayısıyla, üniversitede bile olsa sanatsal faaliyetler yapmanın idari ve mali zorluklarına, engellerine şahit olan öğrenciler için iktisadi düşünce tiyatrosu gerçek hayata hazırlanmaları anlamında yararlı bir deneyim oldu onlar için. Aynı zamanda bu oyunu özgeçmişlerine ekleyen öğrencilerden, böyle bir etkinlik içinde bulunmanın iş görüşmelerinde çok işlerine yaradığını söyleyenler oldu.
Doğu’da yaşayan ve ikinci grubumuzu oluşturan öğrenciler için ise bu oyunun başka bir anlamı daha vardı.. Bu öğrenciler, Batıya kıyasla daha az sosyal olanaklara sahip olduklarından bu oyun sayesinde hayatları canlanmış, kişisel öz güvenleri artmıştır. Özellikle kız öğrencilerin üzerinde tiyatro yapmanın özgürleştirici etkilerine bizzat şahit oldum. Kadın intiharlarıyla gündeme gelen bir kentte kadınların sahneye çıkması önemliydi.
Bu oyunun bana ve öğrencilerime katkılarını özetlemem gerekirse; derinlikli ve katılımcı bir öğrenme, eleştirel düşünme yetisi, farklı görüşlere tolerans, iktisadın diğer bilimlerle olan bağını anlama, iktisadı toplumsal bir bilim olarak algılama, entelektüel bağımsızlık, yurttaşlık bilinci, yaratıcılık, organizasyon yeteneği, eğlenmek, kolektif hareket ve dayanışmanın gücü…Daha ne olsun, o yüzden “Bırakınız oynasınlar, Bırakınız sevsinler”…
1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat anabilim dalında tamamladıktan sonra, 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu doktora teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktora diplomasını almaya hak kazandı. 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” girişimi ve 2019 yılında hazırladığı “İktisatçı” belgeseliyle iktisat ve sanatı bir araya getirme çabasını halen sürdürmektedir. Politik iktisat, iktisadi düşünce, edebiyat ve dayanışma ekonomisi çalışan Boz, Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.
*Görüş gazetesi, farklı disiplinlerden, farklı görüş ve içeriklere açık bir platformdur. Makaleler Görüş gazetesinin editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.
Referanslar
Denis, A. (2009), Editorial: Pluralism in Economics Education. International Review of Economics Education, 8(2) pp. 6-22.
Denis, A. (2013). Pluralism in Economics Education. In: Jespersen, J. and Madsen, M. O. (Eds.), Teaching Post Keynesian Economics. (pp. 88-105). Cheltenham, UK: Edward Elgar Publishing.
Ruben, E. (2001) “İktisat Öğretiminin Sorunları”, İktisat Dergisi, 415, 35-40.