Anadolu Ajansı 1 Mayıs 2021 tarihinde IMF’nin Mali İzleme Raporuna1 atıfta bulunarak, Türkiye’nin G20’nin yükselen ekonomileri arasında, GSYİH’sına göre en fazla likidite desteği veren ülke olduğunu haberleştirdi.2 Buna göre toplam likidite desteğinin GSYİH’ya oranı %9,4 seviyelerine ulaşmıştı. Buna karşılık kamu bütçesinden verilen mali desteklerin boyutu ise GSYİH’nın sadece %1,9 seviyesinde kalmıştır. Hükümete yakın basında haberin bu şekilde verilişi, konunun bir övgü nedeni olarak sunulması ve işlenmesi son derecede mantıklı görülebilir. Oysa Dünya Bankası’nın yayımladığı Türkiye İzleme Raporu’nda3 da ifade edildiği gibi, Türkiye salgınla mücadelede yetersiz kalmış, sağladığı ekonomik desteklerin salgının yol açtığı tahribatı gidermeye yetmemiştir.
Elbette hükümetin bu politikası yapılan bir tercihin sonucudur. Hükümet salgının ekonomik etkileriyle “piyasa” üzerinden mücadele etmeyi, yükünü ise bankacılık sektörüne yüklemeyi tercih etmiştir. Aslında düşününce, yapılan bu tercih bir yönüyle anayasada tanımlanan sosyal devlet olma niteliği ile çelişmektedir. Burada belki salgının şiddeti ve zamansız çıkışı kaynak sıkıntısı çeken hükümeti çaresiz bırakmış olabilir. Dahası içine düşülen bu çaresizlik bu şekilde bir mücadelenin gelecekte yaratacağı etkileri görünmez kılmıştır.
Evet… Likidite arttırılmıştır; faizler düşürülmüştür; kredi hacmi yükseltilmiştir; hanehalklarının ve firmaların borç yükleri arttırılmıştır. Tüm bunlar doğrudur. Arttırılan likidite ile talepte ani bir düşüşün yaşanmaması önlenmiş; ödemeler sisteminde tıkanmaların önüne geçilmiştir.
Ancak likidite genişlemesiyle belirlenen tek hedef bunlar değildir. Aynı zamanda likiditenin gerçek ihtiyaç sahiplerinin eline geçmesi beklenirken, bu amaç gerçekleşmemiştir. Bu aslında piyasa mekanizmasının seçiciliği ve kaynakları dağıtırken referans aldığı kriterlerle ilgilidir. Salgın döneminde likiditenin büyük ölçüde reel ve finansal varlıklara, hatta dövize yönelerek bu varlıkların fiyatlarında yükselmeye yol açtığı açık bir şekilde görülmüştür. Bu bile tek başına likidite artışının amaçları dışında bir işlev gördüğüne işaret etmektedir. İş hacmi düşen ya da işini ve gelirlerini kaybeden kesimlerin sorunlarını çözmek yerine, spekülatif kazanç arayışında olan kesimlerin kullanımına gitmiştir. Çok geçmeden hükümet de bunun farkına vararak, 2020 sonbaharından sonra finansal duruşunda birtakım değişikliklere gitmeye başlamıştır.
Bu aslında beklenen bir sonuçtur. Bugüne kadar finansal krizlerden sonra yapılan müdahalelerin ekseriyetle mali kesim üzerinden yapılması tercih edilmiştir. Finansal piyasalarda likiditenin yüksek tutulması bu müdahalelerde akla gelen önemli tedbirlerden biridir. Piyasaların likidite düzeyleri arttırılarak iktisadi birimlerin kolayca ödeme aracına erişimi temin edilir. Fakat iktisadi birimlerin bu likiditeye erişimleri piyasa üzerinden gerçekleşecekse, krediye erişim belli kurallara bağlanır. Bu kurallara uygun kesimler de likiditeye erişim hakkı kazanır.
Genellikle bankacılık sektörünün belirlediği kurallar, kullanılan likiditenin geri dönmeme riskini azaltmaya yöneliktir. Bu şekilde maruz kalabilecekleri risklere karşı kendilerini güvence altına almayı amaçlarlar. Bireylerin sahip oldukları varlıklar ve gelir potansiyelleri kredi verirken bankaların dikkate aldıkları en önemli kriterlerdir. Ancak ekonomideki zenginlikler ve gelir tüm bireylerin arasında eşit dağılmamaktadır. Bu da onların bankacılık sektörünün yarattığı likiditeye erişimler bakımından da bir eşitsizlikle karşı karşıya kalmalarına neden olmaktadır. Böylelikle salgının ekonomik etkilerini bankacılık sektörü üzerinden bertaraf etmek isteyen bir hükümet arttırılan likiditenin ihtiyaç sahiplerine erişimindeki zorlukları önceden kabul etmiş demektir. Dahası bu durumun ülkedeki var olan gelir eşitsizliğini ve yoksulluğu orantısız bir şekilde arttırmasına yol açacaktır. Bunun ne boyutta bir etki olduğunu ilgili rakamların kamuoyuna açıklanmasını bekleyip göreceğiz.
Bu açıklamalar ışığında Anadolu Ajansı’nın biraz da kastını aşan bir şekilde haberleştirdiği, Türkiye’nin yükselen piyasa ekonomileri içinde en fazla likidite artışı yaşayan ülke olduğu bilgisi bir övünç vesilesi olması düşünülemez; düşünülmemelidir. Aslına burada ifade edildiği şekliyle durum, salgınla birlikte kötüleşen gelir eşitsizliğinin bu uygulama nedeniyle çok daha kötüleştiğinin dolaylı bir itirafıdır. Diğer bir deyişle, Anadolu Ajansı sözüm ona bu haberle kaş yapayım derken, göz çıkarmıştır. Bunun temel nedeni ise, haberi yapanların iktisat biliminin temel konularına yeterince temerküz edememeleridir.
Zira benim de içinde bulunduğum bir grup iktisatçı, salgının ilk günlerinden itibaren hükümetin bütçe imkânlarını salgının olumsuz ekonomik etkilerini bertaraf etmek için daha fazla kullanması gerektiğini söyleyip durmuştur. Bunun için 2020 bütçesinin ortaya çıkan yeni önceliklere göre tekrar düzenlenmesi gerektiği tavsiye edilmiştir. Ancak hükümet bütçede böyle bir esneklik göstermekte başarısız kalmıştır. Buna karşılık mücadelenin tüm yükünü bankacılık sektörü üzerinden piyasanın sırtına yüklemiştir. Anadolu Ajansı’nın haberinde övünülen gerçek işte budur.
İTÜ İşletme Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Warwick ve Nottingham Üniversitelerinden ekonomi alanında yüksek lisans ve doktora dereceleri bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak Türkiye ekonomisinin gelişme ve büyüme sorunları üzerine çalışan Öner Günçavdı’nın ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanmış birçok makaleleri, kitap bölümleri ve derleme eserleri bulunmaktadır. Ayrıca 2009 yılında Tarih Vakfı tarafından yayımlanan “Düşten Gerçeğe – Türk Sanayiinde Elginkan Topluluğu” isimli eser ile “Yolun Sonu: Türkiye’nin Büyüme, Faiz, Bölüşüm Açmazı ve Yeni Türkiye Söylemi” (Efil Kitapevi, 2015) adlı iki telif kitabın yazarıdır.
1 https://www.imf.org/en/Publications/FM/Issues/2021/03/29/fiscal-monitor-april-2021#Full%20Report
2 https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/turkiye-likit-destekle-devleri-geride-birakti/2226445
3 https://www.worldbank.org/tr/country/turkey/publication/economic-monitor