“Korkularına boyun eğen özgürlüğüne sırt çevirir!”[2]
Geçen gün sosyal medya hesabımda iki fotoğraf paylaştım. Biri 1968’den: polisle karşı karşıya gelen öğrenciler. Genellikle “Cesaret” hashtag’i ile paylaşılıyor. Fotoğrafta ön saflarda 68’in devrimci gençleri seçilebiliyor. Ellerinde coplarla dikilen polislere saldırmamak için kendilerini ve birbirlerini güç engelliyor görüntüsündeler.
Günümüzün devrimci gençleri fotoğraftaki eksikliği anında fark edeceklerdir. Göstericiler arasında hiç kadın yok…
Sevinerek belirteyim ki bu eksiklik artık giderildi. Paylaştığım ikinci fotoğraf 2020’li yıllardan. Sanırım geçen yılın 25 Kasım’ından: polis barikatını zorlayan kadınlar… Çoğu kadın olan polislerin kalkanlarını itekliyorlar. Bu kez polisin plastik mermi ve göz yaşartıcı gazla tahkimli olduğunu biliyoruz.
Evet, bu topraklardaki direnişin cinsiyet dengesi, sevindirici biçimde değişime uğruyor. 1970’lere dek çoğunlukla erkek olan direniş aktörlerinin yanısıra, artan sayıda kadın, hatta kadın yığınları, direnişin her yerinde, ajitasyonda, propagandada, barikatlarda, grevlerde, mitinglerde, sosyal medyada gövdelerini sürüyorlar ortaya.
Üstelik bu coğrafyamıza özgü bir durum değil sadece.
Pandemi öncesinde, 2019’un bir başkaldırı yılı olduğu sıkça vurgulandı. Pandemi nedeniyle ortalık kısmen durulmuş olsa da, 2019’da dünyanın dört bucağında milyonlarca insan sokaklardaydı: Paris’ten Lübnan’a, Hong Kong’dan Sudan’a…
Kadınlar bu direnişlerin ön saflarında yer aldılar; gözlemcileri şaşırtacak bir etkinlik sergilediler. Yanısıra, kendi gündemleri ve özgün talepleriyle doldurdular alanları, polis barikatlarını zorladılar.
Yakından baktığımızda kadınların taleplerinin üç bölgede üç alanda yoğunlaştığını görüyoruz: emek, beden, kimlik…
Emeğe ilişkin talepler, özellikle de neoliberal kapitalizm koşullarında Güney ülkelerini istila eden Çokuluslu şirketlerin neredeyse boğaz tokluğuna dayanılmaz koşullarda çalışmaya mahkûm kıldığı Güneydoğu Asyalı kırsal kökenli genç kadın işçilerden yükseliyor… Bangladeş, Vietnam, Hindistan, Endonezya, Kamboçya gibi uluslararası giyim markalarının ucuz emek depolarında çoğu kırsal kökenli kadın işçiler, sefalet ücretleri, berbat çalışma koşulları, iş güvencesi (Güneydoğu Asya ülkelerinde kadın işgücünün yüzde 75’i informel sektörde çalışıyor) ve işyerlerinde hakaret ve tacizlere karşı birçok ülkede sokaklara döküldüler. Asya ülkelerinde formel işlerde çalışan işçiler için dahi asgari ücretler asgari bir geçim için gerekli olan gerçek ücretlerin kat be kat altında: örneğin Oxfam verilerine Bangladeş ve Sri Lanka’da bir kişinin asgari koşullarda yaşayabilmesi için gerekli olan ücret 250 Euro dolaylarındayken asgari ücret 50 Euro. Çin’de asgari ücret 160-170 Euro dolaylarında seyrederken, asgari geçim için gereken miktar 370 Euro dolaylarında. Güneydoğu Asyalı kadınların yüzde 75’inin asgari ücretlerin de altında bir gelirle informel sektörde istihdam edildiğini düşündüğünüzde tablonun vahimliği de, Güneydoğu Asyalı kadın işçilerin ayaklanmasının nedenleri de açığa çıkar.
Bedene ilişkin talepler ve protestolar, her yıl binlerce kadının kırıma kurban gittiği Latin Amerika kıtasından yükseldi. Dünyada aile içi şiddet vakalarında en büyük pay, bu kıtanın: dünyadaki aile-içi şiddetin yüzde 81’i, altı Latin Amerika ülkesinde, Brezilya, Peru, Meksika, Arjantin, El Salvador ve Bolivya’da yaşanıyor.[3] Yalnızca 2019 yılında Brezilya’da bir yakını/ partneri tarafından öldürülen kadın sayısı: 1326. İkinci sırada 943 kadın cinayetiyle Meksika yer alıyor; üçüncülük ise 571 cinayetle Kolombiya’da. İşin korkunç yanı, bu cinayetler nedeniyle pek az erkeğin cezaevine girmiş olması… Aile içi şiddet vakaları ise hemen tümüyle cezasız kalıyor. Pandemi koşullarında bu şiddetin katlandığı, kadın cinayetlerinin zirve yaptığı kaydediliyor. Kadınların öfkesi boşuna değil.d
“Kimliğe ilişkin” olarak tanımlayabileceğimiz talepler ise, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan, büyük ölçüde İslâm coğrafyasından yükseliyor. İran’da, Sudan’da, Lübnan’da, Cezayir’de, Ürdün’de, Irak’ta, Tunus’ta onbinlerin katıldığı gösteriler iktidarları sarsarken kadınların ön saflarda olması dikkati çekiyordu.
İslâm coğrafyasının kadınları, kamusal alanda özgürce boy gösterebilecekleri, dört duvar arasına mahkûm kılınmayacakları, yaşamlarını kendi ellerinde biçimlendirebilecekleri seküler ve eşitlikçi siyasalar talebiyle ayaktalar. Geçtiğimiz 8 Mart’ta (2021) Cezayir’in başkenti Cezayir’de kadınlar ellerinde “Kutlamaya değil, rejimi değiştirmeye geldik,” pankartlarıyla sokaklardaydı, örneğin.
Dünyanın üç coğrafyasından kadınların yükselttikleri bu talepler, sınıf perspektifinden kalkınan bir kadın hareketi için iki bakımdan önemlidir. Bunlardan ilki, bu taleplerin, “kurumsal/ resmi feminizm”in (BM, IMF, DB gibi uluslararası kurumların “feminizm”i) savladığı üzere “geri kalmışlık”la, “modernleşme eksikliği” ile alâkâsı olmadığı ve her birinin neoliberal kapitalizmin yol açtığı imha koşullarıyla doğrudan ilişkili olması.
Bu, ağırlıklı olarak Güneydoğu Asya’dan yükselen emeğe ilişkin talepler için yeterince açık: Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin getirdiği devinim kolaylığı içinde emeğin ucuz, bol ve örgütsüz olduğu güney ülkelerine yönelen ÇUŞ’lar “kadınlara istihdam yaratıyoruz” güzellemeleri ardında kırsal kökenli genç kadın emekçileri, ayda 30-40 dolar dolaylarındaki ücretlerle sefalet koşullarına mahkûm ederken, servetlerine servet katıyorlar.
Latin Amerika’daki kadın katliamlarının gerisinde, ülkeleri yoksullaştıran, sosyal politikaları tarumar ederek kaynakları yağmalayan, suçu, özellikle de uyuşturucu ticaretini uluslararası bir sektöre dönüştüren, zengin-yoksul uçurumunu derinleştiren ve kadınları desteksiz bırakan aynı politikalar yatıyor.
Ve nihayet, İslâm coğrafyasında, yükselen emperyal güçlerin nüfuz alanını genişletme, kaynaklar üzerindeki denetimi tekeline alma rekabetinde etnik ve dinsel çatışmaları körüklemesi, fırsattan istifade tırmanışa geçen İslâmi burjuvazilerin (İhvan tipi örgütlenmeler bunun tipik örneğidir) önlerinin bu yolla açılması, kadınların yaşamlarını cehenneme çeviren gelişmeler oldu. İhvan tipi örgütlenmeler güç ve mevzi kazandıkça kadınların kamusal varoluşları daraltıldı, yaşamları üzerindeki baskılar yoğunlaştı.
Kadınların bu üç küresel “Ya Basta”sı, bir şeye daha işaret ediyor. Kadınların arzuladıkları değişimin topyekûn toplumsal değişim tahayyülünün ayrılmaz bir parçası olduğunun ve mevcut sömürücü-tahakkümcü sistem yani kapitalizm değişmedikçe taleplerinin gerçekleşemeyeceğinin ayırdına giderek daha fazla varması. Bu nedenledir mücadelelerini giderek diğer muhalefet hareketleriyle entegre etme eğilimini sergiliyorlar artan ölçüde.
Gelelim coğrafyamıza… Bu ülkede 12 Eylül darbesinin emek temelli muhalefeti ezmesinin ardından kadınların mücadelesi, iki ana hattan ilerleyebildi: Emek temelli talepleri ikincilleştiren, kadın mücadelesini sınıfsal bağlamlardan soyutlanmış bir “patriyarka” hedefine yönelten ve kadınların ezilmesinden erkekleri sorumlu tutan ve daha çok kentli, eğitimli orta sınıf kadınlara seslenen ikinci dalga feminizm… Ve özellikle 90’lı yıllardaki düşük yoğunluklu iç savaşın itimiyle insan hakları mücadelesi alanını da temellük eden Kürt hareketi. Kürt hareketinin saflarına katıldıkça kadınlar hem Türk devletinin hem de iç gericiliğin baskılarına güçlü bir karşı koyma sergiler oldular. Böylelikle Kürt coğrafyasında etkileyici bir kadın özgürlüğü hareketi gelişti. 2000’li yıllarda feminizmle buluşan ve giderek kendini feminist terimlerle tanımlayan bir hareket…
(Kuşkusuz gerek feminizm gerekse Kürt hareketi “kimlik” vurgulu, tanınma talepli hareketler. Ya da en azından, postmodern yönelimin muhalif hareketleri etkisi almasından bu yana, böyle bir dönüşüm yaşadılar. Bu nedenle, aralarında kesişim alanları kadar, gerilim alanları da mevcut. Bir bakıma Kuzeyli versiyonlarda rastladığımız “ezen/ ezilen feminizmleri” çelişkilerinin bu coğrafyada da yaşandığı öne sürülebilir: ABD’de “beyaz feminizmi”, “Latino feminizmi”, “Afro-feminizmi”, giderek “yerli feminizmi” gibi, özellikle ezilen grup mensubu kadınlarının kendi etnik aidiyetleri ile ezen grup aidiyetini ayırt etme ve muhalif de olsa, “beyaz” hegemonyaya teslim olmama tutumundan söz ediyorum…)
İşçi sınıfı hareketinin yer yer kımıldanmakla birlikte istikrar gösteremediği 90 ve 2000’li yıllarda kadın mücadeleleri böylelikle hem doğuda hem de batıda, feminizmin varyantları çerçevesinde gelişti. Batıda erkek şiddeti, doğuda devlet şiddeti başat devindiricilerdi.
2002’de iktidara gelen AKP’nin önceleri düşük profilde seyreden, ancak yıllar geçtikçe radikalleşen siyasal İslâmcılığı, bu coğrafyada kadın hareket(ler)i için hem yeni tehditleri, hem de yeni alanları temsil etmektedir.
Tehditleri: AKP iktidarının dünya görüşü kadınların emek, beden ve kimliklerinin sıkı bir eril denetime tabi olması gerektiğine yönelik İslâmcı kabullerden beslenmektedir. AKP aileci, ahlâkçı bir partidir. Onların indinde kadınların aile dışında müstakil bir varlık göstermeleri caiz değildir. Birincil görevleri kocalarına ve çocuklarına yöneliktir. Bir başka deyişle, esas olarak yeniden üretimle yükümlendirilmişlerdir, üretimdeki (ve tabii siyasetteki, toplumsal alandaki) varlıkları talidir.
Kadınların AKP gerçeğiyle ilk sert karşılaşmaları sanırım kürtaj tartışmalarında yaşandı. Roboskî katliamının dumanı tüterken, Tayyip Erdoğan’ın “Her kürtaj bir Roboskî’dir” vecizesiyle 2011’de başlattığı tartışmaları kürtajı fiilen uygulanamaz hâle getiren düzenlemeler izledi.
Ardından kötü şöhretli “kızlı-erkekli” tartışmaları, kadın ve erkek öğrencilerin aynı ev ya da yurtlarda kalmasına yönelik “ahlâksızlık” imaları güvenlik güçlerini birer ahlâk zabıtasına dönüştürürken, İmam-hatip ya da cemaat çıkışlı her boyda bürokratın borularını öttürdükleri okullarda, devlet dairelerinde, sokaklarda kadınların giyim-kuşamlarına, eteklerinin boyuna, özel yaşamlarına daha fazla müdahil olduğu bir ortama doğru açıldı.
Kadın-erkek eşitliğini kabul etmediğini, kadının esas görevinin analık olduğunu her fırsatta dile getiren bir başbakan (ve devlet başkanı) döneminde kadın istihdamı, kadınların kamusal alandaki varlığı her geçen gün biraz daha daraltılır, kadına yönelik şiddet her geçen gün tırmanırken, iktidarın kadınlara vurduğu son darbe, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme oldu… Hergün birkaç kadının kocaları, babaları, sevgilileri, eski ya da mevcut partnerleri tarafından katledildiği ve devletin kadın cinayetlerini, tecavüz ve tacizleri kovuşturma ve cezalandırmadaki aşikâr gönülsüzlüğünün gözler önünde olduğu bir ortamda, bu pimi çekilerek kadınların arasına atılmış bir bomba oldu.
Öte yandan, AKP ricalinin Sözleşme’den çekilmeyi “haklı göstermek” için öne sürdüğü LGBTI+ argümanları, farklı cinsel yönelimlerin bundan böyle bu ülkede yaşam hakkı olmadığını iktidarın ağzıyla tescillemiş oluyordu.
AKP siyasal İslâm’ının kadınların bedenlerine ve kimliklerine doğrultulmuş bir silah olduğunun yaşanarak anlaşılması, kadınların politizasyonunu hızlandırdı, cesaretlerini arttırdı, sokaktaki varlıklarını daha görünür ve daha kararlı kıldı…
Ancak bir şey daha oldu. AKP döneminde işçi sınıfı sömürüsünün sınır tanımaz hâle gelişi “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar”, özellikle de genç, taşeron işçileri hızla radikalleştirecekti. İmalat sektörüne inşaat, hizmet sektörleri eklendi; her yerden pıtrak gibi işçi direnişleri bitmeye başladı.
Ve bu genç, örgütsüz, düşük ücretli, güvencesiz, taşeron işçilerin direnişlerinde kadınlar öne atıldılar. Novamed’de yakılan ateşi diğerleri izledi: Tekel, Desa, Flormar, Paşabahçe, Sinbo…
Bir başka deyişle, neoliberal -İslâmcı AKP iktidarı, kadınların emek, beden ve kimliklerine topyekûn bir meydan okumaya denk düşmekte. Kadınların buna tepkisi ise, daha bütünlüklü ve sınıf mücadelelerinden soyutlanmamış bir karşı duruş sergilemek olmalı.
Kadın hareketinin, yakın döneme dek sınırlı olduğu “Batı’da orta sınıf, Doğu’da Kürt” makasını aşma olanakları artık ortada. Varoşlara, fabrikalara, atölyelere doğru açılan bir hareket ise, yeni aktörleri çağırıyor: kadın mücadelesiyle sınıf mücadelesi arasındaki çözülmez bağların bilincinde, devrimci, sosyalist kadınları.
Kadın hareketi bir kez daha dünyayı emekten yana dönüştürme savaşımıyla buluştuğunda, özgür, onurlu, insanca bir yaşamın tohumları serpilmiş olacak…
Akademisyen, antropolog, yazar, çevirmen, aktivist. 1956 yılında İstanbul’da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’ya giderek, üç yıl süresince Fransa’da dil ve Paris VII ve Paris Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü’ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun; 1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasını da aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun’un çok sayıda çeviri ve telif eseri bulunmaktadır. Telif eserlerinin çoğu Temel demirer ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır.
N O T L A R
[1] Kaldıraç, No:237, Nisan 2021… Sosyalist Kadın Hareketi’nin 28 Mart 2021 tarihinde zoom üzerinden düzenlediği “Kadınlar: Yetti Artık! Êdî Bese! Ya Basta!” başlıklı söyleşine yapılan sunum.
[2] Horatius.
[3] https://reliefweb.int/report/brazil/double-pandemic-gender-based-violence-latin-america-and-early-experience-women-during