Podcast (1. Bölüm) | Turan Altuner – Ahmet Açan / Transcript
Bugünkü konuğumuz Ahmet Açan. Ahmet Açan 1996 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdi. Rusya ve Kazakistan’da inşaat firmalarında tercüman olarak çalıştı. Ülkeye döndükten sonra Akdeniz Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisansı yaptı. Rusça Profesyonel Turist rehberidir kendisi. Turizm krize girdiği zamanlar Rusça’dan çeviriler yaptı. Çevirdiği kitaplar: Fransız Devriminde Kadınlar, Kor Kitap, Jurbinler, Yordam edebiyat, Böyle Dedi Kaganoviç, Verba. Koçetov’un Yerşov Kardeşler romanını ise e-kitap olarak yayınladı.
Ahmet Bey hoşgeldiniz.
A.A: Hoş bulduk.
Ahmet Bey, bugün sizinle bir yazar, bir roman ve o romanın karakterleri üzerinden Sovyetler Birliği’ni konuşmak istiyoruz. Siz bu konuda oldukça yetkinsiniz, zaten Görüş’te makaleleriniz de yayınlanıyor, ayrıca sizinle özel konuşmalarımızdan da bildiğim kadarıyla Sovyetler Birliği konusunda geniş bir bilgi yelpazesine sahipsiniz.
Bizim bu podcastlerimizin, veya Görüş’ün temel prensibi ideolojik olmaktan ziyade objektif olmak, her şeyi tartışmak, değerlendirmesini de dinleyicilerimize veya okuyucularımıza bırakmak.
Size ilk sorumla başlamak istiyorum, değerli Ahmet Bey. Bu roman Vsevolod Koçetov’un romanı. 1958’de yayınlanmış, siz de bunu Türkçeye çevirdiniz. E kitap olarak da yayınlandı. Şimdi, buradan yola çıkarak, ilkin yazarı anlatın lütfen bize, ondan sonra kitabı ve romanın içinde geçen kahramanları konuşalım beraber, olur mu?
A.A: Evet, öncelikle yazardan bahsedelim. Koçetov Türkiye’de, gerek Türk yayıncılığı tarafından, gerekse Rusça çevirmenler tarafından adı hiç duyulmamış bir yazar. Ben, Feliks Çuyev’in 1985 yılında Stalin’in Ulaştırma Bakanı Kaganoviç’le yaptığı röportajları çevirirken – uzun söyleşidir, 1991 yılında ölür Kaganoviç ve Leninle birlikte merkez komitede Sovyetler Birliği’nin hem kuruluşunda yer alıp, hem de çözülüşünü gören son ve tek Bolşeviktir. Başka bir örneği yok. Ondan hemen önce 1986’da Molotov ölmüştü – Molotov’la zaten röportajlara başlamıştı Feliks Çuyev, Molotov ölünce onun referansıyla Kaganoviç’e gitmişti ve bir anlamda bu röportajların devamını sağladı.
Molotov Sovyetler Birliği’nin efsanevi Dışişleri Bakanı.
A.A: Evet, Dışişleri Bakanı. Kendi ismi üzerinden, biliyorsunuz, bu ‘Molotov Kokteyli’ sözcüğü üretiliyor.
Öyle mi? Onu bir açıklar mısınız lütfen.
A.A: Valla soruyor Feliks Çuyev, “Nedir bu Molotov Kokteyli?” falan diyor. Çok kızıyor, sinirleniyor Molotov, “Maskaralıktan başka bir şey değil,” diyor, hiç alakası yok halbuki kendisinin. Ama tabi Stalin’in ölümünden sonra aslında Molotov’un genel sekreter olması bekleniyordu, o konulara gireriz daha sonra. Çok yetkin biri çünkü, hem teorik anlamda hem diğer alanlarda da, fakat Hruşçov (Kruşçev) genel sekreter oluyor. Şimdi, Kaganoviç’le yapılan bu söyleşilerde sosyalist gerçekçilik ve işçi romanları üzerine bir konu açılıyor. Feliks Çuyev kendi de bir şair olduğu için bu konuyu açıyor. Kaganoviç de çok okuyan biri ve şöyle bir serzenişte bulunuyor, “Maksim Gorki’den sonra bizde işçi edebiyatını anlatan yazarlar pek çıkmadı,” diyor. Bunun üzerine Feliks Çuyev bir hatırlatma yapıyor, “Ya Koçetov, Vsevolod Koçetov’un Jurbinler romanı?”. “Ah evet!” diyor Kaganoviç, “Hakikaten biz unuttuk onu.” Halbuki Jurbinler romanını sosyalist gerçekçiliğin en iyi kitabıdır, bir başyapıtıdır.
Ben Rus dili ve edebiyatı mezunuyum – 1992-1996 Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı mezunuyum – bu ismi duymamıştım. Ama zaten bilenler bilir, Türkiye’de Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinde Sovyet edebiyatı okutulmaz, Sovyet öncesi edebiyatı okutulur. Hala bir antikomunist histeri devam ettiği için, hala soğuk savaş yaşanıyor bizde hocam, o devam ediyor yani. Maksim Gorki bile yoktur ki Ana romanı 1905 yılında, devrimden önce yazılmıştır, o bile okutulmaz. Sadece klasikler, Dostoyevskiler, Tolstoylar, Turgenyevler, Lermontovlar, Puşkinler falan. Çehov okutulmaz mesela, akıl alır gibi değil. Oradaki kriterlerlerden biri şudur, solcu olmaması gerekir, kriter budur. Ondan dolayı benim bilmemem normal, zaten bunu okumuyoruz üniversitede.
Fakat ben ilgili ve meraklı bir adam olarak ne olmuş ne bitmiş okuyorum işte, 1982 yılında Türkiye’de ilk defa Ahmet Mümtaz İdil’in – ki o da Dil Tarih Rus Dili ve Edebiyatı mezunudur- Sovyet Romanı diye bir kitabı vardır, tek baskısı vardır, başka baskısı da yoktur. Ben onu yıllar önce bulmuştum. Hemen onun kitabını aldım baktım, orada da yok, Koçetov diye bir yazardan bahsetmiyor. Sonra, bir Fransız yazar Andre Bonnard’ın Sovyet Edebiyatı Üzerine diye bir kitabı var, onda yok. Zaten Türkiye’de Sovyet Rus edebiyatı üzerine çok fazla kaynak da yok, dolayısıyla bu yazarı hiç duymamıştım. Sonra araştırmaya başladığımda 1953 yılında bu Jurbinler romanını yazdığı zaman Sovyetler Birliği’nde büyük olay olduğunu gördüm. İnanılmazdır, milyonlarca basılıyor ve satılıyor, işte adamın heykelini dikiyorlar, operası yapılıyor, tiyatrosu yapılıyor, filme çekiliyor ertesi yıl Büyük Bir Aile adı altında ve 1955’te Cannes Festivali tarihinde belki de ilk defa kadın ve erkek olmak üzere 17 oyuncusunun tamamı ödül alıyor. Çünkü bir roman kahramanı yok, herkes kahraman gibi, öyle bir özelliği de var. Zaten oradaki Sovyet gerçekçiliği mantığında da burjuva klasik roman anlayışından kopmaya çalışırlar, yani bir kahraman yaratmak yerine hemen hemen eşit dağıtılmaya çalışılır mümkün olduğunca karakterler. O kolektivizmin önemi, toplumsal olarak ilerlemenin öneminin anlatılması gerekiyordur çünkü o dönem içerisinde ve ben Koçetov’u ilk kez buradan duydum. Sonra Rus kaynaklarını incelerken şunu gördüm; o döneme kadar romanlar çok şematik, şablon şeklinde yazılıyordu deniyor, fakat Koçetov’un özelliği roman kahramanlarını çok canlı olarak resmetmesi. Bahsettiğim Jurbinler romanı bir tersanede geçiyor, bu romanı yazmadan önce Leningrad’daki bir tersanede 3 ay 4 ay tersanedeki işçilerle beraber kalıyor yazar. Bunu üzerine hikayeyi oluşturuyor, yani böyle bir gerçekçiliği de var yazarın.
Sosyalizmde Sınıf Kavgası
Vsevolod KOÇETOV
YERŞOV KARDEŞLER
Roman
1957
Türkçesi: Ahmet AÇAN
Danışman: Natalya Rovina
Teknik Danışman: Y. Mühendis Gökhan Akın
Yazar neden unutuluyor? Yazar Stalinist bir yazar ve özellikle tabi Stalin’in ölümünden sonra da Hruşçov’un başa geçmesiyle biliyorsunuz de-Stanilizasyon adı verilen tamamen kişi kültü üzerinden bir eleştiri dönemi başlıyor ve o dönemde de tam tersi, Stalinist yazarlara yönelik bir baskı ve onlara yönelik olumsuz bir yaklaşım olduğunu görüyoruz. Tam da bununla alakalı olarak tabi Yerşov Kardeşler romanı bu 1956 yılındaki Hruşçov’un meşhur 20. Parti Kongresi’nin olduğu zaman yazılmaya başlanıyor. O da işte kişi kültüdür, Stalin eleştirisi vesairenin olduğu bir dönem ve bu dönemde bir metalurji sanayisindeki metalurji işçilerinin hayatını anlatırken aynı zamanda da ciddi anlamda siyasete ve politikaya da girer hocam.
Ama bir Stalin kültü var orada, onu söylemek lazım yani. Hatta boğucu bir kült var. Size bir şey söyleyim, Hruşçov 20. Parti Kongresi’nde bir konuşma yapıyor ve bir dehşet ortamı var orada mesela. Stalin döneminde yapılanları anlatıyorlar, eleştiriyorlar falan, Hruşçov da 1919’dan yani Moskova Emek Üniversitesi’nden bu yana katı Stalinci. Orada Hruşçov’a yazılı bir soru iletiyorlar, biri de bir soru iletiyor, diyor ki: “O zaman tüm bu olanlara neden hiç sesinizi çıkartmadınız?” – Hruşçov da sert bir adam ya, sert bir mizacı var yani – alıyor bu soruyu mikrofonda okuyor. “Bu soruyu kim sordu?” diye soruyor sert bir ifadeyle, kimseden ses yok tabii ki. “Ben de işte Stalin döneminde aynısını yaptım,“ diyor. Böyle bir anekdot vardır, bu Hruşçov’un anılarında geçer yanılmıyorsam. Yani öyle bir Stalin kültü var, tartışılmaz.
Romanda Lelya 2. dünya savaşında geçen son derece hüzünlü “Düşmanlar baba ocağını yaktı” isimli şarkıyı okur.
“Düşmanlar baba ocağını yaktı,
Tüm aileni katletti
Şimdi nereye gideceksin asker;
Üzüntünü kime götüreceksin!”
… Beni yargılama Praskovya
Sana böyle geldiğim için
Sağlığına içmek istedim.
Ama cesedine içtim.”
A.A: Bir de hocam hemen romandan bir anekdot anımsıyorum. 20. Parti Kongresi, mühendisler kendi aralarında toplaşıp bu kongre kararlarını konuşurlar. Bir tanesi, “Ben kişi kültüne asla tapmadım, sustum. İnsanlar methiyeler düzerken ben dişlerimi sıktım. Şimdi kendimi manevi olarak tatmin olmuş hissediyorum, çünkü yanlış yapmadım,” der. Bir diğeri de Rene Romoşuk yönetmenlerinden bir tanesidir, tiyatrocudur, “Ben böyle yaptım diyemem, methiyeler düzenlerin arasındaydım. Ya ne yapsaydım. Sıkıysa karşı çık. Ha ha! Gerçi neye karşı çıkacaksın, bir şey bildiğimiz de yoktu!” der. Ama üçüncü mühendis – ki anladığım kadarıyla Stalinisttir kendisi – çok öfkelenir ikisine ve şöyle söyler, “Biz ülkenin başarılarını, nasıl büyüdüğünü, nasıl güçlendiğini gördük. Büyük işler gördük. Biz de bu işlere katıldık, savaşa girdik, Alman faşizmini yendik ve bizim için asıl önemli olan da budur. Ben karşı çıkmayı denemedim çünkü karşı olduğum bir şey yoktu. Her şeyi gördüğünü, bildiğini ama sustuğunu itiraf eden mühendis Varabeydi’nin sözlerinden hoşlanmadım,” der. Farklı farklı, çeşitli şeyler var. Bu tabii romanda yansıtılıyor. Bu konuya daha sonra biraz daha derinlemesine gireriz hocam.
Şimdi, burada romanın şöyle bir özelliği var. Bence Yerşov Kardeşler romanıyla bir taşla iki değil, bir kuş sürüsü vuruluyor. Çünkü Koçetov’un şöyle bir özelliğini ben daha sonra öğrendim, okudum daha doğrusu, onun üzerine araştırmalar yaptım: polemikçi bir yazar. Herkesle polemiğe giriyor ve her yazdığı roman aslında bir başkasına ya bir taş atma ya da onunla bir polemiğe girme. Böyle bir özelliği var. Kendisi de aynı zamanda bir gazete çıkartıyor bu arada. Şimdi 1956 yılında Yerşov Kardeşler romanı iki açıdan polemik. Bir tanesi, 1954 yılında İlya Ehrenburg’un Stalin’in ölümünden hemen sonra yazdığı Buzlar Çözülürken adlı kitabına bir taş. Şimdi bu roman çok önemli. Gerek batıda, gerek Sovyetler Birliği’nde Buzlar Çözülürken’den önce ve sonra diye Sovyet edebiyatı ikiye ayrılıyor. Çünkü Buzlar Çözülürken, aynı zamanda metaforik olarak Stalin döneminden sonra buzların çözülmesi ve göreli bir özgürlük ortamının ortaya çıktığını temsil ediyor. Aynı zamanda da bu roman ilk kez Stalin dönemindeki daha önce konuşulmayan bir takım konulara, çok da ayrıntılı olmamak koşuluyla, birer cümleyle değiniyor. Politik bir kitap değil bu arada. İnsan ilişkilerini anlatıyor, bir fabrikada insan ilişkileri, aşk ilişkileri vs. anlatan bir kitap. Fakat iki konuya değiniyor. Bir 1936 Moskova yargılamalarına bir cümleyle değiniyor, bir de 1940’ların sonunda, 50’lerin başında bir doktorlar davası olayı vardır. Burada bazı doktorlar Stalin’i zehirledikleri öne sürülerek tutuklanırlar. Bununla alakalı iki ifade vardır ve ilk defa Sovyet yazınında bu konulara değinilmiştir. Yorumsuz değinilir, birer cümleyle değinilir ve geçer. Daha sonra da 1956 yılında Sovyetler Birliği Komunist Partisi 20. Kongresi’nde İlya Ehrenburg ile Simonov arasında bir tartışma var bu konularda. Bu romanı biraz eleştirir Simonov. Simonov daha da ortodoks Marksist.
“Buzlar Çözülürken’de İlya Ehrenburg, Paris Düşerken, Dipten Gelen Dalga ve Fırtına’dan oluşan o müthiş üçlemeye, deyim yerindeyse kaldığı yerden devam ediyor. Savaş Öncesi, Savaş, II. Dünya Savaşı/Emperyalist saldırıya karşı zafer ve özgürlük. Sıra savaş sonrası ve 1945-1954 yılları arası: O yıkıcı savaştan sonra Sovyetler Birliği yeniden kuruluyor. Ehrenburg için sosyalizm bir planlama değil, gündelik hayatın yeniden “kurulmasıyla” ilgilidir: Bu romanda da insanların gündelik hayatlarını kurmaları, dolayısıyla da Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası yeniden kuruluşu anlatılıyor. Buzlar Çözülürken bir “kuruluş romanı”. Öncü Sovyet insanının gündelik hayatının ve çalışma hayatının kesişme anlarını, fedakârlıklarını anlatıyor. Ama bununla birlikte soğuk savaşın işaretlerini, partideki hataları ve bürokratizmi, sanayileşmeyi, partinin ülkedeki refahın artması için çabalarını da günlük hayat örgüsü içinde anlatıyor.”
Tanıtım Bülteninden
Simonov o Gündüzler ve Geceler…
A.A: Gündüzler ve Geceler, evet. İkinci Dünya Savaşı romanlarıyla daha çok tanınır, çok da güzel anlatır ben Simonov’u çok da severim. Evet Konstantin Simonov. O başkandır o dönem. İlya Ehrenburg da direkt sosyalist gerçekçi romanların, hatta klasiklerine vesaire eleştirilerde bulunur ve bu romanların tek tip, tek boyutlu olduğunu iddia eder. Bir anlamda İlya Ehrenburg’a bir yanıttır aslında Yerşov Kardeşler. Çünkü Yerşov Kardeşler romanı aynı zamanda da sosyalist gerçekçilik anlayışını tartışmaya açar.
Şimdi bu romanın şöyle bir özelliği var hocam. Ben romandan özellikle bir takım notlar aldım. Biliyorsunuz benim Görüş’te yayınlanan ilk yazım ‘Sosyalist Gerçekçilik Var mıydı, yok muydu?’ ve biraz bu konuları tartışmaya açtım. Aslında yaygın bilindiği üzere sosyalist gerçekçilik tüm bir Sovyetler Birliği tarihinin geçerli, kabul edilen resmi görüşü falan değil bir kere. Bunu bu romandan anlıyoruz. Stalin’in ölümünden sonra yerden yere vuruluyor sosyalist gerçekçilik anlayışı. Hemen Novy Mir (Yeni Dünya) dergisinde sosyalist gerçekçilik klasiklerine saldıran makaleler yazılıyor, Şiçetnov ve Abromov yazanlar.
Ahmet Bey, bize sosyalist gerçekçiliği biraz anlatabilir misiniz? Nedir, neyi kapsıyor? Yani hep konuşulur da, içeriği genellikle pek açıklanmıyor. Dinleyicilerimiz için açıklarsanız seviniriz.
A.A: Şimdi bunu aslında Koçetov da şey yapar. Şuradan yaklaşmak gerekiyor. Sosyalist gerçekçilik düşüncesi yazarlardan aynı zamanda şunu talep ediyor: sanattır, estetiktir, vesairedir mutlaka bunlardan faydalanacaksınız ve bunların en iyi ürünlerini çıkartmanızı sizden bekliyoruz. Fakat, aynı zamanda sinema olsun, edebiyat olsun, roman olsun, şiir olsun tüm sanat dallarında kitleleri bizim komunizm anlayışında davamıza hem aktarmak, hem de coşkun bir şekilde heyecanlandırarak bu harekete katmak. Bunu da başarmalarını talep ediyor.
Afişvari şeyler genellikle değil mi?
A.A: Yani kaba propagandist olarak değerlendirmemek gerekiyor. Yani bu kastedilmiyor bir kere. Hep böyle anlaşıldı. Bunu yapan kötü romancıdır bir kere, onu söyleyim. Bu daha sonra özellikle Lukacs – Brecht tartışmalarında oldu. İşte Lukacs bunu söylüyordu, Bertold Brecht da şey dedi – ki o da biliyorsunuz Doğu Almanyalıdır, hem komunisttir- “Ne kadar propagandaya yaklaşırsan, sanattan o kadar uzaklaşırsın.” Bunların ikisi arasında bir çatışma vardır. Yani hem bir propaganda yapacaksın, hem de süper bir sanat eseri. Yok böyle bir şey dedi. Bertold Brecht’in savunduğu anlayış da şuydu; dedi ki, biz insanlara ‘doğru budur’ demeyeceğiz. Elimizle parmağımızla göstermeyeceğiz. Biz onlara varolan, yaşadıkları toplumu sorgulatacağız ve neyin doğru olduğunu onların bulmasına yol açacağız. Yani biz insanlara soru sordurtmalıyız ve düşündürerek bu yola sevketmeliyiz. Biz insanlara ‘bu doğrudur, bu yanlıştır, bu iyidir, bu kötüdür’ dememeliyiz. Bunu çok ince bir şekilde yapmalıyız ve insanlar kendi bulmalı iyinin, doğrunun ne olduğunu. Lukacs – Brecht tartışmalarında bu şekilde tartışılmıştı ve burada tabii biraz bunu tartışır Koçetov.
Bu arada tabii Sovyetler Birliği’nde özellikle yazarlardan işçi sorunlarına değinmeleri istendi ve buna çok fazla bir şekilde değinildi. 1950’li yıllarda, 1956-1958 yıllarına gelindiğinde bundan biraz insanların bundan bıktığını, usandığını görüyoruz bu romanda. Bunu yazar gayet açık bir şekilde kendisi de söylüyor ve bu eleştirileri veriyor. Ve işte neodekadans adı altında aşırı sembolist yanlısı bir edebiyat akımı var. O dönemde bu akım Sovyetler Birliği gençlerinde ve Sovyetler Birliği entelijensiyası içinde çok etkili. Bu akımı eleştiriyor yazar. Ve burada özellikle Gulyanyev karakteri, biliyorsunuz Gulyanev devrime katılmış komunist bir eski tiyatrocu ve onun üzerinden aslında bir tartışma yapıyor. Bakın, şunu söylüyorlar Gulyanev’e romanda, “Siz,” diyorlar “gerçek hayattan kopmuşsunuz, geçmişte kalmışsınız. Artık yeni bir halkın büyüdüğünü, insanların yağlı çizmeler giymediğini, omuzlarına silah kayışları takmadığını, üniversiteyi bitirmedikleri için övünmediklerini farketmiyorsunuz. Zira bunlar bitti artık, onların kafalarında başka bir hayat var, daha değişik beğeni ve ilgileri var. Çok daha geniş, çok yönlü hayata bakıyorlar,” diyor. Tiyatronun repertuarını eleştiriyor Gulyanev. Fakat tiyatronun repertuarında oynanan neler var? İşte kocası yaşlı bürokrat diye kadının biri kocasından ayrılır. Diğerinde kadın sadece yaşlı diye adam karısını boşar. Bir diğerinde korktukları için kimse kimseden ayrılmaz ama işte eşlerin, eşlerinden ayrılmak için korkuyla gizlice birbirlerinin arkasından iş çeviren, bu tür oyunlar oynanmaya başlanıyor. Ve oyun yazarına gidiyor, oyun yazarına soruyor niye böyle oyunlar yazıyorsunuz diye Gulyanyev, diyor ki o da, artık iki şey moda. Birincisi keskin eleştiri yapan sadece kendi çıkarlarını düşünen bürokratları eleştiren, sözünü hiç esirgemeyen oyunlarla, yaşlı koca – genç kadın, boşanma türü oyunlar revaçta diyor ve artık emek üretim temalarının modası geçti diyor. Artık, diyor, bunlar halkımıza lazım değil, halkımız bunlardan yoruldu.
Burada şöyle bir konu var. Şimdi, onlardan bıkmışlar hakikaten, usanmışlar ve biz bu romanda bunu da net bir şekilde gördük. Fakat, insanları aslında heyecanlandıran, insanları bir şey yapmaya teşvik eden- gerek tiyatro oyunları olsun, gerek romanlar olsun, gerek şiirler olsun- bunların yapılmasını savunuyor yazar ve kendilerine yapılan bu eleştirilerden de bahsediyor.
Şimdi o zaman biz Yerşov’a, yani romanın ana kahramanlarından olan Yerşov ailesine, Yerşov kardeşlere geçelim. Biraz Yerşov kardeşleri de anlatır mısınız? Birisi Dimitri, diğeri…
A.A: Platon, Yakov ve Stephan, evet ben söyleyim hemen.
Bunları biraz anlatır mısınız bize? Bunlar komunist bir aile, yalnız Stephan Almanlara esir düşüyor, yargılanıyor, galiba epey de cezaevinde kalıyor. Ondan sonra baba ocağına dönüyor. Ailesi tarafından da resmen sorguya çekiliyor, hatta orada diyor ya, mahkemede bile ailesiyle o akşam yemeğinde yaptığı konuşmada olduğu kadar korkmamış. Sovyet ailelerinde böyle trajik şeyler de, dramatik olaylar da var 2. Dünya Savaşı’nda değil mi yani? Bir tarafta cephede ölürken, savaşırken, hatta Almanlarla çalışanlar da var. Tek olay değil sanırsam. Bu tipik Sovyet ailesinin toplumdaki konumunu ve onun üyelerini bize biraz açıklar mısınız lütfen?
A.A: Tabi tipik dememek lazım da komunist tabi, komunist oldukları için her şeye ideal gözüyle bakıyorlar. Babadan dededen. Bunlar Bolşevik en başta devrime katılan bir aile, en başından itibaren. komunistler bunlar, dört kişi. Daha çok metalurji sanayiinde çalışıyorlar, ağır metal sanayiinde. Bir tek aralarında Yakov var, Yakov tiyatro müdürü oluyor. Onun dışındakiler, özellikle Dimitri Yerşov ve Platon ağır metal işçisi. Bunların arasında Stephan, en küçük kardeşleri, 2. Dünya Savaşı’nda esir düşüyor Almanlara. Şöyle söyleyim, 2. Dünya Savaşı sırasında General Andrey Andreyevich Vlasov askerleriyle birlikte Hitler tarafına geçiyor, Naziler tarafına geçiyor ve Kızıl Ordu’ya karşı savaşıyor. Böyle bir örnek var. Stephan da Vlasovcular tarafına geçiyor ve bir komunist ailenin kardeşi ama bu, herhangi sıradan bir ailenin kardeşi değil. Tabii böyle bakmak gerekiyor. Korkunç bir utanç onlar için, yani katlanılır bir utanç değil. Ve daha sonra tabii sürgün cezası yiyor. Yıllar sonra geri geliyor. Cezasını çekiyor, mektup gönderiyor beni kabul eder misiniz diye, gel bakalım diyorlar, madem gelmek istiyorsun. Şöyle de bir kaygı var tabii yani, önce bir rahat bırakıyorlar onu farkındaysanız. Bir ev veriyorlar buna, kendileri karışmıyorlar, bir yaşa bakalım diyorlar falan. Böyle hemen gelir gelmez de sorguya çekmiyorlar biliyorsunuz ne yaptın ne ettin diye. Aradan bir süre geçiyor, hatta fabrikada bir iş buluyorlar ona. Kamyon şoförü oluyor, gidiyor geliyor falan o arada. Ama tabii ortada müthiş bir gerilim var arka planda. Yani bu konuşma olacak, eninde sonunda olacak ama ne zaman? Ve bir akşam votkaları alıyorlar ellerine ağabeyleri ve baba ocağı kulübeye geliyorlar. Anlat bakalım, diyorlar, ne oldu? Sen ne yaptın, niye böyle oldu?
Şimdi burada Stephan’ın geçerli bir gerekçesi yok, en kötü şey o. Hani kendini savunacağı bir gerekçe yok. Fakat ağabeylerinin şöyle bir durumu var utanç duyuyorlar, bir de çevremize nasıl diyeceğiz? Şimdi bu aile komunist olarak biliniyor, herkes tarafından şekilde tanınıyor ama aralarından bir tane böyle insan çıkmış. Ve bunu nasıl anlatacağız dostlarımıza, yoldaşlarımıza gibi de bir durum var. Sen önce bize bir anlat bakalım diyorlar, sen ne yaptın? Burada biraz böyle de görmek lazım, ben çok sorgulama gibi de görmüyorum onu da, kendilerinin de bilmeleri gerekiyor ne olduğunu. O da şunu söylüyor. Evet, diyor, ben Nazilere teslim oldum ama kendimizden olanlara kurşun sıkmadım, biz hizmet bölüğüydük çünkü diyor. Tuvalet falan temizledik biz, arkalarını topladık ama en azından bir kurşun sıkmadım diyor bizimkilere. Şimdi Vlasovcular kurşun sıktı çünkü, bayağı savaştı, Kızılordu askerlerini öldürdü vesaire. Dolayısıyla bir de kurşun sıkıp sıkmadığını da merak ediyorlar, bunu da öğrenmeye çalışıyorlar. Ama burada şunun altını çizer, özellikle Dimitri karakteri. Şimdi romandan bir bölüm okumak istiyorum. Şunu der Dimitri: “Sen de diğerleri gibi neden hareket etmedin? Tırnaklarınla tırmalasaydın, dişlerinle kemirseydin. Bunları az insan mı yaptı? Nazi kamplarında yer altı örgütleri bir araya gelip elektrik kablolarını kopardılar, partizanlara kaçtılar, orada Bolşevik kahramanlığı gösterdiler. Biz seni neden esir düştün diye değil, bunları neden yapmadın diye yargılıyoruz. Tamam, korktuysan korktun. Her insanın dayanma kapasitesi aynı değidir. Ama bunun için değil, Vlasovculara gittiğin için suratına bir tane çakmak istiyoruz.”
Evet.Peki bu General Vlasov’un akibeti ne oldu?
A.A: Valla, daha sonra orada öldü diye biliyorum hocam. Çok incelemedim açıkçası, çok bilmiyorum ama. Naziler geri çekildiler, kaybettiler biliyorsunuz savaşı. Muhtemelen öldüğünü tahmin ediyorum.
Peki, şimdi de Sovyetler Birliği’ndeki, yani romandaki kadın karakterlere geçelim. Bu da önemli, hep erkek karakterlerden konuştuk. Orada çok çarpıcı iki karakter var. Bunlardan birisi Iskra Kozakova , kendisi bir metalurji mühendisi, Moskovalı. Moskovayı bırakıp Kutzyenk kentine gidiyor bir metal fabrikasında çalışmaya, yani bizzat orada üretimin içinde yer almak istiyor, ki eğitimi gereği daha farklı bir konumda yer alması gerekir. Böyle idealist motifleri de var bu İskra’nın. Ben ‘iskra’nın da ‘kıvılcım anlamına geldiğini bilmiyordum, romanda okudum. Iskra gazetesi de Lenin’in 1900’lü yıllarda Almanya’da çıkardığı ilk gazete oluyor değil mi? İskra karakterini biraz anlatın bize isterseniz. Daha sonra Kapa’ya geçeriz. Gorbaçov’un, parti sekreterinin kızı. Güzel bir kız. Burnunun dikine giden, güçlü bir kadın. Tıp fakültesi 4. sınıf öğrencisi. Bize bunları anlatın, güçlü karakterler.
A.A: Orada bir de Zoya Petrova’yı da önemsiyorum ben, o da ilginç bir karakterdir. Orleantsev’in tuzağına kapılır, o da ilginç bir karakterdir.
Gorbaçov’un sekreteriydi değil mi yanlış hatırlamıyorsam?
A.A: Çbisov’un sekreteri. Fabrika müdürü Çbisov’un sekreteri. Gorbaçov partinin bölge sekreteriydi.
Evet, evet ben karıştırdım. Buyrun.
A.A: Şimdi, ikisi de komunist karakter, hem Gorbaçov – Gorbaçov bu arada bizim bildiğimiz Gorbaçov değil tabii, yanılınmasın. Bu roman 1956’da yazıldı, 58’de yayınlandı. Ama bu isim Sovyetler Birliği’nde yaygın olarak kullanılan bir isim. Yani bir tane Gorbaçov yok. Öncelikle dinleyicilerimize bunun ayrıntısını bir çizelim. Gorbaçov o Gorbaçov değil.
İskra, komunist bir mühendis. Ve o da bütün zorluklara göğüs gererek, bin derece sıcaklığın olduğu, bu ağır metalin işlendiği yerde bizzat çalışmak istiyor ki o dönemde çok fazla görülmüş şey değil. Aslında genel anlamda Sovyetler Birliği’nde kadınların hemen hemen her türlü, en ağır işler de dahil olmak üzere, her türlü işi yaptığını roman çok farklı şekilde de anlatıyor. Mesela araba tamircisi kadınlar var, işte yüzü gözü simsiyah yağ içinde arabaların altından çıkıyorlar falan, erkek mi kadın mı olduğunu anlamıyorsunuz. Sonra yüzünü bir yıkıyor, bir kadın çıkıyor. Sizin arabanızı tamir ediyor aslında falan. Kozmonot da oldu biliyorsunuz, Yuri Gagarin’den sonra ikinci giden, dünyada ilk kez bir kadın kozmonot uzaya çıktı. Sovyetler Birliği’nde bu anlamda kadın erkek eşitliği var. Şöyle söyleyelim, Parti’nin en üst kademesine kadar gidemese de – orada bir eksiklik var, onu kabul etmemiz lazım, Merkez Komite’ye kadar çıkamıyorlar niyeyse – ama onun dışında alt kesimin hemen hemen tamamında en ağır işlerde kadınları görüyoruz. Kadınlar var.
Evet, benim de dikkatimi çekti şu an siz söyleyince. Yani Politbüro’da, Merkez Komite’de ya da Genel Sekreter olarak bir kadın olmadı. Olsa da ben duymadım yani. Olsa da çok geri planda, bilinmeyen birisi olmuştur diye düşünüyorum. Yani Parti’nin üst kademelerinde bir kadın erkek eşitsizliği var temsilde, onu söylemek lazım. İskra’dan bahsediyoruz. İskra o fabrikaya da gönüllü olarak gidiyor değil mi hocam?
A.A: Evet, gönüllü olarak gidiyor. Hatta Genel Sekreter bizzat kutluyor, “Döküm atölyesinde bir kadın ha? Görülmüş şey değil, sizi kutlarım,” diyor. Çünkü şöyle bir şey var, romanda da bunu çok verir, yani siz bir kadınsınız, aynı zamanda kocası bir ressamdır vesaire. Yani bir kadın kocasına belki de güzel görünmek ister falan, fakat elleri böyle siyahtır, kurum içindedir. Bir türlü temizleyemez onu. Hatta fabrika müdürü de der onu, yani bu size çok uygun değil. Ve çıkmaz bu kirler, tırnaklarının içine kadar işler. Böyle bir işte nasıl çalıştınız, güzelliğinizi de bozar böyle bir iş ister istemez der. İskra bir taraftan da çok seviyor işini, muazzam derecede işine aşık aynı zamanda, ağır iş yapmaktan kaçmıyor.
Jurbinler romanında benzer bir kadın karakter daha vardı. O da tersane işçileriyle, çok ağır hava koşullarında direkt gemi yapımında çalışan gene bir mühendis kadın karakter vardı. Bu tür kadın karakterler çok fazla yok. Ve şunu da söylüyor romanın hemen başında, çoğu kişi Moskova’da kalmaya çalışıyor, ya Moskova’dan biriyle evleniyor, ya torpil bulmaya çalışıyor diyor. Bir şekilde kendini daha rahat, daha iyi bir yaşama atmak isteyen insanlarla da dolu olduğunu söylüyor yazar. Fakat İskra bunlardan ayrılıyor. Herkes illa ki idealist değil. Hocam sosyalist gerçekçilik şöyle algılandı; dört dörtlük mükemmel bir sistem var, insanlar bu kadar kendilerini adamışlar falan. Yok öyle bir şey. Tamamen üçkağıtçı tipler de var bir taraftan, bu idealist tiplerin azınlıkta olduğunu söylüyor zaten yazar. Bunlardan çok fazla yok aslında. Daha 1950’li yıllarda bile artık insanlar ideallerini falan bırakmış durumdalar. Bunun çok fazla altını çiziyor. Bakın mesela romandan bir bölüm, Dimitri söylüyor bunu: “Komunizmi görmeyi çok istiyordu ama ona gülüyorlardı. Bu cennet gibi bir şey. Her şey tertemiz düzgün olacak, herkesin kanatları olacak. Can sıkıntısından patlayacağız. Onun yerine şimdi bir meyhaneye gidip, kafayı çekip birşeyler atıştırmak çok daha iyi. Ne yazık ki komunizmde meyhaneler değil, yalnız konferans salonları olacak diyorlardı. Geleceğin insanlarına gıptayla bakacağız. İstediğin mağazaya gir, hangi ürüne ne kadar ihtiyacın varsa al, üstelik her şey tamamen bedava. İşte yaşam! Mutluluktan gebereceğiz!”
Hocam burayı çok önemsiyorum: “Ama,” diyor “bugünün insanları birşeylerden mahrum bırakılmayı kabul etmez. Hem ne adına sabredecekler? Yarın adına. Belki de hiç bir zaman göremeyecekleri gelecek günler adına. Demek ki kendini değil, kendinden sonrakileri düşünecekler. Ne kadar da komikti. Şu ise kulağa daha hoş geliyordu. Benden sonrası tufan! Gelecekteki insanlara da, torunlarıma da tüküreyim. Bugün bir an önce mümkün olan her şeyden yararlanmak, kendimi içki ve eğlenceye vermek istiyorum. Kendimden sonrakilere de kömürleşip odun parçası ve gübre.”
Böyle düşünüyor insanlar artık diyor. Artık çoğunluk bunu düşünmeye başlıyor. Şimdi burada o şey düşüncesi gitti, ben hiç kimse için fedakarlıkta falan bulunmam, bana ne torunumdan şundan bundan. Ben bugünüme bakarım.
Ahmet Hocam, şimdi diğer iki kadın karakteri, Kapa ve Zoya’yı konuşalım. Kapa da ilginç bir karakter, parti sekreterinin kızı ve Yerşov kardeşlerden birisine aşık oluyor.
A.A: Evet, Andrey Yerşov’la evlenir.
Benim Kapa’da dikkatimi çeken, özellikle babasına karşı çok kendine güvenli, görüşünü söyleyen, açık ve net, son derece net bir karakter olması.
A.A: İdealist. Beni babam böyle yetiştirdi diyor. Hatta biliyorsunuz, evliliğe karşı Kapa. Kesinlikle evliliğe karşı ve şey diyor, bu utanç verici bir Pagan geleneği, özel hayatın kaba bir ihlalidir diyor düğün yapılmasına. Düğün yapılmasına karşı. Şimdi tabi burada bir takım Rus kültürlerini de biraz görüyoruz. Orada ‘acı’ diye bağırıyorlar, ‘gorka’ Rusçası. ‘Gorka’ diye bağırırlar, bunlar bağırdıklarında gelinle damat öpüşür. Bu diyor, bu küçük burjuva rezilliğini yapmayacağız diyor. Böyle keskin bir karakter. Hakikaten çok serbest bir karakter. Tıp fakültesi okuyor aynı zamanda ve orada sıradan bir işçiyle evleniyor. Baktığımızda Andrey Yerşov da fabrikadaki ustalardan bir tanesi. Hocam beni en çok şey etkiledi. Kapa’nın özellikle kocasıyla yaptığı sohbetlerde falan çok ilginç ayrıntılar vardır. Onlar beni çok etkilemiştir. Tamam, bizde insanın insana sömürüsü kalktı vesaire ama özel hayatımızda kesinlikle mutlu mu olmamız gerekiyor diyor. O dönemde şu tür tiyatrolar oynanıyor – Kapa çok rahatsız bundan – adam hayatını kaybediyor mesela ama kadın kendini kollektive adıyor ve mutlu oluyor falan. Ya böyle saçma sapan şey mi olur diyor, kocam, sevdiğim adam beni terketse ben üzüntüden geberirim. Bu gerçekçi falan değil, saçmalamayın diyor. Hangi kollektif bizim üzüntümüzü alabilir, niye böyle gerçek dışı oyunlar sahneliyorsunuz diyerek o dönemin sanat anlayışını da eleştiriyor. Yani abartmayın mesajı da veriyor yazar.
Hocam iki dakikada bize Zoya karakterini de anlatın, sonra ikinci bölüme geçelim. Orada da Sovyetler’deki aydın karakterleri tartışalım istiyorum.
A.A: Evet, Zoya Petrova karakteri fabrika müdürünün yardımcısı ve bizim bir Orleantsev karakteri var – üçkağıtçı bir karakter – onun bir anlamda tuzağına düşüyor. Aslında o idealist karakterlerden biri fakat bekar. Daha önce sevgilileri vesaire olmuş – daha doğrusu bir denizciyle evlenip boşanıyor bir çocuğu oluyor sonra denizci çekip gidiyor, terkediyor bunu – ve muazzam derecede de insanlara güvensizliği var Zoya karakterinin. Bu Orleantsev’e karşı da çok güvensiz yaklaşıyor başlangıçta, fakat Orleantsev o kadar üçkağıtçı bir tip ki bunu kafalamayı başarıyor en sonunda. Fakat bunu kullanmak için kafalıyor tabii. Yani bununla beraber olmak falan değil derdi kesinlikle ama kendi kişisel çıkarları ile alakalı olarak bunu kafalıyor. Onun da kendi trajedisini, yazgısını da yazar çok kapsamlı ve ayrıntılı bir şekilde veriyor.
Orada mesela çok ilginç bir ifade var, o da benim çok ilgimi çekmişti hocam Zoya karakteriyle ilgili. Şey düşünüyor kendi kendine, bir iç konuşması var orada Zoya’nın. “Hayır, bazı kadınların erkeklik taslaması boşunadır. ‘Kocam olmadan işimi görüyorum, kocaya ne ihtiyacım var, harika bir hayatım var, paramı da kazanıyorum, neden hayatıma bir erkek alayım?’ derler. Doğrudur, kendi paranı kendin kazanıyor, tüm aileni sen geçindiriyorsundur. Bunlara diyecek bir şey yoktur. Ama yine de keyfin yoktur. Yalnız yaşarsın, sana musallat olurlar, davet ederler, kulağına fısıldarlar. Kendini koruyarak, mücadele ederek yaşarsın. Ama gücün sınırlıdır ve ancak bir yere kadar götürür. En önemlisi de sonsuza dek böyle kendini koruyamazsın. Hayat seni ne kadar aldatırsa aldatsın, güvenini ne kadar boşa çıkartırsa çıkartsın her seferinde aklına düşer, hatta aklına da düşmez, tüm kalbinle bu beklentiyle yaşarsın. ‘Acaba? Ya bu kez? Ya bu sefer böyle değilse? Ya bu sefer iyiyse?’ dersin.”
Şimdi o yüzden düşüyor Orleantsev’e. Bu arka planları da çok güzel anlattığını düşünüyorum yazarın. Yani nasıl tuzağa düştü? İşte bu yüzden düştü.
Ahmet Açan’la yaptığımız söyleşinin birinci bölümünü burada sonlandırıyoruz. İkinci bölümde görüşmek üzere.
Yayın akışımızda olan bir değişiklik nedeniyle podcastimizin ikinci bölümünün yayını Pazar, 30.05.2021’e ertlenedi. Okuyucularımızın / Dinleyicilerimizin anlayışını rica ediyoruz. | Görüş Redaksiyonu
1996 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdi. Rusya ve Kazakistan’da inşaat firmalarında tercüman olarak çalıştı. Ülkeye döndükten sonra Akdeniz Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisansı yaptı. Rusça Profesyonel Turist rehberi oldu. Turizm krize girdiği zamanlar Rusça’dan çeviriler yaptı. Çevirdiği kitaplar: Fransız Devriminde Kadınlar, Kor Kitap, Jurbinler, Yordam edebiyat, Böyle Dedi Kaganoviç, Verba. Koçetov’un Yerşov Kardeşler romanını e-kitap olarak yayınladı.