
Devletler, tarih boyunca çeşitli siyasi, ekonomik ve askerî araçları rakiplerine karşı kullanarak uluslararası ilişkilerde avantaj sağlamaya çalışmışlardır. Bu araçlar arasında geleneksel olarak savaş, ambargo, diplomatik yaptırımlar ve propaganda yer alırken, son yıllarda daha dolaylı ve hibrit yöntemler de dikkat çekmektedir. Bu çerçevede, zorla yerinden edilen insanlar ve mülteciler artık sadece insani krizlerin değil, aynı zamanda jeopolitik hesapların da merkezine yerleşmiştir. Özellikle “mühendisliği yapılmış göç” kavramı, göçün stratejik bir silaha dönüştürülebileceğini ortaya koymaktadır.
Bu makalede, devletlerin kendi çıkarlarını korumak veya diğer devletleri zorlamak amacıyla göçü nasıl kasıtlı olarak yönlendirdiği, “zorlayıcı göç” stratejisi üzerinden ele alınacaktır. Ayrıca bu stratejinin teorik temelleri, tarihsel örnekleri ve günümüzdeki yansımaları da değerlendirilecektir.
Zorlayıcı Göçün Tanımı ve Teorik Çerçeve
Zorlayıcı göç (coercive engineered migration), bir devletin veya devlet dışı aktörün, belirli bir siyasi, ekonomik ya da askerî hedef doğrultusunda kitlesel göç hareketlerini kasıtlı olarak teşvik etmesi veya bu hareketleri stratejik amaçlarla kullanmasıdır. Bu strateji, genellikle hedef devlete baskı uygulamak, onu istikrarsızlaştırmak ya da çeşitli tavizler vermeye zorlamak amacıyla benimsenmektedir.
Bu olguya ilişkin en kapsamlı teorik çerçeve, Kelly M. Greenhill’in çalışmasında ortaya konmuştur. Greenhill, Weapons of Mass Migration: Forced Displacement, Coercion and Foreign Policy adlı eserinde, göçün bilinçli olarak bir baskı aracı olarak kullanılabileceğini ve bunun farklı biçimlerde gerçekleştirilebileceğini savunmaktadır. Ona göre bu strateji, “silah olarak göç” (migration as weapon) paradigması kapsamında değerlendirilmelidir.
Greenhill, bu stratejik yönlendirme biçimlerini üç ana zorlama yöntemi altında sınıflandırmaktadır:
Etkileme (Coaxing): Göç yoluyla hedef devletten diplomatik veya politik tavizler elde etmeyi amaçlayan, görece düşük yoğunluklu bir baskı biçimidir. Bu yöntem, doğrudan tehdit yerine, karşı tarafı ödül veya rahatlama vaatleriyle ikna etmeyi hedefler.
Caydırma (Deterrence): Hedef devletin belirli bir politika ya da müdahaleden vazgeçmesini sağlamak amacıyla, potansiyel bir göç dalgasının yaratacağı kriz tehdidinin devreye sokulmasıdır. Bu strateji, genellikle önleyici bir nitelik taşır.
Zorlayıcı Zarar Verme (Compellence): Göçün yaratacağı sosyal, ekonomik ve politik maliyetler aracılığıyla hedef devleti aktif olarak belirli bir eylemi gerçekleştirmeye veya geri adım atmaya zorlamaktır. Bu biçim, açık bir tehdit unsuru taşıyan ve baskının yoğun olduğu bir yöntemdir.
Kelly M. Greenhill, Tufts Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve Uluslararası İlişkiler Doçenti ve Harvard Üniversitesi Kennedy Yönetim Okulu’nda Araştırma Görevlisidir. Aynı zamanda Cornell Yayınları’ndan çıkan Sex, Drugs, and Body Counts: The Politics of Numbers in Global Crime and Conflict (Cinsellik, Uyuşturucu ve Ceset Sayıları: Küresel Suç ve Çatışmada Sayıların Siyaseti) adlı kitabın ve The Use of Force: Military Power and International Politics (Zor Kullanımı: Askerî Güç ve Uluslararası Politika) başlıklı kitabın 8. baskısının ortak editörüdür.
Tarihsel ve Güncel Örnekler
Mühendisliği yapılmış göç stratejisi yeni bir olgu değildir. Tarih boyunca pek çok örneği görülmüştür. Aşağıda, bu stratejinin önemli tarihsel ve güncel uygulamalarına yer verilmektedir:
Küba – ABD (1965–1980)
Küba lideri Fidel Castro, ülkeden kaçmak isteyen vatandaşlara çıkış izni vererek göçü ABD’ye karşı stratejik bir araç olarak kullanmıştır. Özellikle 1980’deki Mariel Krizi sırasında yaklaşık 125.000 Kübalı mülteci Florida’ya ulaşmıştır. Bu kitlesel göç dalgası, ABD’nin iç siyasetinde ciddi gerginlikler yaratmış; ekonomik ve toplumsal baskıyı artırmıştır.
Kosova Savaşı (1999)
Yugoslavya’daki çatışmalar ve sivillere yönelik sistematik saldırılar sonucunda meydana gelen kitlesel göç, NATO müdahalesi için uluslararası kamuoyunda destek yaratmıştır. Bu durum, göçün uluslararası müdahaleyi teşvik edici bir araç olarak kullanılmasının çarpıcı bir örneğidir. NATO, Yugoslavya’yı 70 gün boyunca bombalamış ve neticede Yugoslavya dağılmıştır. Eski federal yapıdan yedi farklı devlet ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bu olayın jeostratejik arka planı oldukça kapsamlı olsa da, burada yalnızca konuyla bağlantılı yönüne değinilmiştir.
Libya – Avrupa Birliği (2011 sonrası)
Libya lideri Muammer Kaddafi, Avrupa ülkelerine yönelik açıklamalarında, “Eğer destek verilmezse, Afrika’dan gelen göçün önü alınamaz” diyerek, göçü Avrupa’ya karşı bir baskı aracı olarak kullanmıştır. Bu söylemler, NATO öncülüğündeki askeri müdahaleyi engelleme girişimi olarak değerlendirilmiştir. Nitekim Kaddafi’nin devrilmesinden sonraki yıllarda Libya’daki iç savaş ve yönetim boşluğu, Avrupa’ya yönelen düzensiz göçün en önemli kaynaklarından biri hâline gelmiştir.
Türkiye – Avrupa Birliği (2015–2020)
Türkiye, Suriye İç Savaşı’ndan kaçan milyonlarca mülteciye ev sahipliği yaparken, bu durumu Avrupa Birliği’ne karşı hem bir diplomatik pazarlık aracı olarak kullanmış hem de ABD ve Batılı ülkeler nezdinde Suriye’ye yönelik uluslararası askeri müdahale için bir meşruiyet zemini oluşturmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, 2016 yılında imzalanan Türkiye-AB Mülteci Mutabakatı önemli bir dönüm noktasıdır. 2020 yılında ise Türkiye’nin sınır kapılarını açması, başta Yunanistan olmak üzere Balkan ülkelerinde ciddi diplomatik ve insani krizlere yol açmıştır.
Belarus – Polonya ve Litvanya (2021)
Daha güncel bir örnek ise Belarus’un, Orta Doğu ve Afrika’dan gelen göçmenleri organize bir şekilde AB sınırlarına –özellikle Polonya ve Litvanya’ya– yönlendirmesidir. Bu strateji, Avrupa Birliği tarafından bir “hibrit saldırı” olarak nitelendirilmiştir. Belarus yönetimi bu yolla, AB’nin yaptırımlarına karşılık olarak baskı oluşturmaya çalışmıştır.
Zorlayıcı Göçün Etkileri ve Riskleri
Mühendisliği yapılmış göç stratejileri kısa vadede uygulayıcı devlete diplomatik ve siyasi avantajlar sağlayabilir; ancak uzun vadede ciddi sonuçlar doğurabilir. Bunlar arasında:
İnsani Krizler: Göçmenler çoğu zaman bu stratejilerde araçsallaştırılır, güvenlikleri ve yaşam koşulları göz ardı edilir. Bu durum insan hakları ihlallerine yol açar ve insani insana düsman eden bir toplumsal atmosferin ortaya cikmasina yol acar. Cogu zaman mültecilerin dehumanize edilmesine giden bir sürec ortaya cikabilir. Yerli halkin büyük bir kismi basina gelen hertürlü olumsuzluktan mültecileri sorumlu tutmaya baslar. Bunun yanisira kültürel „catismalar“ baslar. Mültecinin geldigi ülke ve kültürü asagilanmaya maruz kalir. Mülteci, ülkesinde kacmanin yolactigi derin travmanin yanisira sigindigi ülkede mülteci olmanin uzun ve derin travmasi ile yüzlesir. Yanlizlik ve caresizlik duygusu kronik hale gelir. Cogu mülteci bu katmerli travmalari asmak icin herhangi psiko – sosyal destek alamaz.
Bölgesel İstikrarsızlık: Zorla yönlendirilen göç hareketleri, hedef ülkelerde toplumsal gerginlikleri artırir, siyasi istikrarsızlığa neden olabilir. Milliyetci dalgalar yükselir, hükümetler toplumsal bir baski ile yüzyüze kalir. Secimler de göcmenlik konusu cogu zaman oy avciligina döner. Toplumsal iklim bir nevi zehirlenir.
Uluslararası Hukukun İhlali: Mültecilerin uluslararası koruma hakkı, bu tür stratejik yönlendirmelerle ihlal edilebilir. Mülteci sözkonusu devletin insafina kalir. Lisan bilmeme ve hukuki yardim alamadigi kendini savunmaktan yoksun kalir. Özellikle geri göndermeler (push-back) gibi uygulamalar, hukuki açıdan oldukca tartışmalı bir konudur.
Geri Tepme Riski: Göçü bir baskı aracı olarak kullanan devletler, uzun vadede uluslararası arenada meşruiyetlerini kaybedebilir ve güvenlik tehditleriyle karşı karşıya kalabilirler. Nitekim Türkiye bunun en önemli örneklerinden biridir. Suriye savasi basladiginda önce BAAS hükümetine karsi jeopolitik bir silah olarak ve yüzbin kisilik bir cadir kent kurma plani kontrolden cikmis Türkiye’ye milyonlarca mülteci akini olmustur. Yani evdeki hesap carsiya uymamistir.
Uluslararası Tepkiler ve Önleme Yolları
Zorlayıcı göç stratejilerine karşı uluslararası toplumun tepkisi genellikle gecikmeli, dağınık ve yetersiz olmuştur. Ancak, aşağıda sıralanan politika önerileri, bu tür stratejilere karşı daha dirençli ve hazırlıklı bir uluslararası düzenin oluşturulması açısından önem arz etmektedir:
Uluslararası İşbirliği ve Erken Uyarı Sistemleri
Göçün stratejik bir araç olarak kullanılmasını önceden tespit edebilecek erken uyarı sistemlerinin oluşturulması gerekmektedir. Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) ve benzeri çok taraflı kurumlar bu süreçte aktif rol oynamalıdır. Ne var ki, mevcut durumda böyle bir mekanizma bulunmamaktadır. Aksine, bazı devletler jeostratejik hedeflerine ulaşmak ve rakip devletler üzerinde baskı kurmak amacıyla göçü bir şantaj aracı olarak kullanmaktadır. Bu durum, uluslararası toplumun bu alanda kurumsal refleksler geliştirmekte ne kadar yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır.
Hukuki Çerçevenin Güçlendirilmesi
Mülteci haklarını sistematik biçimde ihlal eden devletlere yönelik etkili uluslararası yaptırımlar gündeme getirilmelidir. Ayrıca, sığınmacıların korunmasını güvence altına alacak yeni hukuki ve kurumsal mekanizmalar oluşturulmalıdır. Ancak mevcut uluslararası sistemde, bu tür ihlalleri denetleyecek ve bağlayıcı kararlar alacak “devletler üstü” bir anayasal mahkeme ya da icra gücüne sahip bir kolluk mekanizması bulunmamaktadır. Varsayalım ki böyle bir yapı oluşsa bile, kararlarını uygulamaya koyacak askeri ya da diplomatik güce sahip olmadıkça, etkinliği sınırlı kalacaktır. Sonuç olarak, güçlü devletler, çoğu zaman kendilerini uluslararası hukukla sınırlandıracak herhangi bir yaptırımı kabul etmemekte, reel politik çıkarlarını hukuk normlarının önüne koymaktadır. Günümüzde küresel güç mücadelesinin yoğunlaştığı ve uluslararası düzensizliğin hâkim olduğu bir ortamda, uluslararası hukukun etkisi giderek zayıflamaktadır.
Göç Veren Ülkelerde İstikrarın Desteklenmesi
Zorlayıcı göç hareketlerinin çoğu, çatışma, kriz ve siyasal istikrarsızlık gibi temel sorunlardan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, göçün kaynağı olan ülkelerde istikrarı sağlayacak kalkınma yardımları, barış inisiyatifleri ve diplomatik girişimler desteklenmelidir. Ancak, Suriye, Afganistan, Lübnan ve Ukrayna gibi örneklerde görüldüğü üzere, bu tür ülkelerde kısa vadede siyasi ve toplumsal istikrarın sağlanması pek mümkün görünmemektedir. İç savaşlar, etnik/dinsel bölünmeler ve dış müdahaleler, bu bölgelerde kalıcı çözümler üretilmesini zorlaştırmaktadır. Dahası, büyük güçlerin jeopolitik çıkarları, bu ülkelerde istikrarın sağlanmasının önündeki en büyük engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle, bazı aktörler için istikrarsızlık, kontrol edilebilir bir kaos düzeni yaratmak suretiyle bir dış politika aracına dönüşmüş durumdadır.
Sonuç
Göç olgusu, günümüzde yalnızca insani ya da ekonomik bir mesele olmaktan çıkmış; aynı zamanda devletler arası rekabetin, dış politikanın ve jeopolitik stratejilerin bir aracı hâline gelmiştir. Özellikle “mühendisliği yapılmış göç” kavramı, devletlerin göç hareketlerini bilinçli ve stratejik şekilde yönlendirerek rakip aktörler üzerinde baskı kurma aracı olarak kullandığını ortaya koymaktadır. Bu durum, çağdaş uluslararası ilişkiler literatüründe giderek daha fazla tartışma konusu olmakta ve hibrit savaş yöntemleri arasında önemli bir yer edinmektedir.
Ancak bu stratejinin uygulanması, başta göçmenler olmak üzere tüm uluslararası toplum açısından derin etik, hukuki ve siyasal sorunları beraberinde getirmektedir. Göçün bu şekilde araçsallaştırılması, insanların iradeleri dışında yaşadıkları yerlerden edilmesine neden olmakta, onları adeta uluslararası ilişkilerin “pazarlık konusu” hâline getirmektedir. Bu tür uygulamalar, evrensel insan hakları ilkeleriyle açıkça çelişmektedir.
Her şeye rağmen umut etmek gerekir: Göç, bir tehdit ya da silah değil; insan haklarına dayalı, dayanışmacı ve onurlu bir politika konusu olarak ele alınmalıdır. Bu nedenle asıl hedef, mültecileri değil, onları yerinden eden yapısal koşulları ve bu koşulları stratejik amaçlarla kullanan siyasal iktidarları sorgulamak olmalıdır. Gerek iç politikada gerekse dış politikada göçü bir şantaj aracı hâline getiren güç merkezlerine karşı hem etik hem de hukuki düzlemde hesap sorulması elzemdir.
Unutulmamalıdır ki mülteciler fail değil, mağdurdur. Asıl failler, onları yerinden eden savaşları başlatanlar, istikrarsızlıkları körükleyenler ve bu acıları kendi siyasi çıkarları için araçsallaştıranlardır. Bu bağlamda, göçmenlere karşı değil; bu düzeni sürdüren politik yapılara karşı küresel bir bilinç geliştirmek, insan onurunu korumanın en temel şartıdır. Nihayetinde, insanın insana dost olduğu bir dünya inşa etmek, hem ahlaki bir sorumluluk hem de uluslararası barışın temelidir.

Turan Altuner, uluslararası ağırlıklı iktisat, uluslararası işletme yönetimi, kültürlerarası iletişim, kültür antropolojisi ve endüstri işletmeciliği okudu. İşletmeci, danışman ve kültürlerarası iletişim koçu olarak çalıştı. İlgi alanları ekonomi, uluslararası ilişkiler ve kültürlerarası iletişimdir.