Metin Toprak (Kocaeli Üniversitesi) |
İçerisinde ideoloji ve ütopya kavramlarını barındıran ve bu kavramların birbirleriyle olan ilişkisini irdeleyen bir çalışma, içerisinde bulunduğumuz postmodern döneme pek de uygun düşen bir konu seçimi olmasa gerek. Günümüzde her iki kavram da genel olarak olumsuz bir çağrışım ve alt anlam oluşturmaya başlamışlardır. İdeoloji kavramı genel olarak Marksist kuramın eleştirisine uğrarken, ütopya kavramı ise her dönemde muhafazakar kesimin hedefinde olmuştur.
Özellikle Fransız Devrimi ile birlikte gelişen süreçte ve sonraki erken sosyalist dönemler gerçekleşme olasılığı olmayan hayalperest ve varolan toplumsal yapıya zararlı, yada tehlikeli olduğu varsayılan düşünceler çoklukla bu kavramla nitelenmeye başlanmıştır. Ütopik düşüncelerin temel özelliği var olan düzen dışında alternatif toplumsal düzenler kurgulamaları ve bu özellikleriyle var olan düzeni sorgulayıcı ve eleştiren bir niteliği doğal olarak içlerinde barındırmalarıdır. Sosyalist ve komünist düşünceler var olan toplumsal düzene alternatif toplumsal modeller önermelerinden dolayı çoklukla bu kavramla birlikte anılmaya başlanmış ve kavrama olumsuz bir anlam yüklenmesinde önemli bir rol aynamış olsa da ütüpyalar yada ütopik düşünceler tarihin her döneminde bu özelliklerinden dolayı gerçeklikten uzak, abartılı ve düşsel olarak yaftalanıp ağır eleştiriye uğramıştır. Bu açıdan bakıldığında Ernst Bloch’un (1885–1977) felsefesi ütopya ve ütopik düşünceye yüklediği anlam açısından önemli bir istisna oluşturmaktadır.
Bloch 20. Yüzyılın başlarında pek çok insanın isteklerinden birini oluşturan daha yaşanabilir ve adaletli bir dünya özlemini Das Prinzip Hoffnung (Umut İlkesi) adlı çalışmasında kapsamlı bir şekilde dile getirir, ve kavramın günlük yaşamdan masala, popüler kültürden mitlere dinden büyük felsefi sistemlere kadar uzanan ve yaşamın her alanını kapsayan geniş bir yelpazede yer alan kültürel oluşumların içerisindeki karşılığını ortaya çıkarır. Ernst Bloch bu yapıtında özellikle umudun bilinen ve farkında olunan biçimi olarak tamımladığı ütopya kavramı üzerinde durur, bu kavrama olumlu bir anlam yükler ve olumlu toplumsal değişimler için ütopyaların gerekli olduğunu savunur. Ernst Bloch için umudu felsefenin konusu yapan ve bu denli kapsamlı şekilde ele alan ilk filozoftur dersek yanlış bir tesbitte bulunmuş olmayız. Bloch 1918 tarihli erken dönem çalışmalarından olan Der Geist der Utopie (Ütopyanın Ruhu) adlı yapıtıyla başlayan ütopya kavramı üzerine düşünme denemesini Umut İlkesi adlı çalışmasında geliştirir ve hemen hemen yaşamın her alanında görülen ütopik unsurların bir tür derlemesini oluşturur.
Ernst Bloch’un üç cilt olarak yayınlanan Umut İlkesi beş ana bölümden oluşmaktadır. Bloch eserini 1938-47 yılları arasında Amerika’da bulunduğu dönemde kaleme almış ve ilk iki cildi 1954-55 yıllarında Doğu Almanya’da son cildi ise 1959 yılında Batı Almanya’da basılmıştır. Türkçeye şu ana kadar tek cildi çevrilebilen eser kapsamlı önsözü dışında toplam 55 alt başlıktan oluşmaktadır. Bu çalışmada özellikle ütopyanın sanat, din ve ideoloji gibi üç önemli kültürel oluşumla ilişkisi ve birbirinden bağımsızmış gibi görünen bu üç alanı birbirine bağlayan ortak payda üzerinde durulacaktır.
Ancak yazarın görüşlerini anlayabilmek için özellikle insanı umut eden bir varlık olmasını antropolojik olarak gerekçelendirdiği ilk üç bölümü gözönünde bulundurmak yararlı olacaktır.
İnsan başlangıçta eksiktir ve kendisine yabancıdır
“Umut İlkesi” önsözde yer alan şu sorularla başlar: ”Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Neyi bekliyoruz? Bizi ne bekliyor?” (Bloch 1976, 1) Son iki soru umut kavramını da içerisinde barındırıyor. Beklenti ve gelecek anlamında bir umut kavramıdır söz konusu olan.
Biz kimiz sorusu aslında bu son iki soruyla bağlantılıdır, çünkü Bloch insanın dünyada olduğu halde henüz tamamlanmamış bir biçimde olduğunu düşünür. Bloch insanın tamamlanmamışlığı ile ilgili bu düşüncelerini Experimentum Mundi (bkz. Bloch 1975, 11) adlı çalışmasının önsöz niteliğindeki ilk bölümünün hemen başında dile getirir (Bkz . Varele 2007, 63). İnsan kendisine ulaşmak ister ama kim olduğunu bilemez. Kendisini tanımaz ve tanımlayamaz. Kendisine yabancıdır. Eksiktir ve bu eksikliği onun açık olmasına yol açmaktadır.
Bu başlangıçtaki yetersizliği veya eksikliği onun eylemlerinin temelini oluşturur, ya da önu eyleme yönlendirir. Amacı bu eksikliği gidermektir, yani kendisini var etmektir ve bunun için de pek çok olanağı bulunmaktadır. Bu durumu şu şekilde özetleyebiliriz: Varım, ancak kendime sahip değilim, bu yüzden zamanla olacağız. Tekilden çoğula giden bir sürecin parçasıdır insan. Çünkü toplumsal olarak oluşur, kültür aracılığıyla var olur. Öznel bir durumdan özneler arası bir oluşuma geçiştir bu var olma, oluşma veya geçekleşme süreci. Bu süreç kültürün kendisidir. O halde insan başlangıçta kendisine yabancı olduğuna göre, bu yabancılaşmaya neden olan kültür değil, başlangıçtaki eksikliği ve tanımlanmamışlığıdır.
Gündüz düşleri, diğer bir deyişle daha iyi bir yaşam düşü, bu eksikliği giderme arzusunun bir sonucu olarak ortaya çıkar ve bu yönüyle insan yaşamının en önemli özelliği haline gelir. Gündüz düşleri Freud’un geçmişi ele alan ve genellikle erken çocukluk dönemiyle olan bağlantısına vurgu yapan gece düşünden farklı olarak geleceğe yöneliktir. (bkz. Bloch 1976, S. 89) Bu özellikleri ile bize umut etmeyi öğretirler, umut etmek ise insan yaşamının diğer temel unsuru olan korkunun karşıt unsuru olarak karşımıza çıkar. Umut, Bloch’un ütopya sınıflandırması içerisinde “somut ütopya”ya karşılık gelir ve insan yaşamına yön veren temel prensip olarak görülür.
Ufukta var olan ütopya geleceğe yönelik umut oluşturucu özelliği ile aynı zamanda insana içerisinde yaşadığı dönemi katlanılabilir kılar. İnsanın ütopyaya ihtiyacı var, yaşamak istiyorsa kendisini sürekli kandırmalıdır. Umut olmadan, düş olmadan hiçbir insan ileriye doğru tek adım dahi atamaz, gündelik hayatını dahi sürdüremez, onu ayağa kaldıran umuttur. Dolayısıyla sadece büyük ütopyalar değil, küçük ütopyalar da insan için bir o kadar önemlidir.
İnsanın temel dürtüsü: Açlık
İnsanı geleceğe yönelik bir varlık haline getiren temel dürtü hayatta kalma dürtüsüdür, bu nedenle Freud’dan farklı olarak Bloch libidoyu değil açlığı davranışlarımıza şekil veren beklenti duygulanımına (affekt) yol açan temel dürtü olarak görür. Bu dürtü başlangıçta hayatta kalma dürtüsüyken zamanla kendini geliştirme dürtüsüne dönüşür (Bloch 1976, 10).
Maddi açlık manevi açlığa dönüşür, ne kadar bilinçliysen doyurulman da o denli zor olur, hep yeninin, henüz olmayanın, henüz tadılmamış olanın peşinde olursun, Her şeyin daha güzelini, daha hızlısını, daha fazlasını, daha iyisini, daha pahalısını, daha büyüğünü arzulamayı insanoğlu şekil değiştirmiş bu temel dürtüsüne borçludur (Bloch 1976, 55).
Bu durumu onu geleceğe yönelik gündüz düşlerine yöneltir. İnsan doğasının gündüz düşüne olan bu yatkınlığı çoğu zaman sahtekarların etkisi altına girmelerine yol açar (Bloch 1976, 1). Bloch bu nedenle “kör umut” ile “somut umut” arasında bir ayrıma gider. Somut umut bilerek ve somut bir şeyi umut etmektir, nesnesi ve amacı bellidir. İnsanın bu doğası onu aynı zamanda ütopist bir varlık yapar. Yani öncelikli olarak geleceğe yönelik bir yaşam sürdürür. Geçmiş daha sonra gelir. Şimdi ise zaten henüz ortada yoktur. Bu yönüyle diğer bütün canlılardan ayrılır. O var olan durumu, içerisinde bulunduğu düzeni, statükoyu özlemleri aracılığıyla aşmayı umut eden bir canlıdır. Var olanı aşmak arzusundan daha insani bir durum yoktur Bloch’a göre. Onun düş görme yeteneği bunun en önemli kanıtıdır. İnsan bu eksiklik duygusunu aşmadığı sürece gündüz düşleri sona ermeyecektir. Kültürü oluşturan da yine insanın bu düş görme özelliğidir. Bütün kültürel oluşumların kökeninde insanın tasarım yeteneği yer alır. İnsanın arayışı henüz çocukken başlar; çocuk en başından itibaren istediği şeye sahip değildir, hırçınlığı, bağırması bundandır, o bir ütopyadır. Bu isteği hiçbir zaman bitmez, sadece yaşlılıkla birlikte azalır. Bu durum insanda henüz olmayanın bilincini oluşturur. Bu öngörücü bir bilinçtir (antizipierendes Bewusstsein). Bloch aynı zamanda henüz olmayanın bilincinin psikolojisini ele almaktadır diyebiliriz.
Freud’un artık olmayanın bilincinin karşısında Bloch henüz olmayanın bilincini yerleştirir. Henüz olmayanın bilinci bize umut etmeyi öğretir ve eğer umut bilinçli ve bilinen bir şeye dönüşmüşse ütopya haline gelmiştir.
Ütopik düşünce bu haliyle gerçek olanı, var olan koşulları eleştirip uzaktaki bir hedefe ulaşmak isteyen düşüncedir.
Kültür ütopyanın tininden doğar
İlk iki bölümde umudun daha çok psikolojik boyutu ortaya konduktan sonra, son üç bölümde bu durumun nasıl kültürün oluşumunu sağladığını ele alır. Kültürün ütopyanın tininden nasıl doğduğunu gösterir. İnsan kültürünün farklı görünümlerini, oluşum biçimlerini gösterir. Sanat, din, teknik gibi oluşumlar henüz olmayanın bilinci olarak ele alınır ve tamamı umut olarak adlandırılır. Ancak Bloch’un umut olarak adlandırdığı bu oluşumlar sanat, din veya teknik ile sınırlı olmayıp yaşamın tüm alanını kapsamaktadır. Bu nedenle Bloch’un kitabının son üç bölümünü bir tür kültür felsefesi olarak niteleyebiliriz.
Bloch bu üç bölümün ilkinde “ben”in, yani küçük adamın aynadaki arzularını, başka birisi olma isteğini ele alır. Bu arzular kişinin kendisine yöneliktir. Kendi özel mutluluğunun peşindedir. Seyehat, reklamlar, sinema, gençlik kitapları bu kategori altında incelenir. Sonraki bölümde daha iyi bir dünyada yaşama özlemini içeren ütopyalar ele alınır. Klasik sosyal ütopyalar (bunlar aynı zamanda soyut ütopyalardır), teknik, tıbbi, coğrafi, felsefi bu bölümde ele alınır ve ortak özellikleri genel olanla bağlantılı olmalarıdır. Buradaki temel düşünce sadece kendi varlığımız değil yaşadığımız dünya da daha iyi olmalıdır. Beşinci ve son bölümde ise bütün ütopyaların temelini oluşturan gerçekleşmiş anın arzuları ele alınır. Bunlar en yüce iyi olana yönelik ütopyalardır. Ahlak, müzik ve din en yüce iyiye yönelmiş olan ütopyalardır ve geçici olarak tarih sürecinin sonunu oluştururlar.
Yukarıda sayılan bütün bu kültürel oluşumlar bir nihai hedefe yöneliktir, bir gelişme sürecine karşılık gelirler ve bu süreç hedefi olan bir süreçtir. Dünyanın işleyişinin bir yönü ve hedefi vardır. Felsefenin yaptığı bu süreci ve hedefini anlamaya çalışmaktır. Dünya bir labarotuvardır ve gittiği bir yön vardır. Ancak bu bir yaratıcının planı değildir, bu nedenle gidilen hedef açıktır. Bloch bu yönüyle belli, tanımlanmış bir hedeften söz eden Hegel’den, tarihselci anlayıştan, Platon’dan veya tek tanrılı dinlerden ve hatta marksizmden farklılık gösterir. Bloch’un sözünü ettiği hedef insanın doğalaştırılması ve doğanın insancıllaştırılmasıdır.
Yani kültür aracılığıyla doğayla bütünleşmesidir, onu yurtlaştırmasıdır. Henüz olmayan o yurdu bulmasıdır. Bloch yine bu düşünceleriyle 18. ve 19. yüzyıl filozoflarınca sıklıkla dile getirilen insanın kültüre yönelmesi sonucu bütünlüklü bir yaşam sürdüğü doğadan koptuğu düşüncesine de karşı çıkmış olur. Çünkü insan başlangıçta kendisine yabancıdır ve yabancı olduğu doğayla süreç sonunda bütünleşecek ve kendisine ulaşacaktır. Sanat ve din semboller ve metaforlar aracılığıyla bu bütünleşmenin çeşitli resimlerini, görüntülerini insana ileten alanlardır.
Üç önemli ütopya tasarım alanı: sanat, ideoloji ve din
Bu bağlamda Bloch’un ütopik olanla bağlantı kurduğu üç kültürel alan sorunlu görülmektedir. Bunlar sanat, ideoloji ve dindir. Sanat geçmişten beslendiği veya dönemini yansıttığı için gelecekle bağlantısı, ütopik olanla ilintisi Bloch tarafından nasıl sağlanmaktadır sorusu önem kazanır. Aynı şekilde ideoloji marksizm açısından var olan koşulları korumak hakim sınıfının çıkarlarını korumak üzere oluşturulmuş bir düşünce sistematiği olduğuna göre ütopik düşünceyle nasıl ilişkilendirilebilir? Ve son olarak din olgusunun ütopik düşünceyle bağlantısı nedir ve Bloch açısından onu sanat ve ideolojiyle benzer kılan nedir?
Bloch’un, ütopya kavramını açıklarken önemli bir bağ kurduğu kavramlardan biri de ideoloji kavramıdır; ütopya ile ideoloji arasındaki temel farklardan birisi: İdeoloji ezen, sömüren, hükmeden tarafından geliştirilirken, ütopya ezilen, sömürülen ve hükmedilenin tasarımıdır. Yani birisi var olanın devam ettirme işlevine sahipken diğeri onun eleştirisidir. Bloch’un bir marxist olarak ideoloji ve ütopya arasında bağ kuruyor olması önemlidir çünkü gerek marxist kuramcılar geerekse ideoloji kuramcıları ideolojiyi genel olarak var olan sosyal gerçekliği idealize etme, kalıcı hale getirme, olabilecek eksikliklerin, aksamaların üstünü ürtme görevi gördüğünü konusunda hemfikirlerdir. (Bizeul 2006, 12)
Oysa ütopyalar var olan kollektif bir hareket veya eyleme yol açan, amaçları var olan gerçekliği onu aşan hedeflerle değiştirip aşmaya çalışmak olan düşünsel etkinliklerdir (Mannheim 1995, 179). Bloch bu geleneksel ütopya-ideoloji karşıtlığına tamamen katılmaz ve ideolojileri de ütopik boyutlarıyla ele alır. Bloch her ideolojinin bir zamanlar ütopik bazı özelliklere sahip olduğunu dile getirir. Bloch’a göre ideolojiler içlerinde eleştiri ve hatta doğruluk da barındırırlar. Bu özellikleriyle ideolojilerin her zaman iki boyutu vardır. Bir yönüyle egemen sınıf tarafından çıkarlarını korumak, bir şeylerin üstünü örtmek, sömürü düzenini devam ettirmek ve göz boyamak için kullanılırlar ve böylece yanlış bir bilinç oluştururlar (Bloch 1976, 174). Ama öte yandan o gerçeklik içerisinde var olmayan, eksik olan ya da eksikliği duyulan şeyleri varmış gibi gösteren yönüyle henüz olmayanı dile getirip ütopik göndermelerde bulunur, var olan gerçekliği daha iyi, daha güzel, daha bütünlüklü göstererek aslında onu aşar ve geleceğe yönelmesini sağlar (Bloch 1976, 169-170).
Ideolojilein bu ütopik yönü olmasaydı sanat, bilim felsefe alanında ütopik düşüncelerin ortaya çıkması mümkün olmaz sadece geçmişe yönelik bir yanılsama oluşturma işlevine sahip olurlardı (Bloch 1976, 178).
Bloch bu bağlamda özellikle sanat eserlerine ve edebiyata vurgu yapar ve örnekler verir. Sanat bir yönüyle aslında yazıldığı, ortaya çıktığı dönemin rengini taşır, içerisinden çıktığı toplumsal düzenin ideolojisini yansıtır, ancak büyük sanat eserlerinin bunun ötesinde çok daha önemli bir özellikleri vardır. Bloch bu durumu kültürel fazlalık kavramıyla açıklar. Bu edebiyatın ya da sanatın içerisinde kendi dönemini, temsil ettiği ideolojiyi aşan bir “ütopik fazlalık” barındırdığı anlamına gelir. Bloch sanatı ütopik olanın ya da henüz var olmayanın dile getirildiği, kurgulandığı en önemli alan olarak görür ve edebiyattan müziğe, resimden mimariye, danstan sinemaya uzanan geniş bir yelpazede sanatın hemen hemen her alanından örneklerle bu düşüncesini gerekçelendirmeye çalışır.
Sanat, Bloch’un öne çıkardığı bu özelliğiyle dünyayı işleyen, genişleten ve çoğaltan, geleceğe göndermede bulunan bir işleve sahiptir, çünkü karakterleri, eylemleri, olayları ele alırken sınırları zorlar ve olası son noktaya kadar gitmeyi yeğler. Gündüz düşü sanatın bir ön basamağıdır (Bloch 1976, 106), yani ütopiktir. Ütopik bilincin en saf ve katışıksız ifadesidir ve gerçekliğin henüz bir olasılık olarak dahi göremediği ya da yadsıdığı şeyleri, var olan ideoloji içerisinde olmayan geleceğin doğrularını ifade eder (Berghahn 2008, 29). Bloch Platon’dan bu yana dindarlar (Bloch Eski Ahit’teki dördüncü emri sanata getirilmiş bir yasak olarak yorumlar), ampiristler ve rasyonalistler tarafından gerekçelendirilen ve kapitalizmin ortaya çıkmasıyla devam eden sanat düşmanlığının da sanatın bu ütopik özelliğinden kaynaklandığını belirtir (Bloch 1976, 243-45). Ona getirilen temel eleştiri gerçekliğin üstünü örtüyor olmasıdır. Oysa sanat aracılığıyla var olan gerçeklikten duyulan memnuniyetsizlik, ona getirilen eleştiri hayal ürünü resimler kullanılarak ifade edilir.
Sanat gelecekteki gerçekliğin bir ön-yansımasıdır. Orada var olan gerçekliği kanıksamış, köreltilmiş zihinlerin göremeyeceği toplumsal veya doğa ile ilgili olayların küçük bir ışığını görürüz. Sanatın bunu yapabiliyor olmasının nedeni ele aldığı şeyi en uç noktaya taşıyabiliyor olma özgürlüğünden kaynaklanır, ele aldığı olay, karakter ve eylemlere yönelik o anda söylenebilecek en son sözü estetik olarak söyleyebiliyor olmasından kaynaklanır (Bloch 1976, 240). Sanat bu özelliğiyle olası doğruların semboller ve metaforlar aracılığı ile kendisine ifade alanı bulduğu bir labaratuvardır (Bloch 1976, 149). İnsan bilincinin temel potansiyelini oluşturan hayal gücü ve yaratıcılıktır ve bunları kullanarak sanat yapılır. İnsan ancak bu gücü kullanan sanat aracılığıyla dünyanın üstü örtülü gerçek yönelimini ortaya çıkarabilir.
Din de ideolojinin sahip olduğu işleve sahiptir ve o da ideoloji gibi iki boyuta sahiptir. İnsanı var olan koşulları kabul etmeye ikna etme çabası içerisindedir.. Bu dünyadaki haksızlıkların, adaletsizliklerin ve yoksulluğun, kısaca bu dünyada arzulanan fakat ulaşılamayan düzene bu dünyadaki geçici yaşamdan sonra gökyüzünde bir yerlerde ulaşılacağını vaat eder. Insana insanca yaşam ve ideal toplumsal düzen sözü verir. Din bu özelliğiyle öte yandan bu dünyaya, var olan gerçekliğe getirilmiş bir eleştiri özelliği taşır. Bir boyutuyla yanılsama iken diğer boyutuyla eleştiridir. Bu dünyadaki düzenin bir tür protestosudur, bu düzene duyulan memnuniyetsizliğin dışa vurumu, daha iyi bir dünyaya duyulan özlemin ifadesidir. Bu nedenle bir yönüyle bir tür ideoloji olarak görebileceğimiz din, diğer yönüyle içerisinde önemli oranda ütopik unsur barındırır. Bu yönüyle sanatla benzerlikler barındırır. Sanat gerçekliğe ütopik fragmanlar halinde yaklaşmaya çalışıp bu dünyanın sınırları içerisinde kalırken, din mutlak doğruya ulaştığı iddiası taşır, ancak ulaştığı mutlak doğru, sanattan farklı olarak bu dünyanın sınırlarını aşar. Bütüne ve mutlak olana ulaşmak ister. Bloch dini bu ütopik yönüyle diğer bütün ütopik düşünceler “gibi yalana yer vermeyen bir inanç” olduğu sürece kabul edilebilir bir oluşum olarak görür, ve insanın bu dünyadaki kurtuluşunun araçlarından birisi olarak görür. Umudun olduğu yerde din de olacaktır (Bloch 1976, 1404). O insanın bütünlüğe, mutlak olana ulaşma, tanrısallaşma çabasının bir ürünüdür. Önemli olan dinin öteki dünyaya yönelmiş bu çabalarını bu dünyaya yöneltmektir.
Sonuç
Bloch insanı ütopik bir varlık olarak tanımlar; insan olmak ütopyası olmak demektir.
Bütün geçmişi ve oluşturduğu kültür insanın bedensel ve psikolojik donanımının onu zorunlu olarak var olanı aşan bir varlık haline getirdiğini gösterir. Insan kültürünün üç önemli oluşum alanına karşılık gelen sanat, din ve ideolojiyi aynı paydada buluşturan, içlerinde barındırdıkları ütopik unsurdur.
Tarihsel süreç, insanın hep daha iyi olana ulaşma arzusunda olduğunu ve bunun da onun değişmez en temel özelliği olduğunu gösterir bize. Bu üç alanın ortaya çıkmasını sağlayan da yine insanın bu temel özelliğidir. Bloch bu düşüncelerini Hegel ve Marx’ın felsefesinden yararlanarak öte yandan dinsel kökenleri olan bir düşünüş biçimiyle gerekçelendirir, ancak bunu yaparken aynı zamanda da dinsel olanı dünyevileştirir.
Gerek Hegel’in (mutlak tin) gerekse Marx’ın felsefesi farklı şekillerde de olsa dünyanın işleyişinin nihai bir hedefe yönelik yani teleolojik olarak ilerlediğini dile getirirler. Bu yönüyle nihai hedefi insanın tanrıya ulaşması olarak belirleyen hırıstiyanlıkla da benzerlik gösterirler. Bloch’un somut ütopyası bu iki unsuru da içerisinde barındıran cennetvari bir sosyalizmdir (Varela 2007, 65). Toplumsal çatışma ve çelişkilerin olmadığı bir toplumsal yapıyı bu dünyada gerçekleştirmeye yönelik bir umuttur onunki. Dinlerin öteki dünyada gerçekleşeceğini vaat ettiklerini bu dünyada gerçekleştirmeye, insanların bu dünyayı kendilerine yurt edinmelerine yönelik bir umut. Ancak Bloch Marx, Hegel ve hıristiyanlıktan farklı olarak bu dünyada oluşturulacak “cennetin” ya da “yurdun” nasıl bir yer olacağını tanımlamaz. Çünkü o henüz oluşum aşamasındadır.
KAYNAK: ACADEMIA.EDU
Kaynakca
Bloch, Ernst (1976): Das Prinzip Hoffnung Suhrkamp taschenbuch wissenschaft, 3, Dritte
Auflage 26-35 Frankfurt am Main.
Bloch, Ernst (1976): Experimentum Mundi. Frage, Kategorien des Herausbringens, Praxis,
Suhrkamp-Verlag,
Berghahn, Klaus L. (2008): Zukunft in der Vergangenheit. Auf Ernst Blochs Spuren.
Aisthesis Verlag: Bielefeld
María do Mar Castro Varela (2007): Unzeitgemässe Utopien: Migrantinnen zwischen
Selbsterfindung und gelehrter, transcript verlag: Bielefeld
Karl Mannheim (1995): Ideologie und Utopie. Frankfurt am Main
Yves Bizeul (2006) Politische Mythen, Ideologien und Utopien. Ein Definitionsversuch.
Peter Tepe (Hrsg.): Mythos.. Bd. 2: Politische Mythen içinde, Würzburg