
Dr. Jean Kim
Toplumsal narsisistik yapımız kitlesel trajediye yol açtı.
Dünyadaki salgın krizi, günümüzde toplumlarımızın yönetiliş şeklinin ve sınırlarının yanı sıra, kişisel çıkarlar ile yardımlaşma arasındaki önemli dengeyi de ciddi bir şekilde gözler önüne serdi. 20. yüzyılın sonlarında kapitalizmin komünizme karşı gözle görülür galibiyeti sayesinde son yirmi yıllık dönem, kapitalizmin son virüste olduğu gibi dünyanın dört bir yanında mutasyona uğramış farklı varyasyonlara dönüşerek, heyecanlı bir zafer turu yapmasına fırsat tanıdı. Muhtemelen Dünya Savaşları’nın acımasız dersleriyle yumuşayan Avrupa devletlerinin çoğu, Bernie Sanders’in demokratik sosyalizm olarak adlandırdığı, serbest piyasa ekonomilerinin devam ettiği ancak yüksek vergi oranlarının genel sağlık ve eğitim, ücretli çocuk bakım izni gibi genel kamu girişimlerini desteklediği sistemi benimsedi.
Ailenin Yeni Zelanda gibi üyeleri vatandaşlarının refahını her şeyin üzerinde gözeten değerlerin, ekonomiyle birleştirilmesi gerektiğini beyan ettiler. Asya ise Güney Kore, Japonya, Singapur ve Tayvan’daki ufak birer ulus devlet gibi işleyen devasa ticari holdinglerden, Çin ve Vietnam gibi yakın zamanda reform yaşayan komünizm sonrası karma ekonomilere kadar, kendi varyasyonlarını yarattı. Söz konusu diğer ülkelerdeki büyümenin etkisiyle, son yıllarda Güney Amerika ve Afrika’nın bile yeni-dünya ekonomileri filizlenmeye başladı. Daha eski yerleşik kültürel değerleri ve nüfusları, bu dünya ekonomilerinin çoğuna temel bir uyum duygusunu korumaları konusunda yardımcı olduysa da, iş olanakları ve paranın ardından gelen sosyo-ekonomik kutuplaşma ve göçmen akınları, çatışma ve huzursuzluğa yol açtı.
Bu yeni dünya düzeninin anaç tavuğu olduğu söylenebilecek Amerika, kendisinin giderek daha da katkısız hale gelen kapitalizm versiyonundaki gerek kurucu, gerekse bebeksi haliyle, bu düzenin ortasında aynı zamanda bir serseri mayındır. Oligarşik elitler sistemin ‘doğal’ yolunu izlemeye ve kazananların parsayı toplaması gerektiğine, paranın zaten parası olanlara akması için çarkları yağlamaya, kalanların da başlarının çaresine bakmasına karar verdiler. %1’in ellerinde giderek artan zenginlik ve güç yoğunluğu, bunu elinde tutmak için ne gerekirse yapanlar için kaçınılmaz bir ödül olarak görülüyor. Kalanlarla bir şeylerin paylaşılmasının, Amerika’nın tanrı tarafından belirlenmiş alın yazısına, yani en iyi uyum sağlayanın hayatta kalmasına, müdahale etmek olduğu düşünülüyor. Amerikan kapitalizmi, altın çağında üç kağıtçı büyük iş adamlarının neden olduğu reform ve denge dönemlerinden ve Büyük Buhran’daki sistem çöküşünden sonra, zehirleyici bireyciliğe yöneldi.
İnsan doğası daima benliğin ve başkalarının çıkarları arasındaki gerilimi korumuştur. İnsan toplumları bu gerginlikle başa çıkmak zorunda kalmış; egemen liderler ve kitleler tarih boyunca medeniyet ya da zulüm için mücadele etmiştir. 20. yüzyılın başlarında ulus devlet dünya düzeni yerini sağlamlaştırıp aynı zamanda trajik yıkıcılıkta savaşlara, soykırımlara ve nükleer yıkımın eşiğine gelinmesine yol açarken, büyük ölçüde sabit sosyal sınıflar üzerinde hüküm süren, yüzlerce yıllık mirasa sahip kraliyet aileleri tepetaklak oldular.
Son teknoloji devrimi ve Doğu Bloku’nun çöküşü, yeni kapitalist dünya düzeninin, insani işbirliği ve verimliliğinin olduğu ilerici yeni bir çağı başlatacağını düşündürüyordu. Eski kafa dindarlık ve 11 Eylül sonrası terörizmin ani ve kısa süreli parlaması, bu yeni dünya düzeninin büyümesini rayından çıkartmak için pek bir şey yapmadı. Ama giderek artan bir şekilde, para sadece tek bir yöne doğru akıyordu… herkesin elinin altında sadece bir klavyeyle eşit fırsatlara sahip olduğu yanılsaması, yalnızca bir yanılsama olmaktan öte geçmiyordu. Gerçekte, teknoloji patlaması insan kimliğinin temelini oluşturan istihdam ve emeği, giderek genişleyen bir kitle için gereksiz bir şey haline getiriyordu. Yurt dışındaki daha ucuz, henüz kullanılmamış kitleleri sömürürken, evlerinde klavyelerinin başında çalışan bir teknoloji eliti dışında insan emeği zengin şirketler için gözden çıkarılabilirdi.
Bu acı verici değişimin yarattığı kafa karışıklığı ve öfke Amerika’daki belirli seçkinler tarafından ustaca sömürülerek, dikkatler yanlış bir günah keçisine yönlendirildi. Kökü kemikleşmiş ırkçılık ve yabancı düşmanlığında yatan kandırmacalar yoluyla, suçlanması gerekenin çeşitlilik olduğunu söylediler. Yeni yeni hayatımıza giren sosyal medyanın sunduğu Vahşi Batı’yı andıran başıboş ortamdan istifade eden bu seçkinler, huzursuz insan kitlelerini ön yargılı hikayelere yönlendirmek için abartılı propagandalar kullandılar. Bu propagandaya bir de Amerikan rüyasının simgesi olan yetkin, kendini var etmiş, dilediğini söylemek ve yapmakta özgür insanı, kimseye minnet etmeyen pervasız bireysellik fantezisini ekleyin. İnsanlar bu çocuksu ancak cazip, korkusuz kovboya, bu kendinden emin hırsız iş adamına oy verdiler ve fark ettirmeden kendilerini yok edecek olan gerçek oyunu görmezden geldiler.
Amerika kısmen birey kültü, kendini var etmiş insan miti, güç istenci temeli üzerine inşa edilmiştir. Aslında, insan doğasının özündeki bencilliği, her olumsuzluğa rağmen kişinin kendini ve kimliğini başarılı kılmak ve var etmek için bu hırsı yönlendirme ihtiyacını göz ardı edemeyiz. Seyrini tamamen bencil çıkarlardan uzaklaştıran değerler ve makul düzenlemelerle bir araya getirildiğinde kapitalizm, her zaman doğası gereği kötücül olmayabilir. Fakat şu anki gidişatıyla bu topyekun bencillik ve narsisizm, insan uygarlığı için korkunç bir çıkmaz noktası olabilir.
Empati eksikliği, insanın kırılganlığına ve acısına, talihsizliklerine, fırsat ve koşulların yokluğuna karşı kayıtsızlık; bu gerçeklerin istismar edilmesi ve yok sayılması hepimize zarar verebilir. John Donne’in ünlü tespitinde belirttiği gibi, ‘”hiç kimse bir ada değildir”.
Bu Anma Günü’nde(*), çok sayıda Amerikalının diğer vatandaşlarının iyiliği için, diğerlerinin barış ve özgürlüğün hakim olduğu bir ülkede yaşamaları için yaptığı fedakarlığı hatırlıyoruz. Ancak, son zamanlarda basit bir iyi niyet eylemi, çoğunluğun iyiliği için bir başka insana merhamet gösterilmesi, yeni Amerikan değerlerimiz için lanetlenmesi gereken bir olgu haline gelmiş gibi gözüküyor. Altı yaşında masum çocukların cesetleri okul koridorlarından toplanırken bile, saniyeler içinde yüzlerce mermi atan şiddetli silahlara sahip olma hakkı için bağıran sesler duyduk. Hastalık masum insanları vururken, insanların sağlık hizmeti kapsamına alınma hakkına karşı çıkan insanlar gördük. Irkçılıktan ve bahsi geçen her şeyle bağlantılarının olduğu hikayelere değinmeye yeltenmek bile en iyi haliyle öfkeli bir inkar, en kötüsü apaçık nefretle sonuçlandı. Giderek artan merhametsizlik, daha pandemi öncesinde bile insanın ruhunu öldüren, trajik bir boyuta ulaşmıştı.
Ve sonra salgın baş gösterdi. Bu, bardağı taşıran son damla oldu. Derme çatma düzende alttan alta kaynayan her şey, şimdi toplumumuzun en kötü eğilimlerini büyüterek herkesin kendi başının çaresine baktığı, kaotik bir beceriksizlik ve kayıtsızlığa yol açtı. Geriye, akıl almaz sayıda ölüm ve ekonomik iflas ile mücadele eden insan kaldı. Birkaç ay gibi kısa bir süre içinde dünyadaki diğer tüm ülkelerin çok daha üzerinde olan, 100.000 ölü sayısına ulaştık. Ve bu krizi çözmek üzere işlerin iyiye gittiğini hissedeceğimize, toksik liderliğimizin ayrıcalıklı azınlığı korumaya yönelik bencilce yolunu izlemeye devam ettiğini ve ayrıcalıklarını kaybetmiş kült taraftarlarının acımasız bir virüs karşısında kendilerini bile incitmek pahasına propagandalarını ve bireysel yetkinlik sanrısını yaymaya devam ettiğini gördükçe, öncesine kıyasla daha da bölünmüş ve ne yapacağını bilemez halde olduğumuz görüyoruz.
Bu salgını potansiyel olarak engelleyebilecek basit bir maske takma eylemi, vatandaşları korumak için basit bir iyi niyet eylemi gereksiz yere politize ediliyor, alay ediliyor ve irdeleniyor. Hükumletin halk sağlığını koruma görevi dağılmış, merkezsizleştirilmiş, organizasyonu darmadağın olmuşken, kendi federal hükumetimiz, kendi eyaletleriyle kavga ediyor.
Başkalarının kötülüğünü istemeyenlerimiz bile, çalışmak zorunda oldukları için hayatlarını tehlikeye atan savunmasız insanların, işverenlerin temel korunma malzemelerini sağlamayı bile reddettiği “zorunlu” çalışanların sömürüldüğü bir sisteme uymaya zorlanıyoruz. Toplumumuzun uç kesimlerinde, zaten görmezden gelinen ve korunmasız bırakılan insanlar arasında ölüm ve hastalanma oranı çok daha yüksek.
Bütün bunlar yürek parçalayan, muazzam bir insani kriz ve kitlesel bir Amerikan trajedisidir. Biraz farkındalık ve vicdan sahibi olanlar, demokrasimizin kalıntılarına tutunarak, umutsuzca kasım seçimlerinin son 4 yılın korkunç gidişatını durduracağını umuyorlar.
Ancak saldırganca bencilleşmiş, “ben, bizzat, kendim” tarikatı içinde ölen yüz binler ve acı çekmeye devam eden milyonlarca insanın gördüğü zararı gidermek için gelecek yıllar çok geç olacak; tabii o da, eğer o yılları görürsek. Empati gösteren, vatandaşlarını koruyan daha büyük bir toplumsal iyiliğe destek veren Amerikan değerlerimizi tekrar bulabilecek miyiz?
(*) Anma Günü (Memorial Day), her yıl mayıs ayının son pazartesi günü, önceki savaşlarda yaşamını yitirmiş Amerikalıların anıldığı gündür.
Dr. Jean Kim Kimdir?
Dr. Jean Kim, George Washington Üniversitesi’nde psikiyatrist ve Klinik Psikiyatri Yardımcı Doçentidir. Johns Hopkins Üniversitesi’nde Kurgu Dışı Yazım alanında yüksek lisans derecesi vardır ve CUNY Graduate Center’daki Yazarlar Enstitüsü’nde araştırmacıdır. Çalışmaları The New England Journal of Medicine, JAMA, Washington Post, Salon, The Daily Beast, American Scholar, Dame, Aeon ve benzeri yerlerde yayınlanmıştır.The New York Times, Huffington Post, Vice, Rolling Stone, Prevention ve benzeri yayınlardaki medya makalelerinde ruh sağlığı konularında uzman görüşleri bildirmiştir. Lisans eğitimini Yale Üniversitesi İngilizce bölümünde tamamlamış, Doktorasını Virginia Commonwealth Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yapmış, daha önce New York’taki Mount Sinai ve Weill Cornell Tıp Fakültesi’nde eğitim almıştır. Maryland Fort Meade, aktif askerlerle, Dışişleri Bakanlığı diplomatik personeliyle çalışmıştır. Bu blogda ifade edilen düşünce ve görüşler yazara aittir ve ABD hükümetinin herhangi bir kurumunun resmi politikasını veya konumunu yansıtmaz.
Bu makale PSYCHOLOGY TODAY’de yayınlanan İngilizce orijinal versiyonundan çevrilmiştir. Çeviri: Irmak Gümüşbaş