“Ayakta yazmak gerekir, diz üstünde değil. Yaşam hep ayakta yapılması gereken bir iştir.”[1]
Yazmak, tasarımla ilintili bir gerçek ve yaratıcı bir eylemdir; eylem olarak ele alındığındaysa toplumsallaşabilen/ dönüşebilen hakikâtin kendisidir.
Yeniden üreten, yorumlayan, değiştiren ve dönüştüren bir birey olarak yazar, yazmak süreci boyunca kendisiyle, doğayla ve toplumla bir hesaplaşma içindedir aynı zamanda.
Elbette “Bir yazar yapıtını amaca giden bir araç olarak göremez”;[2] yazmak bir yaşama biçimi, bir ahlâktır.
Hakkını vererek, sorumluluklarının bilincinde yazmak sıradanlığın kolaycılığına, gündelik yaşamın alışılmış biçimine, yavanlığına meydan okumaktır; yaşama dokunan yazar için toplumsal bilinçle yazmak engelleri aşarak yürümekken; uzun bir yol kat etmektir aynı zamanda.
Aziz Augustinus’un, “Solvitur ambulando/ Yürüdükçe çözülür” saptamasıyla müsemma yazmak eyleminin edebi boyutunu anlamlandıran, gerçekçilikle yaratıcı ilişkisidir.
Cesare Pavese’nin, “Gerçeklik insanın şu ya da bu şekilde içinde bir bitki gibi yaşadığı ve yaşayacağı bir zindandır,”[3] türünden “fantezi”leri bir kenara koyarsak: Toplumcu gerçekçilik Marksist dünya görüşüyle ilintili, dünyayı/ insan(lık)ı bu doğrultusunda algılayıp/ anlatan “olmazsa olmaz”dır.
Elbette, toplumsal gerçeklik ekonomik gerçekliğe bire bir ve mekanik olarak indirgenemez. Toplumsal gerçeklik ekonomik, politik ve ideolojik düzeyden oluşur ve her birinin kendi görece özerkliği vardır.
Edebiyat, bilimle ideoloji arasında yer alır, ama ikisi de değildir. Onun değeri, ideolojinin iş görmesini sağlayarak bir tür bilgi vermesidir. Ancak edebiyat bilim gibi kavramsal değildir.
O bir üretimdir; ürüne dönüştürülmüş ve dolayısıyla kendini ifade etmiş (yazıya dökülmüş) bir ideolojik üründür. “Roman imgelere dökülmüş bir felsefeden başka bir şey değildir,” Albert Camus’nün ifadesiyle.
Edebiyatın ideolojiyle ilişkisi Georgi Plehanov’a göre mekanik, Georg Lukács’a göre diyalektikti. Lakin her iki tarz da nihai kertede edebiyatın toplumsal gerçekliği yansıttığını savlarlar.
Pierre Macharey ile Terry Eagleton gibi eleştirmenler, edebiyatın bir üretim olduğunu, yazarın da yapıtını yoktan var etmediğini, bazı malzemeleri kullanarak işleyip, bir ürün ortaya çıkardığını belirtirler.
Tam da bu noktada, romanlarda sergilenen insanlar arasındaki ilişkiler, gerçek yaşantıdaki ilişkileri yansıtır. Lakin ideoloji yapıta yansırken kendi içinde uyumlu ve tutarlı olmak zorundadır, gene de, ideoloji yapıtta dönüşüme uğrar ve fark edilir duruma gelir.
Georg Lukács, edebiyatın bilgi verdiğini ve bu bilginin bilimsel bilgi olmadığını ama toplumsal gerçekliğin özünü yansıttığını belirtirken; Pierre Macharey de edebiyatı, malzemeyi dönüştüren, ideolojiyi fark edilir kılan ve kendine özgü bir etkinliği olan toplumsal bir güç olarak niteler.
Buradan bir parantez açalım: Kendi deyişiyle, “Hiçbir sınır tanımayan bir özlemin taşkınlığını”[4] anlatmak için lirik şiirler yazan Karl Marx’ın Homeros, William Shakespeare, Johann Wolfgang von Goethe, Friedrich Schiller ve özellikle Heinrich Heine gibi edebiyatçıların yapıtlarından parçaları ezbere okuyup yazınsal çeviri yaptığı bilinir.
“Bir yapraktan, bir ağaç yaratacak denli tutkulu bir okur” olan Karl Marx, estetik üzerine yazıları bir kitap oluşturabilecek durumda olmasına karşın, bunları kitaplaştırmaz. 1843’te sansür ile ilgili yazısında vurguladığı gibi, “biçem, insandır” ilkesi uyarınca, biçem, kişiliği belirleyen bir kavramdır. Bu nedenle, Karl Marx öz biçemini kullanma hakkını savunur; Prusyalı biçem yargıçlarına karşı, salt basın özgürlüğünü değil, Johann Wolfgang von Goethe, Friedrich Schiller ve (François Marie Arouet) Voltaire’den alıntılar yaparak, yazınsal anlatım, yazınsal biçem özgürlüğünü de savunur.[5]
Özgürlük ve yazınsal üretimi ilişkilendiren Karl Marx’ın deyişiyle, doğru bir yazarın “Var olabilmesi ve yazabilmesi için geçimini sağlaması gerekir”ken; O, “yazınsal hakikât” kavramının göreceliliğinin ayrımındadır; aynı yazınsal yapıtların, farklı okurlarca farklı yorumlanacağını bilir.
Yazınsallığı yüceltir; ancak yazınsal birikimin içerdiği izlekleri, imgeleri ve retorik figürleri, akılcılaşmak ve sorun çözme yeterliliğini geliştirmek, insanın insana bağımlılığını yok etmek için kullanır. Kısacası, yazın Karl Marx için, sürekli umut üretir; ufuk açar; bakışları çeşitlendirir.
Ayrıca ‘Yahudi Sorunu’ başlıklı yapıtında paranın, insanı insan yapan bütün değerleri, dolayısıyla da sanatı ve yazını değersizleştirdiğini vurgularken;[6] onun çözümlemesi uyarınca, kapitalizm, insanı, öz emeğinin bütün ürünlerine yabancılaştırır. Sanat ve yazın yapıtları da bu kapsamdadır; estetik yargı/ algılar gibi…
Immanuel Kant’ın, Estetik yargı, Güzel’den duyulan hazdan önce gelir ve estetik sürecin taşıyıcısıdır,” diye tanımladığı estetik, eski Yunanca’da “aisthesis” kelimesinden gelir; güzel olan ve güzellikle ilgilenmekle ilintilidir.
Estetiği bir felsefe bilgisi alanı olarak ele alan Alman filozof Alexander Baumgarten, güzelliğin yeniden üretim biçimlerini sanat yoluyla anla(t)maya çalışıp, ilişkilendirirken; Walter Benjamin, Theodor Adorno, Max Horkheimer da maddi hayat ekseninde estetiğin mantığın ikiz kardeşi veya duyulara dayalı bilgilerin mantığı olarak ortaya konulmasında Marksist estetiği derinleştirirler.
Yazmak eyleminin merkezinde olmuş ya da olması mümkün olaylara dair -geçmişin bugünden geleceğe mündemiç- iyimserlik/ umut varken; bunu devrimci romantik yazın gerçekçiliğinde tüm netliğiyle görebiliriz.[7]
* * * * *
Mesela Maksim Gorki gibi.
“Ne kadar az bilirsen, o kadar iyi uyursun”…
“Kararı halk verir. Onunla birlikte her şey başarılabilir. Yalnız, onu bilinçlendirmek gerek, çünkü bilincini geliştirecek özgürlüğe sahip değildir”…
“İnsanlar düşünmeyi öğrendiler mi, düşüne düşüne gerçeğe ulaşmayı da öğrenirler elbet”…
“Büyük kalplere göre uzaktakiler daima yakındır”…
“Her şeye katlanacağım… Çünkü, içimde hiç bir şeyin ezip yok edemeyeceği bir zevk var ki; o da direnişim ve gücümdür”…
“Yalan olduğunu bilsen dahi, inanacaksın insanoğluna. Yani dinleyeceksin onu, ne için yalan söylediğini anlamaya çalışacaksın. Bazen yalan insanın özünü gerçeklerden daha fazla açığa vurur”…
“İnsanların vicdanını, canlılığını, yaşam sevincini, öldürüyorlar anne. İşte asıl cinayet bu”…
“Aldanma diye bir şey yoktur. Sadece biraz fazla güvenmek vardır. Ve insanı aldandığı değil, en çok güvendiği aldatır”…
“Her sabah nereye gittiğini bilmeden işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği işi yapan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği kişilerle yaşayan, gelip geçen bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları”…
“Bütün insanların ruhları gridir. O yüzden hepsi biraz allık peşinde”…
“Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin ‘bir tek’, ‘eşsiz’ olduğuna inanmasıdır,” vurgularıyla O, XX. yüzyılın başında uzunca bir süre Rus edebiyatı demekti: Puşkin’in, Tolstoy’un, Dostoyevski’nin yerine geçti, devrimden kaçan ve kaçamayan yazarların yerine geçti ve Sovyet edebiyatını yarattı.
İnsan(lık)a mündemiç umut, ısrarın yolunu açtı.
* * * * *
Kapitalist dünyaya ilişkin olarak, “Hepimiz delireceğiz, orası kesin,” vurgusuyla “Başkalarının ölümünü düşünememek çağımızın bir bozukluğudur,”[8] deyip; itirazını “Başkaldırıyorum, o hâlde varız!” biçiminde formüle eden “başkaldırının filozofu” Albert Camus, insan(lık) ın tüm soru(n)larıyla iç içe olabilen angaje aydındı!
Yazma eylemi (ile tüm yaşamı ve eserleri) ‘Sisifos Söyleni’ ile ‘Başkaldıran İnsan’da betimlediği “saçma” ve “başkaldırı” izlekleri üzerine kurulup; “Saçma kavramından üç sonuç çıkarıyorum: Başkaldırım, özgürlüğüm ve tutkum. Ölüme daveti, bilincim sayesinde bir yaşam kuralına dönüşüyor,”[9] diyen Albert Camus’ye göre, her şeye karşın yaşamak ve başkaldırmak gereklidir; “olmazsa olmaz”dır.[10]
* * * * *
Albert Camus ile Antoine de Saint-Exupéry arasında bir bağ kurulabilir mi? “Evet” diyenlerdenim… Çünkü Onu var eden özgürlük düşüncesinin kanatlanmış hâli olmasıydı.
“Evren bize kendi hakkımızda bütün kitapların öğrettiğinden daha fazlasını öğretir. Çünkü direnir bize. İnsan engelle boy ölçüştüğü zaman tanır kendini,”[11] diyen O; “Dünyayı yerinden oynatan insan benliğidir,” vurgusuyla şunları haykırandı:
“Kendine alıştırdığın, emek harcadığın şeyden sonsuza dek sorumlu olursun”…
“Yaşamı gerçekten anlayan bizlerin, şekillere ihtiyacı yoktur”…
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir”…
“Elbette seni incitirim. Tabii ki beni inciteceksin. Tabii ki birbirimize zarar vereceğiz. Ancak var oluşun koşulları budur. Bahar olmak, kış riskini kabul etmek demektir”…[12]
* * * * *
Sonra insan(lık)ı derinliğine irdeleyen Fyodor Dostoyevski, sanatsal yoldan Karl Marx’ın (ve Friderich’in) ‘Komünist Manifesto’yla aynı şeyi keşfetmişti: Avrupa kapitalizmi eski sosyal bağları tümüyle kırmış, insanları para çevresinde birleşmiş varlıklar hâline getirmiş, sınıflar hâlinde ayırmış ve alt sınıfları zincirlerinden başka bir şeyleri olmayan köleler hâline getirmişti.
Bu çerçevede “Aslında insanı en çok acıtan şey; hayal kırıklıkları değil, yaşanması mümkünken, yaşayamadığı mutluluklardır,” vurgusuyla, Fyodor Mihailoviç Dostoyevski…[13]
“Namuslu olmak sizi diğer insanlardan üstün yapmaz, övünme hakkını vermez, zaten herkes yaşadığı sürece namuslu olmak zorundadır.”[14] “İnsan yaşamının ikinci yarısı, tümüyle ilk yarıda biriktirilen alışkanlıklardan ibarettir,” deyip, eklerdi:
“Yiyecek bir lokma ekmeğim var. Gerçi yavandır, bazen de bayat. Ama alın teriyle dürüstçe kazanılmıştır.”[15]
“Hiç insan öldürmediği hâlde, bir katilden daha cani insanlar gördüm, umudumuzu öldürenleri gördüm”…
“Görüyorsun ya, insanların bugünkü kaderi sadece huzursuzluk, kaygı ve mutsuzluktan örülmüş”…[16]
“Dostlarını iyi seç. Dostların, düşmanlarından daha çok acı verebilir”…
“Kimi zaman insanda ‘hayvanca’ bir zalimlik olduğundan dem vurulur, ama hayvanlara yapılan korkunç bir haksızlık, bir hakarettir bu. Bir hayvan asla insan gibi zalim olamaz; böylesine ustalıklı, böylesine sanatsal bir zalimlik insanda olur sadece”…
* * * * *
İnsan(lık) durumuna kafa yorup, “Yiyorum, içiyorum, uyuyorum, gezmeye çıkıyorum. Ama birden keyfim kaçıyor, bir boşluk duyuyorum… Hayat sanki durmuş gibi oluyor,”[17] ifadesiyle müsemma ‘Oblomov’ yaratıcısı İvan Aleksandroviç Gonçarov ismini bile geride bırakmıştır. (Tıpkı Miguel de Cervantes’in adının Don Kişot’un gölgesinde kaldığı gibi…)
O, Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’yle aynı dünyanın içindedir. Kapitalizme ayak uydurmakta güçlük çeken, kararsız kalan kesimin hayatını anlatırken; Oblomov bir yanıyla da insan olmamanın hikâyesidir.
“Batıda hayaller gerçekleştirmek için kurulur, doğuda gerçeklerden kaçmak için” ve “Büyük bir yaşama deneyi, akıl olgunluğu ve insan sevgisi gereklidir”, saptamaları asla “es” geçilmemesi gereken İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov’da asıl amacı, kahramanı aracılığıyla kölelik hukukunun, akıllı sevecen ve dürüst bir kişiyi bile uyuşuk, yaşama varlığıyla artı bir değer katmayan, en önemlisi de sistemle barışık bir insan hâline getirdiği gerçeğine vurgu yaparken; Lev Tolstoy 1859 Nisanı’nda Aleksandr Druzhinin’e şöyle yazmıştır:
“Oblomov, uzun süredir karşılaşmadığımız bir başyapıttır. Gonçarov’a yapıtından coşku duyduğumu iletiniz. Oblomov günümüz yazınında rastlantısal bir başarı değil, doğru dürüst, devasa ve kalıcı bir yapıttır.”[18]
Özetle: XIX. yüzyıl sonunda radikal toplumcuların tartışmalarında yer edinen lüzumsuz adamlar, Oblomovlar, devrimlerden sonra bile varlığını sürdürecektir.
V. İ. Lenin’in 1922 yılında bütün toplumsal altüst oluşlara rağmen Rus toplumunda köylüler, entelektüeller, işçiler, komünistler arasında hâlâ Oblomov’ların var olduğunu söyleyerek tipin hayatına yeni bir canlılık katmıştır.
Vladimir Mayakovski’nin Sovyet bürokrasisini, Bolşeviklerin sürekli toplantı yapmasını eleştiren bir şiiri üzerine söylemiştir şu sözleri V. İ. Lenin:
“Mayakovski bir şiirinde toplantıları alaya alıyor ve sürekli toplanıp durdukları için komünistlerle alay ediyor… böyle sürekli toplantı yapılmasının, komisyonlar oluşturulmasının, bitip tükenmeyen planlar yapılmasının çok aptalca olduğunu kabul etmek zorundayız. Rus hayatında böyle bir tip vardır -Oblomov.”
Oblomov’un günümüz hayatında süregiden önemini işaret ederken; yaşadığımız dünyada, teknik olanaklar hemen herkesi Oblomovlaştırmıştır -bütün bir online hizmet sektörü Oblomov’un uşağı Zahar gibi çalışır, banka ve diğer finansal kurumlar Oblomov’un gelir ve servetlerini idare eden kahyalar gibidir. Günümüzde Oblomov romanının en temel değerini bu oluşturur: Hepimiz birer Oblomov gibi yaşıyoruz, toplumsal ve kişisel sorunları genellikle erteliyor, fırsat buldukça hiçbir şey yapmıyoruz.[19]
* * * * *
“Sevgi zayıfların söylemi, nefret güçlülerin ruhudur”…[20]
“Bizi biz yapan hep kusurlarımızdır, iyi niteliklerimiz değil”…
“Saygı görmek istiyorsan samimiyet kurma”…[21]
“Dünyaya gözümüzü açıyoruz ve o anda, tüm yaşamımızı bağlayacak bir sözleşme imzalamış gibi oluyoruz, ne var ki günün birinde bir an gelir ‘Bu imzayı benim yerime kim attı’ diye sorabiliriz”…
“Gözlerimizi içimizi gören birer aynaya dönüştürdük, sonuçta gözlerimiz, ağzımızla inkâr etmeye çalıştığımız şeyleri çoğu zaman hiç çekincesiz gözler önüne serer hâle geldi”…
“Gemin büyükse, fırtınan da büyük olur”…
“İstisnası olmayan kural olmaz,”[22] uyarılarıyla ve yapıtlarıyla José Saramago yazarın hayata durup baktığı yerin neden önemli olduğu gerçeğinin altını çizer…
O, hakikâtin ve olasılıkların romancısıdır. Okuruna gösterdikleri ve düşündürdükleriyle yeni ufuklar açar. Dünyanın durumunu görme/ anlama hâli yazarlığının aslî noktasını oluşturur.
* * * * *
“Doğru yolu görüp de oradan gitmemek, yüreksizliktir”…
“Korkulmaktansa nefret edilmeyi yeğlerim”…
“Kişi az şey bilince, duyduğu her şey ne kadar da ikna edici geliyor”…
“Bilgisiz kişilerin elinde kitaplar savunmasızdır”…
“Yapıyorlar, ama ne yaptıklarının bilincinde değiller; birtakım alışkanlıklar edinmişler, ama bunun nedenini bilmiyorlar; ömürleri boyunca dolaşıp durdukları hâlde yollarını bulamıyorlar,”[23] der Elias Canetti…
O; “Es” geçilenleri gösterip, düşlemediklerimizi düşleten, velhasılı yaşadıklarımızı hatırlatan yazarlardandır…
Sorar, sorgular; sonuçlara/ sonlara değil, nedenlere/ niçinlere baktırır.
Dünyayı hissettirir; renklerine, seslerine, gerçeğine karşı körelmeme konusunda uyarır; umutsuzluktan söz ederken umudun anlamını hatırlatır; “Sonsuz yaşamın özgürlüğü insanın ölümü kafasından çıkarıp atabildiği anda başlar,” diyerek…
* * * * *
Kanımca, bir yanıyla Elias Canetti ile benzer özellikler taşıyanlardan John Berger de yazmanın ne olduğunu ortaya koyanlardandır.
O görünümler dünyası ile kavramlar dünyasını buluşturup, okuyucusunu bunlar üzerinde düşünmeye çağırır.
John Berger, eleştirel/ yaratıcı bir yazar olma öyküsüdür. Gören, gözleyen, kayda geçen, taşıyan bir bakışın anlatıcısıdır. Yüzyılın/ çağının vicdanını sorgulayan anlatıcıdır…[24]
“Bu karanlığı tanımlayacak bir kelimemiz yok. Gece değil, cehalet de değil”…[25]
“Nesneler bizim onlara yüklediğimiz anlamlardan ibarettir, insanlar da öyle.”
“Bütün reklamlar huzursuzluk duygusunu işler. Her şey paraya dayanır; parayı ele geçirmek huzursuzluğu yenmek demektir”…[26]
“İnsanlar kendi var oluşlarına ve acılarına, eskiden hiç olmadığı kadar, tek başlarına, zamanın ve evrenin uçsuz bucaksız arenasında bir yer bulmaya çalışıyorlar”…[27]
“Öncelikle yeni bir ufuk keşfetmek lazım. Bunun için de umudu tekrar bulmalıyız-yeni düzenin önümüze çıkarttığı ya da çıkartır gibi yaptığı bütün engellere rağmen”…[28]
“Tarihteki isyanların çoğu, uzun zamandır istismar edilmiş ya da unutulmuş bir adaleti yeniden tesis etmek için çıkmıştır,”[29] ifadelerindeki üzere…
* * * * *
Eleştirel gerçekçi edebiyat anlayışının tiyatrodaki öncüsü ve ömrü boyunca Norveç’in İsveç’ten ayrılıp tam bağımsızlığını elde etmesi için mücadele eden Henrik Ibsen; modern dünyaya ve burjuva sınıfına eleştiriler getirdiği, her bireyin yaşamının bir noktasında topluma başkaldırması gerektiğini vurguladığı yapıtlarıyla saldırıların hedefi oldu.
Ancak özgürlükler için yaşayıp, yazan O, bunlara boyun eğmedi;
“Ağaçta duran kuş, dalın kırılmasından hiç korkmaz. Onun güveni ağaca değil, kendi kanatlarınadır”…
“Orman kuşu asla bir kafes istemez”…
“Bin söz, bir iyiliğin bıraktığı derin izi bırakmaz,” kararlılığıyla…
* * * * *
Kararlılık… “Halk gizlice ayaklanmaya eğilimlidir,”[30] diyen; “Sıra dışı bir kahraman, Rus edebiyatının başyıldızı, kurucusu”[31] Aleksandr Puşkin’i anımsamamak mümkün mü?
Ya da Aleksandr Puşkin’in hızlandırılmış tekrarı, edebi sureti Mihail Yuryeviç Lermontov’u.
Puşkin’in bir Fransız subayı tarafından düelloda öldürülmesine ve saraylılar ile Çar’ın subaya açık hoşgörüsüne duyduğu öfkeyle yazan O; aydın, demokrat, liberal, özgürlükçü, meşruti yönetim yanlılarına yönelik baskılara karşı öfkenin bir ifadesiydi ve böylece Puşkin-Çar karşıtlığının yerini Lermontov-Çar karşıtlığı almıştı…
Bu(nlar) yazmanın en çok ihtiyaç duyduğu dik durup, diklenmekti…
* * * * *
“Bu dünyada, bir başkasının yükünü hafifleten hiç kimse gereksiz değildir”; “Daha az duyarlı olabilsem, insanları daha az sevebilsem, midem de sinirlerim de sağlamlaşır, demir gibi olurdu. Keşke vurdumduymaz olabilseydim”; “Aptallarla dolu bir dünyada yaşarken sinirlenmemem olanaksız”; “Ülkeyi yönetenlerin bir eli yağda bir eli baldaydı ve bunun bu şekilde ilelebet sorunsuzca süreceği fikri hâkimdi,” diyen Charles Dickens, edebiyatın en önemli isimlerindendi; uyarılarıyla:
“Hiçbir şey yoksulluk kadar ezici olamaz. Hiçbir şey de servet peşinde koşmak kadar aşağılanmamıştır”…
“Yeryüzündeki bütün dolandırıcıların içinde en azılısı kendi kendini dolandıran adamdır”…
“Şüphe ve korku bulaşıcı bir hastalık gibi aramızda dolaşıyordu ve yeryüzünde bunun kadar bulaşıcı başka hiçbir şey yoktur”…
“Perili Ev bir bakıma aklın kapı eşiğinde bırakıldığı, korkmak için oraya gelip korku ve kuşkularını birbirine bulaştırıp sonunda korkunun hâkimiyetine girenlerin evidir”…
* * * * *
Ve “Ben görünüşüme dikkat çekmek için hiçbir şey yapmam. Birisi isterse yakından bakabilir ve belki de çekici olduğumu keşfeder. Ama ben ona yardımcı olmak için bir şey yapmayacağım,” diyen ve dediği gibi yaşayan Susan Sontag…
Altta pantolon, saçlarda bir tutam beyaz, yüzde kendinden emin bir ifade ve zorlu bir karakter: Karşınızda düşünür, deneme, öykü, roman yazarı, eleştirmen, insan hakları savunucusu Susan Sontag!
O tanımlar üstü bir kadın yazardı, üstelik böyle olmak için fazladan çaba sarf ettiği de yoktu.
O, “vicdan(lar)ın sesiydi.”[32]
Savaşa karşı takındığı tavır ve İsrail’in Filistin politikalarını, Batı’nın Bosna’daki kurbanlar karşısındaki tepkisizliğini, özellikle 11 Eylül sonrasında Amerika’nın Irak’taki savaşını yerden yere vurdu.
Hem de sözünü sakınmadan: “Amerikan toplumu aptallaştırılarak, korku ve güvensizlik yayılarak uyutuluyor.” Açıkçası bugün, Sontag’ın bu sözünü sadece Amerika özelinde değerlendirmek eksik kalır.
“Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir.”[33]
Burada durup, soruyorum: Yazmak eylemi bu değil mi?
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 258, Ocak 2023…
[1] Michel Tournier.
[2] Terry Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, çev: Utku Özmakas, İletişim Yay., 2019.
[3] Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı Günlük, çev: Cevat Çapan, E Yay., 1984.
[4] S. S. Prawer, Karl Marx ve Dünya Edebiyatı, çev: Ezgi Kaya, Selin Dingiloğlu, Yordam Kitap, 2017, s.30.
[5] yage, s.42- 43.
[6] yage, s.66.
[7] “Romantizmle gerçekçilik doğrudan doğruya birbirine aykırı olan görüşler değildir; Romantizm, daha çok, eleştirel gerçekçiliğin ilk evrelerinden biridir. Tutum tümüyle değişmemiş, sadece yöntem daha soğukkanlı, daha ‘nesnel’ daha uzaktan bakan bir yöntem olmuştur.” (Georg Lukàcs, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 1986.)
[8] Albert Camus, Denemeler, çev: Sabahattin Eyuboğlu-Vedat Günyol, Say Yay., 1982.
[9] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 2015.
[10] “Hele hele, dostlarınız kendilerine karşı içten olmanızı istedikleri zaman onlara inanmayın. Onlar, sizin içtenlik vaadinizde bulacakları ek bir güvenceyi kendilerine sağlayarak onlar hakkındaki iyi fikrinizi sürdüreceğinizi umarlar yalnızca. İçtenlik nasıl dostluğun bir koşulu olur? Her ne pahasına olursa olsun, gerçek sevgisi hiçbir şeyi kollamayan ve hiçbir şeyin kendisine direnemeyeceği bir tutkudur. Bir kusurdur o, bazen bir konfordur ya da bir bencilliktir. Eğer bu durumda bulunursanız, çekinmeyin. Doğruyu söyleyeceğinize söz verin ve en fazla yalanı söyleyin. Böylece onların derin arzusuna yanıt verirsiniz ve sevginizi iki kere kanıtlarsınız onlara” (Albert Camus, Düşüş, Yalçın Tura, Varlık Yay., 1995)
[11] Antoine de Saint-Exupéry, İnsanların Dünyası, çev: Vedat Günyol, Varlık Yay., 1954
[12] “Hiçbir zaman, hiçbir şey dolduramayacaktır yitirilmiş bir arkadaşlığın yerini. İnsan kendine eski arkadaşlar yaratamaz ki. Bunca ortak anının, birlikte yaşanmış bunca zor saatin, bunca bozuşmanın, bunca barışmanın, bunca gönül deviniminin yerini hiçbir şey tutamaz. Yeniden kurulamaz bu dostluklar. Bir meşe ağacı dikip de, çabucak gölgesinde barınmayı ummak boşunadır.” (Antoine de Saint-Exupéry, İnsanların Dünyası, çev: Vedat Günyol, Varlık Yay., 1954)
[13] “Dostoyevski günlüklerinin bir yerinde, Sibirya’daki onlarca katil, tecavüzcü ve soyguncudan bir tanesinin bile hata yaptığını kabul ettiğini görmediğini söyler.” (Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, çev: Özge Çelik, Metis Yay., 2009.)
[14] Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Suç ve Ceza, çev: Mazlum Beyhan, İş Bankası Yay., 2006.
[15] Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, İnsancıklar, çev: Sabri Gürses, Can Yay., 2013.
[16] Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, çev: Ergin Altay, Can Yay., 1982.
[17] İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov, çev: Sabri Gürses, Everest Yay., 2018
[18] Bedriye Korkankorkmaz, “Rus Edebiyatının Ölümsüz Yazarı; Gonçarov!”, Cumhuriyet Kitap, No:1701, 22 Eylül 2022, s.12.
[19] Sabri Gürses, “Gonçarov: ‘Oblomov’un Yaratıcısı!”, Cumhuriyet Kitap, No:1701, 22 Eylül 2022, s.14-16.
[20] José Saramago, Çatıdaki Pencere, çev: Pınar Savaş, Kırmızı Kedi Yay., 2012, s.299.
[21] José Saramago, Görmek, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2015.
[22] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s.235.
[23] Elias Canetti, Körleşme, çev: Ahmet Cemal, Payel Yay., 1981.
[24] Joshua Sperling, John Berger: Zamanımızın Bir Yazarı, çev: Özge Özgür, Everest Yay., 2022.
[25] John Berger, Portreler, çev. Beril Eyüpoğlu, Metis Yay., 2018.
[26] John Berger, Görme Biçimleri, çev: Yurdanur Salman, Metis Yay., 2011.
[27] John Berger, Sanatla Direniş, çev: Aslı Biçen, Metis Yay., 2017, s.16.
[28] John Berger, Portreler, çev: Beril Eyüpoğlu, Metis Yay., 2018.
[29] John Berger, Sanatla Direniş, çev: Aslı Biçen, Metis Yay., 2017, s.126.
[30] Aleksandr Puşkin, Boris Godunov Tragedyası, çev: Özcan Özer, İş Bankası Yay., 2012.
[31] Sabri Gürses, “Rus Edebiyatının Kurucusu… Çarlık Rusyası’nın Timsali!”, Cumhuriyet Kitap, No:1684, 26 Mayıs 2022, s.8.
[32] Sigrid Nunez, Daima Susan – Bir Susan Sontag Biyografisi, çev: Ayça Sabuncuoğlu, Kafka Kitap, 2021.
[33] Susan Sontag, Başkalarının Acılarına Bakmak, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2005.