Sanatla gerçek arasındaki ilişki nedir? Sanat gerçeği bozmayı ve hatta yıkmayı hedeflerken gerçek de onu belirli sınırların içinde tutmaya mı çalışır? Peki sanat gerçek hayatın içinden doğan ve onu şu ya da bu şekilde ve oranda bozmaya, yıkmaya çalışırken gerçek hayata benzemekten kurtulabilir mi? Bir diğer deyişle soracak olursak gerçeğin tekliğine karşı sanatın çoğulluğu ve gerçek dünya ile hayal gücü karşı karşıya gelirse ne olur? Gerçeğin sınırlayıcı etkisine karşı hayal gücünün aşıcı etkisi karşı karşıya geldiğinde ne olur?
2009 tarihli Amerikan ve Japon ortak yapımı The Limits of Control/ Kontrol Limitleri isimli film de tam burada söz alıyor. Jim Jarmusch’un yazdığı ve yönettiği filmde baş rolü ise Isaac de Bankolé oynuyor. İspanya’da geçen film aynı zamanda geri planında film boyu devam eden İspanya manzaralarıyla da dikkat çekiyor. Film, 2010 İKSV İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmiş ve yayınlandığı dönem olumlu eleştiriler almıştı.
Film daha başlarken konusunu kontrol olarak belirler. Film Fransız şair Arthur Rimbaud’un şu dizeleriyle başlar: “kendimi aşılmaz nehrin sularında bulduğumda sandalcının kontrolünde olmadığını hissetmeye başladım”. Dolayısıyla film daha açılışından itibaren şu soruyu sorar gibidir: “peki kontrol kimin elinde?”
Film bir tuvalet sahnesiyle açılır. Filmin isimsiz kahraman İsaac de Bankolé bir tuvalet kabininde meditasyon benzeri egzersizler yapar ve daha sonra havaalanında bekleyen bir adamla görüşür. Bu sahne filmin bütün gidişatını belirleyecek bir sahnedir. Film boyunca yinelenecek olan ve bir tür parola işlevi gören “dilimizi biliyor musun?” sorusu ilk kez bu başlangıç sahnesinde sorulur. Bankolé’nin canlandırdığı karakter bir adamla görüşecektir ancak yanlarında bir de çevirmen vardır. Görüştüğü adam Bankolé’ye hayal gücünü ve yeteneklerini kullanmasını önerir ve her şey özneldir der. Kendini başkalarından üstün görenlerin mezarlığa gitmesi gerektiğini belirtir. Burada vurgulanan şey ölümün eşitleyiciliğidir. Kimse kendini üstün görmemelidir çünkü herkes ölümlüdür. Bunun dışında kalan her şey mezarlıktaki “bir avuç toz”dan ibarettir. Hayatın hiçbir kıymeti yoktur buna göre. Burada film açısından enteresan bir şey olur. Blankolé adamın dilini anlamamasına rağmen bu sözleri tercümansız şekilde anlayabilmiştir.
Daha ilk sahnede filmin zihinsel arka planı belli olmuştur. Bankolé’nin canlandırdığı karakterin bir görevi vardır, bu görev sanatın nihilist bir yorumuyla ilintilidir. Hedef gerçeğin karşısında sanatların direnmesi meselesidir. Filmin devamında kahramanımız sürekli olarak seyahat edecek çeşitli sanat eserleriyle ilgili şifre alışverişleriyle hedefine doğru ilerleyecektir.
Filmde fazla diyalog yoktur, olanın da hatırı sayılır bölümü tekrardır. Kendisine gerekli olan malzemeleri aldıktan sonra yola çıkan başkarakter yolculuğu boyunca çeşitli sanat ve bilim disiplinlerinden gelen insanlarla bir araya gelir. Her görüşmede bir kibrit kutusunda kahramanımıza şifreler verilir ve o da bu şifrelerle yoluna devam eder. Şifrelerin ne olduğu filmde açıkça gösterilmez ancak kahramanımızın ziyaret ettiği müzeler ve alışverişte bulunduğu insanlar düşünüldüğünde bu şifrelerin gizle birer parola olduğu düşünülebilir.
Filmin kahramanının Afrikalı bir siyah olması da tesadüf değildir. Kahramanımız bir tür militandır ve bir işi, misyonu yerine getirmektedir. Gerçek’in karşısındaki bu konumlanışın siyah bir erkek olması aslında toplumsal değerlere gönderme yapmakta ve değerlerin tersine dönmesini simgelemektedir. Hollywood’un beyaz egemen anlatısının karşısında kendisi de Amerikalı olan Jim Jarmush’un ezilenleri veya ötekileri temsil eden bir karakter koyması elbette tesadüf değildir.
Kahramanımız oldukça ilginç birisidir. İsmi yoktur. Pek fazla konuşmaz. Zaten filmde çok sınırlı diyalog vardır, kahramanın diyaloglarıysa çok daha azdır. Film boyunca “dilimizi biliyor musun?” sorusuyla karşılaşır ve olumsuz yanıt verir. Ama dil bilmemesine rağmen iletişim sürer. Sürekli olarak kahve içer. Kahve içmesininse bir ritüeli vardır her zaman aynı anda iki fincan espresso içer. Film boyunca yinelenen bu iki fincan birden espresso içmek tekçiliğe karşı verilen sembolik bir anlamlandırma olsa gerektir. Gerçek birden fazladır, insan da öyle…
Filmde pek çok gönderme vardır. Marilyn Monroe’nin ünlü bir filminden alınan “elmaslar genç kızların en iyi arkadaşlarıdır” sözü filmde birçok yerde geçer. Yine Prag bohemleri, Hitchcock’un sinema filmleri, gitar, keman gibi enstrümanların temsil ettiği sanat disiplinleri, sanatın yanı sıra bilim pratikleriyle ilişki vb. alanlarda da film zengin göndermelerde bulunur. Filmdeki bu göndermeler kahramana yolculukları boyunca eşlik etmekte, kahramanımız sık sık sanat müzelerini ziyaret etmektedir.
Aslında filme adını veren “kontrol limitleri” de meseleyi açık etmektedir. Kontrol limitlerinin dışında olmak sanatın asıl meselesidir. Sınırların içinde kalmak sanatın ölümü demektir. Bu yüzden kahramanımız insan olma sınırlarının ötesinde gezer. Kontrol edilemeyecek bir pratik sergiler; konuşmaz, acıkmaz, sevişmez, cep telefonu kullanmaz vs. Kısaca sistemin dışında yaşar ve bu nedenle de kontrol edilemez. Peki sanat kontrol dışına çıkacaksa gerçeklikle ilişkisi nasıl olacaktır?
Kahramanımız ve temsil ettiği davaya göre “hayatın hiçbir kıymeti yoktur”, dolayısıyla tek gerçek ölümdür. Ölümün olduğu yerde hiçbir şey var olamaz, her şey ölecektir. Evrenin ne merkezi vardır ne de sınırları, gerçek keyfidir. Sanatın görevi bunu dile getirmek ve gerçeğin kontrol sınırlarını aşarak belki de ölümün de sınırlarını aşmaktır. Film boyunca kahramana çeşitli sanat disiplinlerinden insanların şifreler verip onu yönlendirmesinin anlamı da buradadır.
Filmin sembolik açıdan önemli bir metaforu da helikopterdir. Filmde iki üç yerde havada bir helikopterin uçtuğunu görür ve bunu kontrolün boyutlarından birisi olduğunu anlarız. Hatta bir sahnede çocuk kahramanımıza helikopterin Amerikalılara ait olduğunu söyler. Dolayısıyla filmde kontrolü temsil eden şey biraz da Amerika’dır. Yine filmde birkaç sahnede görülen haçın da kontrolü ima ettiğini düşünmek fazla zorlama olmaz.
Filmde bazı sahneler sürekli yinelenir. Yukarıda “Dilimizi biliyor musun?” sorusunun sürekli tekrarlanan bir soru olduğu ve bir tür parola işlevi gördüğüne değinmiştik. Yine adamın sürekli iki kahve içmesi, görüştüğü kişilerle bir kibrit kutusu alışverişi yapması, kutudan çıkan kağıdı okuduktan sonra yok etmesi de bunlara eklenmelidir. Kahramanımız sürekli tetiktedir, buradan onun peşinde birileri olabileceğini anlarız. Görüştüğü kadınlardan birinin gizemli kişilerce kaçırılması bu izlenimi pekiştirir.
Film boyunca kahramanımız çeşitli sanat disiplinlerinden insanlarla bir araya gelir. Bu bir araya gelişlerde sanattan bahsedilir ama uzun uzadıya diyaloglar yoktur. Sadece kahramanımızın misyonunu yetine getirmesi için gerekli işaretler sunulur. Örneğin kendisine bir gitar verilir, karşılaşacağı işaretlerden söz edilir (örneğin bir kapıya asılan ekmekler), kemanı olan bir kadınla kafede sohbet edilir, bir başka kadın sinemadan bir diğer kişiyse moleküler bilimden söz eder. Burada gerçeğe karşı sanatın ve bilimin bir tür ittifakından söz etmemiz gerekir.
Filmde sürekli vurgulanan şeyi, tekrar pahasına, söylemek gerekirse her şeyin hiç olduğu, hepimizin yer değiştiren moleküllerden ibaret olduğu, evrenin sınırları ve merkezinin olmadığı dolayısıyla gerçek diye bir şey olmadığı, olsa bile bunun göreceli ve çoklu bir gerçeklik olduğu; gerçek dünyanınsa tüm bunları reddeden bir gerçeklik inşa ettiği söylenmektedir. Gerçeğin bu tekçiliğine karşılık sanat ve bilimin çoğulculuğu ve melezliği başvurabileceğimiz yegane silahtır.
Sanatsal, bilimsel ve felsefî göndermelerin ardından filmin sonuna doğru yaklaşırız. Filmin sonunda kahramanımız bir eve gelir ve hazırlıklarını yaptıktan sonra yüksek düzeyde korunaklı bir binayı izlemeye koyulur. Kahramanımız binayı izlerken bir helikopter yaklaşır ve içinden bir adam inerek binaya girer. Bina ve adam üst düzey koruma altındadır ve burada onun gerçek dünyayı temsil eden erkin bir temsilcisi olduğunu anlarız.
Burada gerçeklikle hayal gücü karşı karşıya gelir. Bir sonraki sahnede kahramanımızı gerçekliği temsil eden adamın ofisinin içinde görürüz. Buraya nasıl girdiği bilinmemektedir. Söz konusu ofis, yüksel teknolojiyle korunan dışarı ses geçirmeyen duvarlarla inşa edilmiş bir yapıdır. Gerçeğin temsilcisi içeri girer, kapıyı kilitler ve peruğunu çıkarır. Daha sonra filmin kahramanını fark ettiğinde ona buraya nasıl girdiğini sorar ve “hayal gücümü kullandım” yanıtı alır. Burada gerçekliğin sınırlarının hayal gücüyle aşılabileceği mesajı verilir ve daha sonra iki karakter arasında kısa bir tartışma geçer.
Tartışma gerçeklik üzerine bir tartışmadır. Gerçeğin temsilcisi, sanatçıları ve bohemleri gerçek dünyayı anlamamakla ve her şeyi bozmaya çalışmakla suçlar. Ona göre gerçek dünya, söz konusu kesimlerin anladığı gibi değildir. Blonké’nin canlandırdığı karakter ise gerçeğin öznel ve göreceli olduğunu söyleyerek yanında getirdiği gitar teliyle adamı boğar. Kahramanımız “düşmanını” öldürdükten sonra geldiği yolu tekrar geri döner. Havalimanında bir tuvalette üzerindeki takım elbiseyi çıkarır, spor kıyafetlerini giyer ve üzerinde Afrika sembolü olan bir eşofman giyer. Bu ezilenleri temsil eden bir kimliğin zaferine işaret eder. Kahramanımız görevini yerine getirmiştir ve artık özgürdür. Bu tüm sanatlar ve ezilenlerin özgürleşmesine bir göndermedir.
1979 İstanbul doğumlu. Lisans eğitimini Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’nde tamamladı. Ardından Londra’daki Middlesex Üniversitesi’nde felsefe üzerine yüksek lisansını yaptı ve uzun seneler Londra’da yaşadı. Halen Hacettepe Üniversitesi’nde felsefe bölümünde doktora öğrencisidir. Bugüne kadar aralarında çevirmenlik ve editörlüğün de bulunduğu pek çok işte çalıştı. Aynı zamanda şair. Pek çok dergi ve fanzinde şiiirleri yayımlandı.