
Prof.Dr. Aylin Çiğdem Köne , Türkiye’de Sosyal ve Dayanışma Ekonomileri üzerine çalışan nadir iktisatçılardan biri. Bu konuda çok önemli yazıları bulabileceğimiz Sosyal Ekonomi blogunun da kurucusu ve editörü. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde “Çiğdemler dayanışması” yaparak dayanışma ekonomisi üzerine sohbet ettik.
Ç.B. Sevgili hocam, Dayanışma ekonomisi ile yerellik arasındaki ilişkiyle başlayalım isterseniz. Bu ikisi arasında nasıl bir bağlantı var?
1980’lerin sonlarında sivil toplumun içinden doğan dayanışma ekonomisi, kapitalizm sonrası dünyayı inşa etmek amacını taşıyan bir küresel harekettir. Küreselleşme karşıtı hareketlerin, kooperatifçilik ve toplum ekonomileri gibi uzun tarihsel geçmişi olan geleneklerin üzerine inşa edilen dayanışma ekonomisinin dayanak noktasını topluluklar oluşturur. Dayanışma ekonomisi, yerelde köklenip gücünü yerelden alıyor. Brezilya’nın Topraksız İşçi Hareketi’nin toprak işgalleri, Arjantin’deki fabrika işgalleri, Meksika Chiapas’taki otonomi hareketleri ve Şili’deki Halk Ekonomik Kuruluşları gibi neoliberalizm ve küreselleşmeye karşı ön cephede mücadele eden toplulukların eylemleri ile biçimleniyor.
Neoliberal küreselleşmenin şiddetlendirdiği eşitsizliklerin, işsizlik ve ekonomik güvencesizliğin yarattığı dayanılmaz toplumsal baskının ilk hissedildiği yerler doğal olarak kentler ve köyler. Aynı zamanda yerel topluluklar ekolojik yıkım karşısında da son derece savunmasızlar; geçim kaynakları ve toprakları sürekli tehdit altında. Çözüm bekledikleri devletten yanıt alamadıkça, ortak gereksinimlerini karşılamak için dayanışmaya başvuruyorlar. Enerjilerini devletten talepte bulunmaya harcamak yerine iş, aş, başını sokacak bir ev gibi en temel gereksinimleri için kendi kolektif çözümlerini inşa etmeye koyuluyorlar.
Özetle, dayanışma ekonomisi pratikleri sisteme içkin ulusal, bölgesel ve hatta küresel zorluklarla yerelde başa çıkmak fikri etrafında toplanırlar. Hareket noktaları, genellikle, yerel gereksinimleri karşılamak ve sosyal ve ekolojik tahribata karşı koymaktır. Yerel alan hem krizin etkilerinin sergilendiği hem de farklı yanıtların geliştirildiği yer olduğundan dayanışma ekonomisini anlamak ve gözlemlemek için yerel boyut ayrıcalıklı bir alan sunar.
Ç.B. Peki hocam, Dayanışma ekonomisi yerelde hangi ekonomik faaliyetleri yürütüyor?
Bugün dünyanın dört bir yanında daha sürdürülebilir, daha dayanıklı ve daha adil toplumlara doğru bir dönüşüme katkıda bulunmak için gözle görülür bir arzuya sahip dayanışma ekonomisi uygulamaları var ve sayıları giderek artıyor. Ancak bunlar standartlaşmış uygulamalar olarak düşünülmemeli.
“Tersine, dayanışma ekonomisi çoğulculuğa bağlıdır; herkese uygun, herkes tarafından kabul görecek bir modeli savunmaz. Birleştirici ana ilkeleri çeşitliliğe geniş bir alan bırakır. “
Dayanışma ekonomisi, eski ve yeni, parasallaşmış ve parasallaşmamış, anaakım ve alternatif, yasal olarak tanınan ve tanınmayan gibi pek çok biçimde karşımıza çıkar. Farklı yüzleriyle ekonomik faaliyetlerin tüm alanlarında (üretim, dağıtım, değişim, tüketim ve finans) var olur. Çözüm bazen bir üretici ya da tüketici kooperatifinden bazen kent bostanından ya da gıda topluluğundan gelebilir.
Aylin Çiğdem Köne Kimdir?

Aylin Çiğdem Köne: Kalkınma iktisatçısı olarak sürdürülebilirlik ve sosyal dayanışma ekonomisi alanlarında çalışmaktadır. Sosyal Ekonomi blogunun kurucusu ve editörüdür. Halen Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi İktisat Bölümünde görev yapmaktadır.
Ekonomik faaliyeti piyasa merkezli düşünmekten vazgeçtiğimizde, dayanışma ekonomisinin mal ve hizmet gereksinimlerinin karşılanmasından çok daha fazlası olduğunu fark ederiz. Bireylerin birbirleriyle ilişki kurmalarına, var olan ilişkilerini geliştirmelerine, tüketimin azaltılmasına, bilgi ve becerilerin artmasına katkı sağlar. Paylaşım odağında gelişen sistemler bunun belirgin bir örneğidir. Zaman bankaları, eşya kütüphaneleri, takas pazarları ve gönüllülük insanların mal, bilgi, beceri ve donanımlarını değiş-tokuşa açan uygulamalardır. Piyasa ekonomisindeki parasal karşılıklar burada geçerli değildir.
Piyasalar bugün, tarihsel olarak hiçbir zaman alışveriş nesnesi olmayan şeyleri metalaştırarak alanını genişletmeyi sürdürüyor. Çalışmadığımız zamanları para harcamadan geçirmenin günden güne zorlaştığını kendi yaşamlarımızda deneyimliyoruz.
“Oysa piyasa ilişkilerinin dışına çıkan parasallaşmamış ilişki biçimlerinin yaratacağı dayanışma ortamı, düşük parasal gelirle bile iyi yaşamanın ya da en azından ayakta kalabilmenin güvencesini verir.”
Piyasa ilişkilerinin dışında karşılıklılık, yardımseverlik, iyilik ve dürüstlük ilkelerine dayanan bu ilişki biçimleri kentte yaşayanlara sığınacak bir alan sağlamakta. Neoliberal ideolojinin “bireysellik” hapishanesine bir biçimde tıkılıp kalmış insanların, ister mahalle ister sokak düzeyinde olsun, bir araya gelip ortak bir amacı gerçekleştirmek için çalışmalarının dönüştürücü gücüne inanıyorum. Dolayısıyla dayanışma ekonomisinin etkisini parasal göstergeler üzerinden değerlendirirsek asıl meseleyi fena halde gözden kaçırmış oluruz. Daha kötüsü, etkiyi büyütmek adına tüm dayanışma ekonomisi girişimlerini ölçeklendirmek peşine düşülmesi olur ki çeşitliliği ortadan kaldıracak tek tipleşmeye öykünen bu yaklaşımdan kesinlikle kaçınılması gerekir.
Ç.B. Dayanışma ekonomisinin özellikle ön plana çıktığı bir alan var mı?
Günümüzde, temel insan hakları olan su, enerji, gıda ve konutun kâr elde etme aracına dönüştürülmesi her yerdeki yerel toplulukları zayıflatıyor. Doğaldır ki dayanışma ekonomisi de, temel haklara sahip çıkmak amacıyla, ilgisini hepimizin canını yakan bu alanlara yoğunlaştırıyor. İnsan haklarının gündelik yerel eylemlerle tanımlanmasının ve sürdürülmesinin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Rekabet ve kâr yerine dayanışma ve işbirliğine dayanan toplumsal çözümler insanların temel gereksinimlerini karşılamakta başarılı olabilir. Yerel toplulukların öz güvenlerini arttırabilir ve onları güçlendirebilir. Ancak yereldeki sorunlar kadar çözümler de medyada haber olmadığı için geniş kitleler açısından bu uygulamalar görünürlük kazanamıyor.
Önemsediğim hareketlerden biri olan Dönüştürücü Kentler (Transformative Cities) ağı tam da bu ihtiyaca cevap veriyor; deneyimlerin görünürlüğünü sağlamayı, diğer coğrafyalara da ilham vermeyi amaçlıyor. Platform, her yıl dünya çapında kentlerdeki dönüştürücü uygulamaların ve çözümlerin yer aldığı bir atlas yayınlıyor. Bu atlas aracılığı ile su, enerji, konut ve gıda alanlarında kentlerini dönüştüren insanların öykülerini öğreniyoruz. Bu alanların her birinde günümüzün çoklu krizlerinin izdüşümünü görmek mümkün. Fakat yerelleşme ve dayanışma ekonomisinin ortak noktalarını kavramak açısından konuşmamızı gıda üzerinden sürdürebiliriz.
Önce sorunlara bakalım. Küresel endüstriyel gıda sistemi yaşamsal bir tehdide dönüşmüş durumda. Ancak halen “ekonomik” olduğu ve dünyayı beslediği iddiası ile savunulmaya çalışılıyor. Ekonomik olma iddiasına biraz daha yakından bakalım isterseniz. Bir süre önce sosyal medyada, ABD marketinde soyulmuş, dilimlenmiş ve şeker şurubu içinde plastik bir kapta satılan armudun resmini görmüştüm. Kabın üzerindeki bilgilendirmeden armudun Arjantin’de yetiştirildiğini, Tayland’da paketlendiğini öğreniyoruz. Yani bu armut ABD’ndeki markete gelene dek dünyanın çevresinde neredeyse bir tur atmış. Yiyeceğin uzak mesafelere taşınmasının gerektirdiği enerji kullanımı ve eşlik eden sera gazı emisyonlarından, paketleme ve işlemenin yarattığı atık ve enerji kullanımına kadar küresel gıda sisteminin çevresel etkilerinden bazılarını bu tekil örnekte görmek mümkün.


Buradaki mantık gerçekte sermayenin “ekonomik” çıkarından başka bir şey değil. Tohumdan tarlaya, tarladan sofraya kadar zincirin her noktasında insanın ve doğanın sömürüsü var. Tarımın şirketler aracılığıyla küreselleşmesi çiftçilerin gelirlerini düşürürken gıda fiyatlarını yükseltiyor. Çiftçileri yoksullaştıran, açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalan insan sayısının artmasına yol açan bu sistem şirket kârlarını arttırıyor. Tüm “dışsal” maliyetler de dikkate alındığında en temel ihtiyaçlarımız için bile dünyanın öte yanındaki üretime bağımlı olmanın akla uygunluğu son derece tartışmalı bir hal alıyor. Üstelik pandemi sürecinde, küresel tedarik zincirlerindeki aksamaların nelere yol açabileceğine ilişkin bir fikir edindik. Karamsar olmak istemiyorum ancak yaşadıklarımızın bir gıda krizinin yalnızca fragmanı olması olasılığı çok da uzak değil.
Dayanışma ekonomisi bileşenleri, işte kooperatiflerden başlayın gıda toplulukları, tohum dernekleri, ekolojik yaşam dernekleri, küçük üreticilerin dayanışma ağları ve kent bostanlarına kadar, endüstriyel tarım ve gıda sistemine alternatif üretme çabası içindeler. Bu deneyimler yerelleşme, agroekoloji (ekolojik tarım) ve gıda egemenliği kavramları etrafında birleşiyorlar. Toplumsal ve ekolojik adaleti savunuyor; gıdanın aracısız dağıtımını ve kır-kent ilişkilerinde bütünlüklü bir dönüşümü hedefliyorlar.
Türkiye’de son dönemdeki gelişmelere baktığımda, BÜKOOP’un öncülüğünü yaptığı yeni nesil tüketim kooperatifçiliği ve Zehirsiz Sofralar projesi etrafında oluşturulan ağ dikkatimi çekiyor. Ölçek meselesine girmeden söyleyeceğim: Bu gibi örnekler, sağlıklı ve besleyici gıdaların işbirliği ve dayanışma ağları aracılığıyla üretilmesinin, karşı karşıya olunan tüm zorluklara rağmen, mümkün olduğunu kanıtlamakta.
Dayanışma ekonomisinin hareket noktası genellikle yereldeki sorunlara yanıt vermek olmakla birlikte ekonomik, sosyal ve siyasal sistemleri dönüştürme isteği göz ardı edilemez. Gıdada bu çok belirgin. Bir ihtiyacı karşılamak ilk hareketi yaratıyor olabilir ancak bu ihtiyacı karşılarken tüm sistemi dönüştürme gayesi her adımı belirliyor. BU nedenle, dayanışma ekonomisi bileşenleri gıdayı politik bir mesele olarak ele alıyor; piyasaları ve kâr elde etmeyi öncelemedikleri, kolektif ve demokratik mülkiyet ve yönetimi benimsedikleri, üyelerinin ve topluluklarının yararını gözetecek biçimde çalıştıkları için de bu alanlardaki dönüşümlere tabandan katkıda bulunuyorlar.
Ç.B. Gıda sisteminin yerelleşmesinden söz ettiniz. Daha geniş bir perspektiften bakarsak yerelleşme ne gibi fırsatlar sunuyor?
Tüketicilerle bağı kopmamış, topluluğun bir parçası olan ve tüketim noktalarının çok uzağında yaşamayan çiftçilerin yiyeceklerimizin çoğunu üretmesi, bugünkünden çok farklı bir dünya anlamına gelir. Şimdi bu hayali yaşamın diğer alanlarına taşısak ve insan ölçeğinde bir ekonomi hakkında düşünmeye başlasak… Böyle bir ekonomide günlük yaşamın yol gösterici ilkesi, toplulukta yaşayanların birbirlerini ve toprağı umursaması ve özen göstermesi olurdu. Doğanın efendisi olma kibrinden kurtulmak daha mütevazı ve bilgece kararların önünü açardı. İnsanlar, şimdilik kurgusal olan bu ekonomide, toplumun her düzeyinde aktif olma ve anlamlı bir rol üstlenme fırsatı elde ederdi Ve etraflarındaki karmaşık ve canlı dünyayla yakın ilişkiler kurabilirlerdi. Doğayla ve diğer insanlarla ilişkimizi düzeltmek, kişisel doyumumuzu ve neşemizi attırabilirdi. Kısacası, daha sade ancak kendi sadeliği içinde zengin yaşamlar sürebilirdik.
Ekonomik yerelleşme, ekonomiyi insan ölçeğine geri döndürmekle ilgilidir. Bir topluluğun ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetlerin mümkün olduğunca yerel ve bölgesel olarak üretilmesine izin veren ekonomik yapıların inşa edilmesi sürecidir. Ancak yerelleştirme izolasyon anlamına gelmez. Ticareti ortadan kaldırmakla ilgili değildir, yerelleşen ekonomilerde ithalat ve ihracat yapılabilir. Ayrıca, iklim değişikliği gibi küresel sorunları ele almak ve küresel şirketlerin gücünü azaltmak için uluslararası işbirliği gerekir. Ayrıca yerelde refaha ulaşma isteği, küresel sorumlulukla uyumlu olmalıdır. Tüm insanlara ve gezegene saygılı bir şekilde yaşamak bunu gerektirir.
Dayanışma ekonomisi ve diğer alternatif ekonomiler ekonomik etkinliğin ölçeğinin küçültülmesini ve yerelleştirilmesini savunurken daha anlamlı ilişkiler ve geçim kaynaklarının yaratılmasını hedefliyorlar. Kent bostanlarından finansal kooperatiflere, alternatif öğrenme alanlarından küçük işletmelerin ağlarına ve kooperatiflere; yerel ekonomiler, birbirimize ve dünyaya bağlanma konusundaki insani arzumuza cevap veriyor. Piyasa kapitalizminin dışında kalan örgütlenme biçimleri bize bir pencere açıyor. Bu pencereden birlikte yaşama, birlikte üretim ve tüketim biçimlerine şöyle bir göz atmak bile kapitalizm sonrası dünyayı imgeleme gücü veriyor.
Pandeminin başlangıcından bu yana küçük işletmelerin kapanması ve artan işsizlik ile toplumlarda derin bir çöküntü yaşanmakta. Bu zorlayıcı koşullar altında yereldeki acil günlük ihtiyaçları karşılamak üzere pek çok dayanışma ağının örgütlenmesine ve ürettikleri çözümlere tanık olduk.
“Bugün, yerel ekonomileri canlandırmak için alternatif fikirlerin benimsenmesi bakımından çok daha uygun bir ortam var.”
Ç.B. Bu bağlamda, Dayanışma ekonomisi uygulamalarının yerel kültürler ile ilişkisini nasıl tanımlayabiliriz ?
Dayanışma ekonomisi çoğulcu yaklaşımı gereği tarihsel, kültürel geçmişlere, sosyo-ekonomik koşullara dayalı farklı yorumlara ve farklı uygulamalara saygılıdır. Küresel bir monokültürel modele eklenmek yerine, yerel kültürlere ve ihtiyaçlara saygı gösterir.
Bir kez daha tarımdan örnek vereceğim. Küçümsenen ve endüstriyel tarımı yerleştirmek için unutturulan geleneksel çiftçi bilgisi geçmişten bu yana toprağı ve topluluğu korumanın araçlarına sahip olmuştur. Birkaç ay önce Sosyal Ekonomi Blogunda, Peru’nun beş yerli Quechua topluluğuna ev sahipliği yapan bir biyokültürel miras bölgesindeki patates üretimi ile ilgili bir çeviri yazı yayımlamıştık. Yerel patatesi koruma çalışmalarıyla tanınan bölge 1.300’den fazla patates çeşidini barındırıyor, olağanüstü bir çeşitlilik. Gıda sistemlerini yerelleştirmek ve doğal biyoçeşitliliği korumak için bir süredir eski İnka stratejilerini kullanılıyorlar. Gıda sistemleri Ayllu (topluluk), Ayni (karşılıklılık) ve Çaninçay (eşitlik) ilkelerine bağlı ve bu ilkeler ekonomiyi ve iyi oluşu tanımlıyor. Endüstriyel üretimin verimlilik odağından ne denli farklı bir bakış açısı…
“Yerli bilgelik toplulukla, toprakla ve suyla, hayvanlar ve bitkilerle sayısız karmaşık ve karşılıklı etkileşimlerin üstüne kuruludur.”
Piyasa ilişkilerinin egemenliği altına girmeyen tüm toplumlarda üretim yapılırken çevre el üstünde tutulur ve topluluk, dayanışma ve karşılıklılık ilkeleri ile ayakta durur. Bugün karşı karşıya olduğumuz küresel ölçekteki çevresel sorunlar kolektif eylemi zorunlu kılıyor. Peki, kolektif eylem nasıl gerçekleştirilecek? Yanıtı kolay değil ve bu konuşmanın sınırlarını aşar. Yine de eylemliliğin hareket noktasının – yerli halkların hep bildiği – karşılıklı bağımlılıkları kabul etmek olması gerektiğini düşündüğümü söylemeden geçemeyeceğim.
Doğa ve diğer insanlarla bağlantılı olmak onlarla uyumlu olmayı talep eder. İyi bir yaşam bu uyumun gerçekleştiği yaşamdır. And yerlilerinin uyumu vurgulayan bilgeliği dayanışma ekonomisine de ilham vermiştir. Dayanışma ekonomisinin sürdürülebilirlik ilkesi eski bir Quechua sözü olan “sumak kawsay” yani “iyi yaşamak” kavramını benimser. Kişisel refahımız anaakım iktisadın iddiasının aksine, toplumdaki diğer bireylerin ve içinde yaşadığımız çevrenin iyi oluşuna bağlı ve tek başına iyi olmak söz konusu değil. Uygarlığımız uçurumun kenarına kadar gelmişken yerli bilgeliğinden ilham alarak para ve mal biriktirmek yerine insanca bir hızda ve insan ölçeğinde yaşamanın yollarını bulmalıyız.
Ç.B. Son olarak, insanlığın daha insancıl bir yaşam alternatifi bulabileceği konusunda umutlu musunuz?
İnsanlar daha iyilikçi, daha sevecen ve daha sürdürülebilir bir yaşam biçimine olan arzularını pek çok şekilde gösteriyorlar. Sağduyu ve sezgiyle eyleme geçen hareketler tabandan yükseliyor. Ekolojik ve toplumsal bilince sahip dayanışma ekonomisi pratikleri ile yereldeki karşılıklı bağımlılığımız yeniden örülüyor. Sanırım bir biçimde geri getiremeyeceğimiz bir şeyleri kaybetmekte olduğumuzu fark ediyoruz.
Ancak bir refleks olarak “can havliyle” üretilen dayanışmacı çözümler yeterli değil ve yeterli olmayacak. Bize gereken köklü bir dönüşüm; dayanışma, işbirliği, karşılıklılık, fedakârlık, cömertlik ve sevgi üzerine kurulu bir sistem.
Dayanışma kavramı bize, eşitsiz ve baskıcı ilişki biçimlerine direnmenin ve bu ilişkilerin yerel ve küresel düzeyde dönüşmesi için sorumluluk üstlenmenin gerekliliğini anımsatmalı. Öyleyse ilgimizin, merakımızın ve eylemimizin olası alternatiflere yönelmesinin zamanıdır.
Başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatta yaşanmaya başladığını gösteren bu tecrübeler, iktidar ilişkileri ile toplumsal ve ekolojik adaletin gelişmesi için en dönüştürücü faaliyetlerin keşfini mümkün kılıyor.
Ç.B. Çok teşekkür ediyor ve sizin nezdinizde tüm kadınların gününü kutluyorum.

1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat anabilim dalında tamamladıktan sonra, 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu doktora teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktora diplomasını almaya hak kazandı. 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” girişimi ve 2019 yılında hazırladığı “İktisatçı” belgeseliyle iktisat ve sanatı bir araya getirme çabasını halen sürdürmektedir. Politik iktisat, iktisadi düşünce, edebiyat ve dayanışma ekonomisi çalışan Boz, Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.