“Sabahın sahibi vardır. Gün daima bulutta kalmaz. Herhâl ilerdedir Yaşanacak günlerin en güzelleri.”[1]
Posta kutumuzda bir kitap… Bu kez Elbistan E Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nun “Görülmüştür” damgasını taşıyor. Bir öykü kitabı: ‘Herkes Kendine Mahkûmdur’[2]… Uzunca bir süredir yazıştığımız, siyasî tutsaklardan Serdar Koç’un öyküleri.
‘Herkes Kendine Mahkûmdur’, Serdar Koç’un ilk kitabı değil. Daha önce yayınlanmış bir romanı (‘Gidersem Hasret Kalır Bende’, 2015), bir şiir kitabı (‘Kül’efil’, 2015) ve iki ciltlik bir öykü kitabı (‘İçeriden İnsan Manzaraları’, 2016) var. Ve sonrası: ‘Dilek Taşı’ ve ‘Bozok’ (roman, 2018)…
Kitaba aç bir tutsaklık ömrü için ( “Gerçi OHAL’den kaynaklı kitaplara ulaşmakta da ciddi sıkıntı yaşıyoruz. Cezaevi kütüphanesi yeterli olmuyor. Yıllardır bir tek kitap artışı göstermedi kütüphane. Var, bazı kaliteli kitaplar da var, lakin genelde eski kitaplar diyeyim. Yine de idare etmeye çalışıyoruz. İçeride en iyi dostlardır kitaplar,” diyor “Görülmüştür” ekibine yolladığı mektubunda[3]…) velut bir yazar, Serdar Koç.
Hergün sokakta karşılaştığımız, bir “öykü”sü olabileceğini, olasıdır ki tahayyül dahi edemeyeceğimiz “sıradan” insanlara dair öyküler yazıyor.
Bir oğlu hastanede, bir oğlu içeride, tutsak anası Fadime… Eşkıya eskisi, İstanbul’da kapıcılık yaparken polisin tongasına düşen Xalȇ Hasan…
Fuarda kitap çalarken stand görevlisine yakalanan kitap sevdalısı öğrenci Hüseyin…
“Duvara toslamıştı. Onmadık hacıyı deve üstünde yılan sokarmış. Kınayan bakışlarını acemi hırsıza diken ince yüzlü adamın, “Ne yapıyorsun? Ayıp değil mi?” diye çıkışmasıyla tüm gözler ona çevrildi. Bakışların ağırlığı altında eziliyordu. Tespih böceği gibi büzüldü. Hayatındaki tüm utanç anlarının toplamı dahi bunca şiddetli olamazdı.
“Abi, abi öğ-öğ-öğren-ci-yim” diye kekeledikten sonra biraz olsun konuşmasını düzeltti. Sesi hazindi. Kendince makul mazeretleri vardı.
Ruhunu kabir azabından kurtarmaya çalışan Şevket, gerçeğin ancak cuzi kısmını söylemekle dahi içindeki basıncı hafifletip dinginliğe doğru yol alırken, kulaklarına inanamayan kadıncağız şoke olmuştu. “Baba anlayamıyorum ne demek istiyorsun?“ diye kulağının dibinde bağırdı. “Nasıl öz kızın değilim? O nasıl söz?“
“Sen sen Tunç-Tunç- Tunç-eli-eli-elinde iki iki ya-yaşın-da yaşın-da mem-mem-mem-nu memnu mın-mın-mın-mın-tıka mıntı-ka o-o-ot-otuz se-se-se-kiz sekizde…”
(Tanıtım Bülteninden)
Yıllardır yüreğini kemiren sırrı ölüm döşeğinde kızına itiraf eden asker emeklisi Şevket…
Dilencilik sanatının “maestro”su Çorumlu Cafer…
Dayak yememek için gardiyanlara yaltaklanan Kürt çoban Celalettin…
İstanbul yolunda bir kez daha kimliğinin lanetine uğrayan Dersimli Piro…
Yedi yaşındaki kızının mektubu tutsak edilen mahkûm Yusuf…
Kocasının eve getirdiği polis akraba yüzünden hayatı kararan travesti kadın Menekşe…
Bir lise aşkıyla dünyası değişen “milliyetçi” delikanlı, Tarkan…
Edirneli öğrenci kız, Arzu…
Edebiyatta her gün trende, vapurda, otobüste karşılaştığımız sıradan insanlara değgin öyküler, yeni değil. En azından 1940’lı yıllardan bu yana yazarlar, şairler hiç de “kahraman” olmayan kahramanların sıradan öykülerini anlatıyorlar bizlere. Sevdalarını, düşkırıklıklarını, ihanetlerini, ihanete uğramışlıklarını, ekmek kavgalarını…
Sait Faik gibi onları düşsel bir kurgu içerisinde ağaçlarla, sobayla, kışla, sandalla, velhasıl bilumum canlı-cansız varlıklarla meczedenler de var, Orhan Kemal gibi ekmek kavgalarını, Fakir Baykurt gibi kırsallıklarını, yoksulluklarını dile getirenler de, Bekir Yıldız gibi göçmenlik hâllerini betimleyenler de…
Ama son on yıllarda, özellikle de düşük yoğunluklu iç savaş yıllarının ardından, sıradan insanların öykülerine bir başka burukluk, bir başka acı eklendi: devlet sancısı… Polisle, cezaeviyle, velhasıl devletle karşı karşıya gelmenin, devlet elinden hırpalanmanın, devletin hışmına uğramanın acısı sindi öykülere.
Bu tarihin daha gerilere, 1970’li, 80’li darbe sonrası yıllara dayandığını, okurun bu yıllarda işkencenin edebiyata girişine tanık olduğunu hatırlatabilirsiniz. Ve doğru söylemiş olursunuz. Ama 1970-1980’ler öykücülüğünün/ romancılığının “kahraman”ları çiftçi Recep, ev kadını Nurten, bakkal Remzi, tezgahtâr Hüsniye, tornacı Yusuf değildir ki… Ülkeyi, dünyayı değiştirmek için uğraşan ve dünyayı değiştirmek istemeyenlerin hedef aldığı devrimcilerdir.
Oysa -son yıllarda cezaevlerinden fışkırdığına tanık olduğumuz tutsak Kürt edebiyatçıların sayfalara taşıdığı “devlet hışmı”nın mağdur/kahramanları farklı… Yalın, sıradan, belki Kürtlerin partisine oy vermiş olmaktan, belki 1990’lı yıllarda Diyarbakır’da, Cizre’de, Şırnak’ta yaşamış olmaktan, belki nüfus kayıtlarının Kürt coğrafyasına değgin olmasından, belki türkülerini anadilde söyleyip, meramlarını en iyi bildikleri dille anlatmaya kalkışmış olmaktan gayrı bir “suç”ları yok.
‘Herkes Kendine Mahkûmdur’ onlara dair öyküler anlatıyor. Çoğu, sadece Kürt olduğu için başı belaya saran küçük insanların öyküleri.
Evinde tenceresini kaynatmaktan başka bir kaygısı yokken ocağına ateş düşen Fadime, cezaevindeki evladı ve bütün tutsak evlatları için kavgaya giriyor örneğin, ve iki gencecik kızı, saçlarından sürükleyen polisin elinden almak için kaplan kesiliyor…
Ya da Yusuf’un, büyüyüşünü izleyemediği kızının yazdığı mektup, küçük kızın çizdiği sarılı-kırmızılı-yeşilli resim yüzünden kendisine verilmeyince bir kez daha dünyası yıkılıyor. Ne için olduğunu dahi bilmeden cezaevine düşen Kürt çoban Celalettin, gardiyan dayağından kaçmak için “Ben ülkücüyüm” deyip de “O zaman dokuz ışığı say bakalım” ahret sorusu ile karşılaşınca feleğini şaşırıyor…
Kışı İstanbul’daki akrabalarının yanında geçirmek üzere yollara düşen Dersimli Piro, kimliğindeki “doğum yeri” hanesinin karşılığındaki isim nedeniyle, polislere “bombacı” olmadığına inandırmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyor…
Kürtlerin her gün bu coğrafyada salt kimliklerinden dolayı geçmek zorunda bırakıldıkları bir sürü sınav…
Bu nedenledir ki cezaevi yazarları “acıyı bal eylemeye” kalkıştıklarında, mizahi bir dil kullanmaya yeltendiklerinde dahi, hep biraz kekre, biraz buruk olur kalemleri. Serdar Koç bu kekrelikten bağışık değil…
İnsan onları okudukça, 1940-1970 kesiti öykücülüğünün “masumiyet çağı”nı özlemiyor değil… En azından, bir kapıcıyı tuzağa düşürmek için bir itirafçıyla birlikte tekrar tekrar kapısına dayanan “siviller”in kirli oyunlarına, bir travestiye tecavüz edip yola bırakan güvenlik güçlerinin öyküleri yazılmıyordu o yıllarda.
Shakespeare haklı… “Çürüyen bir şey var Danimarka krallığında…”
Ve cezaevlerindeki Kürt yazarlar, bu çürümüşlüğe yöneltiyorlar kalemlerini…
Bu çürümüşlük, özgürlük, eşitlik ve eşitliğe dayalı bir kardeşliğin gübresi olabilecekse eğer, cezaevi yazınının da bu çorbada tuzu olacağına hiç kuşku yok!
Akademisyen, antropolog, yazar, çevirmen, aktivist. 1956 yılında İstanbul’da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’ya giderek, üç yıl süresince Fransa’da dil ve Paris VII ve Paris Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü’ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun; 1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasını da aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun’un çok sayıda çeviri ve telif eseri bulunmaktadır. Telif eserlerinin çoğu Temel demirer ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır.
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[*] Kaldıraç No:254, Eylül 2022…
[1] Nâzım Hikmet.
[2] Serdar Koç, Herkes Kendine Mahkûmdur”, Ceren Kültür, Birinci Basım, 2017.
[3] https://www.gorulmustur.org/icerik/tutsak-serdar-kocun-mektubu-ve-yeni-kitabi-geldi