
Türkiye’de çağdaşlaşma siyaset bilimi, tarih ve sosyoloji başta olmak üzere bir çok insani bilim dalının iştahla tartıştığı alanların başında gelmektedir. Çeşitli siyasal görüşlerin çerçevesinden beslenen tartışmalar ne yazık ki son tahlilde ideolojik önyargılar ve bu önyargıların beraberinde getirdiği kategorik düşünce kalıplarıyla konuyu farklı düzlemlere taşımaktadır. Kuşkusuz bu durum da konuyu bilimsel olmaktan çok siyasal bir platforma taşımaktadır.
Muhafazakar milliyetçi bakış açısına göre Osmanlı dönemi medeniyetin tüm bileşenlerini içeren bir dönem olarak değerlendirilirken, Atatürkçülüğün ortodoks versiyonunu savunan görüş tüm süreci 19 Mayıs 1919 ile başlatmaktadır. Klasik Marksist görüş ise çağdaşlaşmayı salt sınıfsal bir düzlemde değerlendirmektedir. Kuşkusuz her bir görüş kendi içinde tutarlı savlar öne sürse de Türkiye’de çağdaşlaşmayı birbirini etkileyen dönemlerin tarihsel süreç içinde zenginleşerek vardığı nihai sonuç olarak görmek kanımızca daha doğru bir görüştür. Bu yazıda elimizden geldiğince Türkiye’de çağdaşlaşmayı 18. Yüzyıl başından başlamak suretiyle günümüze kadar uzanan dinamik bir tarihsel süreç saikiyle değerlendirmeye çalışacağız. Makalemizde tarihsel dönemleri ders mantığıyla, kronolojik olarak yazmak yerine genel çerçeveye odaklanmaya çalışacağız. Dolayısıyla her yönetici elitin yaptıklarını listemekten ziyade, 1700 yılından beri süregelen reform süreçlerinin 1908 Jön Türk Devrimi ve takip eden 1923 Cumhuriyet Devrimi ile olgunlaştığını ve bugünkü Türkiye’nin temelini oluşturduğunu savunmaya çalışacağız.
Resmi tarih 1699 yılını Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama döneminin başlangıcı olarak tanımlamaktadır. “Duraklama dönemi”nin kavramsal karşılığı ise tımara dayanan klasik Osmanlı ekonomisinin çökmeye başlamasıyla, başta ordu olmak üzere devletin kurumlarının bozulmasıdır. Özellikle Avrupa’nın Rönesans, Reform ve coğrafi keşifler nedenleriyle ekonomik olarak güçlenmesi, Avrupa ordularının ateşli silah kullanımı, askeri alanda Osmanlı’nın gerilemesi, ve bunun karşılığında klasik dönem Osmanlı fetih sisteminin çökmesi “duraklama” döneminin hızlıca “çöküş” dönemine evrilmesine neden olmuştur. Dönemin ekonomik ve sosyal tarihi okunduğunda özellikle Celali İsyanlarına neden olan vergi sistemi, devleti kaplayan yoksulluk, rüşvet, irtikap vb. konuları zengin bir içerik sunmaktadır.
Diyalektiğin evrensel gerçeği olan tez, anti – tez ve sentez çerçevesinden konuya baktığımızda, Türkiye’de çağdaşlaşmanın başlangıcını 1700 yılı itibarıyla kabul etmek oldukça mantıklıdır. Avrupa’nın üstünlüğü karşısında üzerinde tartışılmaya başlanan ilk çözüm önerisi klasik dönem Osmanlı sistemine dönülmesi ve devletin restorasyonunun sağlanması hedefi olmuştur. Ancak bu çözüm önerisi ne yazık ki köküne kadar bozulmuş bir sistemin restorasyonu için pozitif bir sonuç vermemiştir. III. Ahmet tarafından Paris’e elçi olarak gönderilen 28 Çelebi Mehmed Efendi’nin izlenimleri dönemin yönetici elitinin kafasında yeni bir paradigmanın başlangıcını oluşturmuştur. Bu paradigma ise Avrupa uygarlığını sağlayan kurumları örnek alarak Avrupa’ya yetişmektir özetle.
Türkiye’de çağdaşlaşmanın başlangıç döneminin en büyük özelliği çağdaşlaşmanın lokomotifinin ordu olmasıdır. Askeri bozgunlar karşısında yitirilen topraklar, ganimet kayıpları, kaybedilen topraklardan kaynaklanan göç dalgaları ordunun modernizasyon konusunun önceliklendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Yurtdışından getirilen uzmanlar yeni kurulan askeri okullarda görevlendirilmeye başlanmış ve ordunun modernizasyonu önceliklendirilmiştir.
Türkiye’de çağdaşlaşmanın kanımızca yükelme devri ise İbrahim Müteferrika ile başlamaktadır. Osmanlı entelijensiyası içine yeni bir düzenin kurulması gerektiğini nedenleriyle öne süren ilk kişi Müteferrika’dır. III. Selim döneminde kurulmaya çalışılan “Nizam-ı Cedit”, modern Türkçesi ile “Yeni Düzen” kavramının fikir babası olan Müteferrika ,Türkiye’de çağdaşlaşma serüvenin makas değişiminin de yönlendiricisidir.
Ordunun modernizasyon hedefi 18. ve 19. yüzyıllarda da hızlı bir şekilde devam etmiş, bunun yanı sıra eğitim, tarım, sanayi, ticaret alanlarında da bir çok reform projesi tasarlanmış, kimi başarılı kimi başarısız bir çok proje üretilmiştir. Okullaşma oranı Tanzimat ile hızlanmış, II. Abdülhamit döneminde ise bu oran dönemin konjektürüne oldukça yüksek bir seviyeye çıkmıştır. Osman Hamdi Bey tarafından kurulan Sanayi – i Nefise Mektebi güzel sanatlar eğitiminde atılmış önemli bir adım olup dönem yönetici elitinin Avrupa uygarlığına olan eğilimini göstermesi bakımından önemli bir örnek teşkil etmektedir. 1700’den itibaren sosyolojik anlamda kentleşme de önemli ölçüde artmış, parklar, sayfiye alanları, tiyatro ve gösteri merkezleri giderek yaygınlaşmıştır. Bu kapsamda, özellikle Pera’da Paris belediyesi’nden örnek alınarak kurulan 6. Daire-i Belediye kentleşmeye atfedilen önemi göstermektedir.
1908’e geldiğimizde ise Türkiye’de çağdaşlaşmanın olgunlaşma dönemine şahit olduğumuzu ifade etsek çok abartmış sayılmayız. Resmi tarihin “II. Meşrutiyet” adını verdiği ve II. Abdülhamid iktidarıyla Cumhuriyet arasındaki geçiş dönemi olarak tanımladığı süreç aslında “geç kalmış liberal bir devrimdir.” 1908 Devrimi’nin çağdaşları olan İran ve Rus Devrimleri ile ortak bir çok yönünün olması da savımızı güçlendirmektedir. 1908 Devrimi “vatandaşlık” kavramının icadını beraberinde getirmiş, tebaadan vatandaşa geçişi sağlamıştır. 1908 Devrimi’ni takip eden döneme bakıldığında kadın ve işçi hareketleri, sosyalist örgütlenmeler, grevler, ordunun yanında çağdaşlaşmanın itici gücü olan Tıbbiye, Mülkiye gibi kurumlar oldukça zengin bir çerçeve sunmaktadır. Bu notkada önemli bir hususun altını çizmek gerektiği kanısındayız. Makalemizde 1908 Devrimi İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris’teki önderlerinin siyasal görüşlerini tanımlamaktadır. Bab-ı Ali Baskını ve Sopalı Seçimlerle iktidarı eline geçiren Enver, Cemal, Talat Paşa troykasının diktatörlüğü 1908 Devrimi’nin tanımı ve kapsamı dışındadır.
1923 Devrimi ise 1908 Devrimi’nden aldığı mirası liberal ekonomiye dayanan ulus devlet inşası için kullanmaya çalışmıştır. Ulus devlet inşasının önemli hedeflerinden biri olan eğitim, özellikle kadın eğitimi Cumhuriyet’in yönetici eliti için önceliklendirilmesi gereken konulardan biri olmuştur. Cumhuriyet’in yönetici elitine göre eğitimli kadınların yetiştireceği münevver “Türk evlatları” yeni Türkiye’nin öncüleri olarak çağdaşlaşmayı hedefini nihai sonucuna ulaştıracaklardır. Cumhuriyet Türkiyesi’nin öncü kadroları özellikle üst yapı kurumlarının çağdaşlaşmasına özel önem vermişler, genç Cumhuriyet güzel sanatların, mimarinin, sahne sanatlarının özel olarak desteklendiği bir dönemi himaye etmiştir.
Cumhuriyet döneminin Türkiye’de çağdaşlaşma serüveni açısından başat ve kanımızca en önemli özelliği toplumsal yaşamın seküler olarak planlanması, devlet yönetiminin ise laiklik esaslarına göre yapılandırılmasıdır. Çağdaşlaşma seküler bir toplumsal yaşam olmaksızın başarıya kavuşacak bir süreç olmayıp, Cumhuriyet’ten önceki dönemlerdeki dini vesayetin hüküm sürmesi çağdaşlaşma hamlelerinin tam başarıya kavuşmasını engellemiştir. Laik hukuk ile yönetilen yeni Cumhuriyet, seküler yaşam kodlarını barındırmış, bu husus da çağdaşlaşmanın toplumun genetiğine girişini hızlandırmıştır.
Türkiye’de çağdaşlaşma serüveni 18. yüzyıl ile başlayan, birbirini etkileyerek, dönüştürerek devam eden, 1908 liberal devrimi ile vites yükselten, laik Cumhuriyet ile yapılandırılmış bir modernleşme sürecidir. Yazımızın başında dile getirdiğimiz gibi Türkiye’de çağdaşlaşma bir Osmanlı mucizesi olmadığı gibi salt Cumhuriyet’in yoktan varettiği bir süreç değildir. Mustafa Kemal Atatürk ve kendisiyle Cumhuriyet’in öncü kadrosunu oluşturan sivil ve askeri bürokrasinin laikliğe yönelimi Cumhuriyet döneminin kendisinden önceki dönemlere göre anlamlı başarı elde etmesini sağlamıştır.
Günümüze geldiğimizde ise 1950’den itibaren Batı’ya yönelen akrep ve yelkovanın geriye döndürülmeye çalışıldığı aşikardır. Bu noktada Şerif Mardin’in “genç Cumhuriyet’in sivil yaşama çok alan açmadığı ve bu alanın tarikatlarca doldurulduğu” tespiti tarafımızca anlamlı olup çağdaşlaşma süreci uzun yıllardır organize, yapılandırılmış, siyasal islam anlayışıyla baltalanmaktadır. Sonuç olarak toplum yaklaşık üçyüz yıllık çağdaşlaşma geleneğini unutma eğilimine girmiş ve giderek kurum ve insan kaynağı kalitesini yitirmeye başlamıştır. Bu noktadan sonra odaklanılması gereken tek çare, laik hukuku üstün kılan, seküler bir toplumsal yaşama sahip, feodal ilişkileri tamamen ortadan kaldırmış, sivil ve askeri vesayetten uzak, emek temelli, ekolojik çözümlere odaklı, kimliğe ve dine sıkışmamış bir siyaset iklimine sahip, akademinin özerk olduğu, yasam, yürütme ve yargının bağımsız olduğu, parlamenter bir devlet tasarısını hayata geçirmektir.

1980 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Ünibersitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı lisans mezunudur. MEF Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden Özel Hukuk yüksek lisansını geçtiğimiz yıl tamamlayan Buğra Konuk, bu yıl da Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitisu’nde tarih yüksek lisansına başlamıştır. Sağlık sektöründe orta kademe yönetici olarak çalışmaktadır.