Ne zaman bilinen Avrupa ülkeleri dışında bir yere seyahat edecek olsam, başta yakınlarım olmak üzere birçok kişinin “Oraya gidilebiliyor mu ki? Çok ırkçılardır onlar, gitmek istediğine emin misin? Orada seni kaçırmasınlar?” tarzında önyargılı ifade ve sorularına maruz kalıyorum. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Meksika seyahatlerimde karşılaştığım bu durum, Ermenistan’a gideceğimi söylediğimde şiddetini daha da artırdı. Kapitalist sistemin ve popüler kültürün bize sunduğu bilgi kaynakları reyting peşinde koşan Youtuberlar ve her şeye Amerika Birleşik Devletleri’nin gözünden bakan Netflix yapımları olunca her ülke ile ilgili yanlış bilgilere ve bununla bağlantılı olarak nefrete sahip olmanız mümkün. Bu kaynaklara göre, keşfetme amacı taşıyan seyahat eylemi bile yalnızca Eyfel Kulesi önünde çekilen bir fotoğraftan ibaret olmalı ya da her tur Rockefeller Plaza’da sona ermeli. Bu kısıtlı coğrafya dışında kalan ülke ve şehirler insan hayatı için büyük bir tehlike teşkil eder ve kendi hallerine bırakılmalıdırlar. Diğer bir deyişle, önyargıların diktatörlüğünde daha çok bilgi kaynağı vardır ancak doğru bilgiye ulaşmak eskisinden çok daha zordur.
Ermenistan’ın ikinci büyük şehri Gümrü, 1993’ten bu yana kapalı olan Türkiye kara sınırına 13 kilometre uzaklıkta. Sınırların açılacağı konuşulsa da bu konuda en azından şu anda bir gelişme yok. Başkent Erivan ile İstanbul arasında karşılıklı uçuşlar henüz yeni başladı. Ülkeye, alternatif olarak Gürcistan’ın başkenti Tiflis’ten trenle veya dolmuşla da ulaşmak mümkün. Biz, babamla çıktığımız bu seyahatte, treni tercih ettik. Vizeye internet üzerinden, 6 dolar karşılığında başvurulabiliyor ve vize birkaç gün içerisinde, kolayca çıkıyor. Vizeyi pasaporta bastırmak gibi prosedürlerle uğraşmaya gerek duymadan, yalnızca vize çıktınızı göstererek ülkeye giriş yapabiliyorsunuz. Sabaha karşı Ermenistan sınır kapısına vardık. Avrupa ülkelerinde gözlerini bir pasaporta bir yüzünüze çeviren ve içlerinden “neden geldin ki?” diyerek sitem ettikleri belli olan memurlarla kıyaslandığında pasaport polisleri gayet güleryüzlülerdi. Yalnızca ülkedeki adresimizi sordular ve hoş geldiniz diyerek bizi uğurladılar. O anda aklıma, Ermenistan’a ilk gelişimde hostel sahibinin bizim için şampanya patlatışı geldi. Türkiye’den gelen ilk konuklarımızsınız, bir şey ikram etmeden olmaz demişti.
Gitmeden önce ülke haritasını ayrıntılı şekilde inceledim. Malatya-Sebastia* isimli bir semt, Arguvan ve Arapkır isimli köyler gördüm. Anadolu ile ilgisinin olup olmadığını bilmesem de Ayntep ve Bayburd isimli yerleşim yerleri de dikkatimi çekti.
Gümrü, normal şartlarda bir ülkenin ikinci büyük şehri olmak için çok küçük. Nüfusu sadece 116 bin. Ancak Ermenistan’ın toplam nüfusunun 3 milyon olduğunu düşünürsek bu gayet anlaşılabilir bir durum. Sokaklarda yürümeye başladığımda şehri, yaklaşık bir ay önce ziyaret ettiğim Kars’a benzettim. Izgara tipi şehir planı ve taş evler Kars’taki gibi TOKİ yapılarıyla ve çarpık kentleşmeyle de bozulmamıştı üstelik. Şehirde taş olmayan bina sayısı çok azdı ve yeni yapılan binalar da şehrin mimarisini bozmayacak malzemelerle yapılmıştı. Şehrin en büyük kiliselerinden biri olan ve gri-turuncu taşlarla inşa edilen Kutsal Kurtarıcı Kilisesinin önündeki anıt ilgimi çekti. Daha sonradan girdiğimiz bir sanat galerisinde anıtın anlamını sordum. 1988 yılında Gümrü’de büyük bir deprem olmuş, birçok can kaybı yaşanmış ve şehir büyük zarar görmüş. Anıt da bu depremde yaşanan kayıpları anmak için inşa edilmiş. Sanat galerisinin sahibi, aslen Muşlu’ymuş. Bir süre Türkiye üzerine muhabbet ettik. Gayet sıcakkanlı ve güleryüzlüydü.
Oradan çıkıp şehrin en eski berber dükkanlarından biri olan “Lux Berber”e uğradık. 1941’den beri açık olan berber salonu o kadar güzel ki ziyaretçileri eksik olmuyor. İçeri girdiğimde sadece salonu görmek için gelen birçok insanla karşılaştım. Şehrin en işlek caddelerinden biri olan Abovyan Caddesi’nde Mariam-Yeranuhi Aslamazyan kardeşlerin kalıcı sergilerine denk geldik. Özellikle Sovyet döneminde aktif bir sanat yaşamına sahip olan kardeşler, yalnızca Ermenistan ve diğer Sovyet ülkeleri ile ilgili değil başta Ortadoğu, Uzakdoğu olmak üzere diğer coğrafyalar hakkında da eserler vermişler. Yeranuhi Aslamazyan’ın 1910-Kars doğumlu olduğunu da sergiyi gördükten sonra öğrendim. Taş binalarla dolu sokaklarda yürürken bira reklamlarına rastladık. Markaların isimleri tanıdıktı: Ararat, Kilikya, Gümrü. Bir konyak mağazasına girdiğimizdeyse bizi Nemrut konyağı karşıladı. Hiçbir yurtdışı seyahatimde bu kadar tanıdık kelime ve yüzle karşılaşmadım.
Ertesi gün başkent Erivan’a gitmek üzere şehirden ayrıldık. Gümrü’den Erivan’a yaklaşık üç saatlik bir tren yolculuğuyla ulaşılabiliyor. Yolculuğun büyük bir kısmı, Türkiye sınırına çok yakın bir hattın takip edilmesiyle devam ediyor. Öyle ki yolun büyük kısmında Türkiye’deki telefon hatlarımız, Ermenistan’dan aldıklarımızdan daha iyi çekiyordu.
Erivan, Gümrü’nün aksine tam bir büyük şehir havasındaydı ve bu durum şehre ayak bastığımız ilk andan itibaren kendini hissettiriyordu. Binalar daha yüksekti ve geniş bulvarlar göze çarpıyordu. Yine de binaların renkleri değişmemişti. Gümrü’deki pembe-kahve-gri tonlu taşların aynılarıyla yapılmışlardı, yalnızca daha büyüklerdi. Ermeni şehir mimarisini, Cumhuriyet mimarisine, Ankara-Ulus’taki binalara fazlasıyla benzettim. Şehrin girişinde Hrant Dink’i anma etkinliğinin afişleri karşıladı bizi.
Eski Sovyet ülkelerinde en çok keyif aldığım şeylerden biri, üstü kapalı halk pazarlarında gezintiye çıkmaktır. Her şeyin en lezzetlisi ve en tazesi en uygun fiyatla bulunur. Erivan’ın kapalı pazarında hemen her ürünün içerisinde kayısı ve nar vardı. Ülkenin en ünlü iki ürünü, hatta sembolü diyebiliriz bu meyveler için.
İnsanlar bize çok benziyor. Esnaf, bize kayısılı şekerleme ve nar suyu satabilmek için seferber oldu. Sırf o ikramlar bile karnımızı doyurmaya yetti. Zeytin tezgahlarında Marmara-Birlik zeytinleri gözümüze çarptı. Oradan sonra gittiğimiz lokantada da bizi güzel sürprizler bekliyordu. Yemek isimleri yine çok tanıdıktı: lahmajo, dolma, gapama Erzrum, imam bayaldi. Lahmacun ve Kilikya birası söyledik, sarımsağı boldu ve tadı Antep lahmacun gibiydi. Ertesi gün Adana Ermenilerinin lokantasında yediğimizdeyse menüde “Adana Lahmajo” ifadesiyle karşılaştık.
Anlaşılan o ki Adanalılar hangi milletten olurlarsa olsunlar ve nerede yaşarlarsa yaşasınlar kendi mutfaklarına çok düşkünler, her yemeği de çok güzel yapıyorlar. Genellikle devlet binalarının ve otellerin bulunduğu Cumhuriyet Meydanı ve ilerisindeki Moskova Sineması, günün her saati ayrı güzel. Akşam saatlerinde ışıklandırmalar, sabah saatlerinde de binaların yapıldığı rengarenk taşlar dikkat çekiyor. Erivan, pek o yönüyle bilinmese de Kafkasya’nın caz merkezlerinden biri. Şehirde onlarca caz bar var ve büyük bir çoğunluğu dünyaca üne sahip. Bizim de Ulikhanyan ve Malkhas caz klüplerinde konsere gitme fırsatımız oldu. Özellikle Ulikhanyan’da gittiğimiz konseri çok beğendik. Erivan, bu yönüyle eski Sovyet ülkelerinden birçok caz sanatçısının buluşma noktası olmuş.
Ertesi günü müzelere ayırdık. Erivan, dünyanın en büyük Urartu müzelerinden birine, Erebuni Müzesi’ne evsahipliği yapıyor. Bir diğer ünlü ve büyük Urartu müzesi de Van’da. Erebuni Müzesi, bir Urartu kalesinin aşağısına kurulmuş ve bünyesinde yalnızca bu uygarlıktan eserler var. Özellikle Khaldi kabartmaları çok hoşumuza gitti.
Erebuni Müzesi’nden çıktıktan sonra toplu konutların bulunduğu bölgede yürüyüşe çıktığımızda bizi Lenin resimleri karşıladı ve bir börekçiye girerek karnımızı doyurduk. Cumhuriyet Meydanı’nda bulunan Ulusal Galeri ve Ulusal Tarih Müzeleri’nin büyük bir kısmı tadilatta olsa da açık olan kısımları görülmeye değerdi. Ermenistan’ın dünyaca ünlü konyak markası Ararat’ın müzesi de ziyaret ettiğimiz müzeler arasındaydı. Sovyetler Birliği döneminde bir söz varmış: “Ermeni konyağının Moskova’da açamayacağı kapı yoktur.”. Özellikle kahveli konyağı tattığımızda biz de bu söze katıldık. Yalta Konferansı’nda Churchill ve Stalin’in içtikleri konyak da yine Ararat konyağıymış. Konyak, bekledikçe değerlenen bir içki. 7 yıl bekleyen konyağa “Ani”, 10 yıl bekleyen konyağa ise “Akhtamar” ismini vermişler. Müze dönüşünde ziyaret ettiğimiz yer birçok kişiye ilginç gelebilir: Mavi Camii. İranlılar tarafından yaptırılan camii ibadete açık, güzel bir mimariye sahip ve görülmeye değer.
Ertesi gün Erivan’dan çıkarak Ararat’ın, yani Ağrı Dağı’nın yakınına, Khor Virap Katedrali’ne gittik. Şansımıza hava çok güzeldi ve dağ çok net şekilde görünüyordu. Ermenistan rakım olarak daha alçakta olduğu için Ağrı Dağı buradan çok daha heybetli görünüyor. Elbette Ermenistan’ın hakkını da teslim etmek gerekiyor. Ararat İncil’de geçtiği ve Ermeniler için kutsal olduğu için hiçbir binayı dağ silüetini bozacak şekilde inşa etmemişler. Oradan ayrıldıktan sonra Garni Tapınağı’na gittik. Garni Tapınağı, milattan sonra 1. yüzyıldan kalma bir pagan tapınağı. Dünyada bu kadar iyi korunmuş olan bir pagan tapınağına daha rastlamak kolay değil.
Ermeni alfabesi 5. yüzyılda ortaya çıktığı için içerisindeki yazılar Yunan harfleriyle ancak Ermenice olarak yazılmış. Sütunların yanında Arap akınlarından kalma Arapça yazılar, tapınağın yakınındaysa Roma döneminden kalma bir kilise ve hamam da bulunuyor. Tapınağa yaklaşık 20 dakika uzaklıkta bulunan Geghard Manastırı da mutlaka görülmesi gereken yapılardan. Mağara ile iç içe kurulmuş olan manastırın işlemeleri göz kamaçtırıcı. Ermenistan’da hemen her yerde, özellikle de kiliselerin yakınlarında görebildiğiniz, anıtsal taş yapılar var. Bu yapılara “kachkar” deniyor. Bu yapılar, taşa oyulmuş bir haç ve çevresinde toplanan çeşitli desenlerden oluşuyor. Önce mezar taşı olarak kullanılmış olan kachkarlar, daha sonra önemli bir sembole dönüşmüş ve ülkenin dörtbir yanına yayılmış. Sayıları yüzbinlerle ifade ediliyor olsa bile her biri birbirinden farklıymış. Bire bir aynı olan iki kachkar bulmak imkansızmış.
Son günü şehirdeki sokakları gezerek ve şehirdeki yaşamı anlamaya çalışarak geçirdik. Erivan’ın modern şehir planının altında imzası olan mimar, Alexander Tumanyan. 1924’te yaptığı çizimde şehir bir daire içerisinde görülüyor ve merkez, meydanlardan ve geniş bulvarlardan oluşuyor. Plan, pek değişikliğe gerek kalmadan bugüne kadar gelmiş. Şehirde Cascade Kompleksi, Üniversite ve Radyo binaları gibi sosyalist modernist mimarinin örneklerini taşıyan birçok örnek bulmak mümkün ve sokakların hepsi gezilmeye değer. İnsanlar hep sıcakkanlılardı, hiçbir ırkçılıkla veya kötü bir muameleyle karşılaşmadık. Bunlar bizim yaşadıklarımız ve bizim seyahat hikayemizdi. Maalesef her toplumda ırkçı vardır, her ülkede kötü insanlar vardır. Her ülkede kötü tecrübelerle karşılaşabilirsiniz, zor durumlarda kalabilirsiniz. Seyahat etmek, bu gerçekleri kabul etmek demektir. Geçmişte insanların kötü tecrübeler yaşamaları, o ülkenin ırkçılarla dolu olduğunu ve gezilemeyecek vaziyette olduğunu göstermez. Kolay olan ve reyting getiren şey bir halkı ve ülkeyi topyekün kötülemek, onları linç ettirmektir. Linç kültürünün bu derece etkin olduğu coğrafyalarda ihtiyaç olan şey, insanların ve toplumların birbirlerini anlamasıdır.
Seyahat, yalnızca bu gerçekleri kabul etmekten de ibaret değildir. Seyahat, uzak olan şeyleri yakınlaştırır, önyargıları kaldırır ve özgürleştirir. Seyahatler, önce insanın kendisini, sonra da dünyayı değiştirir. Dünyadaki sınırları kaldıracak, insanları yakınlaştıracak en etkili şeylerden biri de seyahattir. Önyargıların diktatörlüğünden seyahat sayesinde kurtulmamız dileğiyle.
*Sebastia, Sivas’ın eski adıdır.
1994’te İzmir’de doğdu. 2017 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Almanya’da, Marburg Philipps Üniversitesi’nde Kamu Hukuku alanında yüksek lisans yaptı. Halen Kiel Christian-Albrechts Üniversitesi’nde Anayasa Hukuku alanında doktora yapmaktadır. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti Sosyalist Anayasası ve Alman Demokratik Cumhuriyeti 1968 Anayasası’nı Türkçeye çevirmiştir. “Sperrklasueln im Wahlrecht zum Deutschen Bundestag und zum Europäische Parlament“ adında Almanca olarak yayımlanmış bir kitabı da vardır.