Nevzat Evrim Önal’ın “İnsan Bencil mi?” kitabı sosyalistler tarafından çok sevildi, alkışlandı, ödül aldı, Önal panellere davet edildi. Çünkü Önal, eşit ve adil bir dünya mücadelesindeki en büyük engellerden birini aşıyor, hepimizin tanıdığı insanın hiç de “bencil” olmadığını gösteriyordu! Halbuki Marksistler kendilerini kandırmazlar. Gerçek ne kadar rahatsız edici olsa da, onları inkâr etmez, onlarla yüzleşir. Aşağıdaki aslında benim eski bir makalem: Komünist Ütopyanın Bencil Genler Karşısında ki Şansı idi başlığım. Kitabı çıktığında Nevzat Evrim Önal’a bu yazımı gönderdim ve kitabının evrimsel ve moleküler biyolojinin temel verileriyle hesaplaşmak şöyle dursun onlara hiç değinmediğini, onları yok saydığını söyledim. Ondan bir yanıt gelmedi. Nevzat Evrim Önal’a yanıtımdır…
***
“Bazı dişi un kurtçuklarında, kendisini kalıtım yoluyla edinmeyen yavruları öldüren Medea adlı bir gen bulunur. Gen adeta dişinin tüm yavrularına bir bubi tuzağı kurar, sadece bedenine yerleştiği yavrulara kurmaz. B kromozomu denen tüm bencil kromozomların yaptığı, dişi kurtçuğun yumurtladığı her yumurtayı işgal ederek bir sonraki nesle aktarılmayı teminat altına almaktan başka bir şey değildir. Başka bir böcek türü olan kabuklu bitin genetik asalakları daha da tuhaftır. Böceğin yumurtaları döllendiğinde, bazen yumurtaya birden fazla sperm nüfuz eder. Eğer bu olursa, spermlerden biri yumurtanın çekirdeği ile normal yoldan kaynaşır; yedek sperm bir süre bekleyip yumurta bölünmeye başlayınca o da bölünür. Canlı olgunlaştığında, asalak sperm hücreleri canlının erbezlerini/yumurtalıklarını yiyerek yerine kendisi geçer. Böylece böcek kendisiyle hemen hemen hiç alakası olmayan sperm ya da yumurtalar üretir. Alın size dudakları uçuklatacak bir genetik aldatma… (…) Meyve sineğinin bir türündeki iki numaralı kromozomunda “ayrımcı düzenbaz” diye adlandırılan böyle bir gen vardır. Bu gen iki numaralı kromozomun diğer kopyasını içeren tüm spermleri öldürür. Dolayısıyla sinek normalin yarısı kadar sperm üretir. Fakat sperm sadece ayrımcı düzenbaz genini içerir. Böylelikle gen, sineğin yavrularını tekeline almayı garantilemiştir” (Matt Ridley, Kızıl Kraliçe 4. Bölüm: Genetik İsyan ve Cinsiyet sf:119-121).
Bizler yaşamkalım makineleriyiz, genler adıyla bilinen bencil molekülleri körü körüne korumak için programlanmış robot araçlarız.
Gen Bencildir (Richard Dawkins)
Komünist Topluma asla ulaşamayacağız. Bireyin çıkarlarıyla toplumun çıkarları arasında çelişkinin bulunmadığı toplum ütopyadır. Buna ulaşılamaz, ancak sürekli olarak ona giden yolda ilerlenebilir. Sosyalizmin inşası, bir bilinçlenme sürecini gerektirdiğinden ekonomik-sanayi bir süreçten daha fazlasını gerektirir.
Robert Havemann (Doğu Alman, Komünist bilim adamı) 1963 yılında verdiği bir konferanstan.
ÜTOPYA ASLINDA BİR ÜTOPYA MIYDI?
Gökyüzünü nasıl alıp satabilirsiniz? Ya da toprağı? Bu bize yabancı bir kavramdır… Yeryüzünün her bir parçası, benim halkım için kutsaldır. Parlayan her bir çam iğnesi, her kumsal, loş ormanların sisi, her otlak, kıpır kıpır her böcek. Tümü, halkımın hafızasında ve tecrübelerinde kutsaldır… Bizim çocuklarımıza öğrettiklerimizi siz de kendi çocuklarınıza öğretecek misiniz? Yani yeryüzünün anamız olduğunu? Yeryüzünün başına gelecek bir kötülük, yeryüzünün tüm evlatlarının başına gelir. Şu kadarını biliyoruz: Yeryüzü insana ait değildir ama insan yeryüzüne aittir. Her şey bizleri birleştiren kan gibi birbiriyle bağlantılıdır. İnsan yaşam ağını örmez ve o ağın sadece bir telidir. İnsan yaşam ağına ne yaparsa, kendine yapmış olur.
Tedd Perry
Yukarıdaki cümleler hepimizin malumudur. Meşhur Kızılderili şefi Seattle’ın sözleridir bunlar. İddiaya göre 1854 yılında Washington bölgesinin valisine hitaben yaptığı konuşmanın bir bölümüdür. Vali, şefin arazisini Birleşik Devletler Başkanı Franklin Pierce adına satın almayı teklif ettiğinde şef Seattle günümüzdeki çevrecilerin dayandığı felsefenin neredeyse tümünü önceden haber veren bu cümlelerle yanıtlamıştı Vali’yi. Hepimizin hiç düşünmeden altına imzasını atacağı bu cümlelerin gerçekliğinden yıllarca hiç kuşkulanmadık. Yalnız alıntıyı dikkatle okuyanlar bu yazının altına “Tedd Perry” ismini fark etmişlerdir. İyi de bunlar Kızılderili şefin sözleri değil mi? Kim ki bu Tedd Perry?
Aslında Kızılderili şefin bu görüşme sırasında neler söylediğini kimse bilmemektedir. Aradan 30 sene geçtikten sonra hazırlanan tek raporda, büyük beyaz şefin arazisini alarak büyük cömertlik sergilemesinden övgüyle bahseden Seattle’ın sözleri yer alır. Herkesin neredeyse ezbere bildiği bu meşhur metin ise senarist ve sinema profesörü Tedd Perry tarafından, ABC televizyonunda yayınlanan bir drama dizisi için 1971 yılında kaleme alınmıştı. Olsun, yine de Kızılderili şef bu sözleri söylemiş olamaz mı? Kızılderililer doğaya ve tüm canlılara saygılı değiller miydi? Matt Ridley “Erdemin Kökenleri” adlı çalışmasında, bırakın Kızılderilileri, şu ana kadar varolmuş herhangi bir canlı türünün bu şekilde davranmasının tüm bir evrim teorisinin çökmesi anlamına geleceğini öne sürdü. Evrim mekanizması canlıya, doğaya saygı gibi mekanizmalarla var olmaz. Doğada merhamet yoktur.
“Cinayet, tecavüz, yamyamlık, bebek katli, düzenbazlık, hırsızlık, işkence ve soykırımla eş değer olan suçlar hayvanlar tarafından da salt işlenmekle kalmaz, aynı zamanda neredeyse onların yaşam tarzıdır. Tarla sincapları yavru sincapları yemeyi adet haline getirmişlerdir; erkek yaban ördekleri toplu tecavüz sırasında dişileri boğarak öldürürler; parazit yaban arıları kurbanlarını içerden dışarıya doğru canlı canlı yerler; en yakın akrabalarımız olan şempanzeler, çeteler halinde sürekli savaşma amacı güderler. Buna karşın sözde nesnel olması gereken televizyon belgesellerinin tekrar tekrar ortaya koyduğu gibi, insanoğlu bu gerçekleri bilmek istemez. Bu programlar doğayı sansürleyerek, hayvan erdemliliğine dair en yetersiz ipuçlarını umutsuzca abartarak vurgular ve insanoğlunun her nasılsa sapkınca bir zalimliğe yol açtığını ileri sürerler.” Matt Ridley, Erdemin Kökenleri sf:265-266
Evrim teorisi, tam da Karl Marx’ın, Darwin’in kitabını okuduktan sonra Engels’e yazdığı mektubunda dediği gibi sanki İngiliz kapitalizminin doğaya uyarlanmasıdır. Darwin’in hayatını konu alan ve ABD’de yasaklanan John Amiel’in Creation-Yaratılış filmi, Cambridge üniversitesinde “din bilim” eğitimi almış Darwin’in doğanın acımasız gerçekliği karşısında dini inançları arasında kalışını ve bu gerçeklik karşısında çektiği ızdırabı çok güzel anlatır.
PEKİ YA İLKEL KOMÜNAL TOPLUMUN O EŞİTLİKÇİ İNSANLARI?
Arkeolojik buluntular iddia edilenin aksine bize farklı bir gerçeklik resmi sunar. 11.500 yıl önce insanların Kuzey Amerika’ya ilk defa ayak basmaları ile aynı dönemde büyük memeli türlerin %73’ünün soylarının hızla tükenmesi büyük bir tesadüftür! 8000 yıl önce Güney Amerika’da ki büyük memeli türlerinin %80’ni de yok olmuştu. Çevreciler bunlara iklim değişikliği yüzünden gibi yanıtlar verse de ilk insanların gelmesiyle memelilerin hayvan soylarının tükenmesinin tamamen aynı zamana rastlaması türümüzü töhmet altında bırakmaktadır. Ayrıca arkeologlar buna ilişkin somut kanıtlarda bulmuşlardır. Günümüzden 13.000 ila 13.500 yıl önce Asya’dan Amerika kıtasına göç eden Clovis insanlarının mızrak uçları kemiklerine gömülü halde katledilmiş hayvan iskeletleri bulunmuştur. Gayet normal değil mi, ilk insanlar nasıl besleneceklerdi? Fakat buluntular bize bunun beslenmeyi çok aştığını, açık bir israf ya da yok etme olduğunu göstermektedir.
“İnsan türünün işlediği suç şüphe götürmez. Örneğin Madagaskar’ı ele alın. İnsanların İ.Ö. 500 yılında adada koloni kurmalarından itibaren birkaç yüzyıl içerisinde en az on yedi lemur türü (biri goril büyüklüğünde olmak üzere, on kilodan daha ağır olan ve gündüzleri ortaya çıkan türlerin tümü) ve olağanüstü fil kuşları –ki en büyüğü 450 kg ağırlığındaydı- yok oldu. Bu, Pasifik’in dört bir yanında Polinezyalılar ve hepsinden çarpıcısı, sadece 600 yıl önce Yeni Zellanda’da, dev Mua kuşlarının 12 türünü birden (en büyüğü çeyrek ton ağırlığındaydı) yiyip bitirerek ardından çaresizce yamyamlığa başvuran Maoriler tarafından tekrarlanan bir süreçti. Moaların katledildiği Otago yakınlarındaki yerlerde en az 30 bin kuş kısa bir süre içerisinde öldürüldü – ve sadece en iyi kısımları olan butları alınan hayvanların etinin ortalama olarak yüzde otuzu çürümeye terk edildi. Et öylesine boldu ki, içinde hala kızarmış butların durduğu fırınların kapakları açılmamıştı bile. Sözkonusu salt Moalar değildi. Tüm Yenizellanda’ya özgü kara kuşlarının yarısının soyu tükenmiştir.”Aynı sf.270
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Sosyalistlerin bir türlü kavrayamaya yanaşmadıkları gerçek şudur: Açgözlülük, kapitalizm ve teknoloji ile birlikte daha dün icat edilmedi. Sorun çok daha derinde, bizzat evrim mekanizmasının işleyişinde yatıyor gibi görünmektedir. Ancak bazı marksistler gözlerini gerçeğe kapamakta ısrarcıdır. Mesela “Halkların Dünya Tarihi”nin yazarı Marksist tarihçi Chris Harman açgözlülük ve zorbalığın insan davranışının hiç de doğal bir özelliği olmadığını öne sürer. İnsanlık, doğaya olmasa bile en azından kendi türüne eşit ve adil davrandığı bir dönem yaşamıştır çünkü. Harman, Antropolog Richard Lee’den şu alıntıyı yapar:
“Devletin ortaya çıkışı ve toplumsal eşitsizliğin yerleşmesinden önce, insanlar binlerce yıl boyunca küçük çaplı, akrabalık temelli toplumsal gruplarda yaşıyorlardı ve bunların ekonomik hayatındaki temel kurumlar, toprak ve kaynakların kolektif ya da ortak mülkiyetini içeriyor; yiyeceklerin dağıtımında genelleştirilmiş bir karşılıklılık uygulanıyor ve görece eşitlikçi siyasal ilişkiler kuruluyordu.” Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi sf: 17
Peki bu nasıl mümkün olabildi? Harman ve Lee aslında ağzından kaçırıyor: Küçük çaplı gruplar. Yüz elli kişi der Jared Diamond. Bir avcı toplayıcı grubun eşit ve adil bir düzeni sürdürebilmesinin sınırı maksimum yüzelli kişidir. Sayı yüz elliyi aşarsa sistem bozulur. Bu durumda fazla insanlar gruptan ayrılır ve yeni komünler kurar. Ayrıca bu topluluklarda hasta ve zayıf bebekler öldürülmekte, yaşlılar komün dışına atılmaktadır. Bu, bugünkü 7 milyar insana uygulayabileceğimiz bir modele pek benzememektedir.
Öte yandan doğaya bu “naif” bakışın korkunç sonuçları olmuştur. Komünist Çin’de merkezi hükümet Ukraynalı sahte “bilim” adamı Lisenko’nun görüşlerinden hareketle ziraat tekniklerinde önemli değişikliklere gitmişti. “Bu fikirlerden biri fide yoğunluğunun önce üç katına, ardından tekrar iki katına çıkarıldığı yakın ekimdi. Sınıf dayanışmasını doğaya uyarlayan teoriye göre, aynı türden bitkiler birbirleriyle rekabet etmek yerine birbirine yardımcı olacaktı. Oysa pratikte rekabet ettiler ve bu durum büyümelerini engelleyip verimi düşürdü. Sonucunda çok büyük bir açlık yaşandı ve Çin’de 1958 ile 1961 arasında erken yaşta ölenlerin sayısı 36 milyona ulaşmıştı.” Zizek, Lenin 2017, sf:14-15
Bu durumun temel sebeplerinden biri özellikle sosyalist ülkelerde diyalektik materyalizmin “kötüye” kullanımıdır. Doğu Alman siyasetçi ve bilim adamı Robert Havemann, 1962 yılında verdiği bir dizi konferansta diyalektik materyalist felsefenin bu gibi konularda bilimsel karar verilmeden önce başvurulacak bir mahkeme olmadığının altını çizer. Bilimin, felsefenin saptamalarını doğrulamak, felsefenin de bilimdeki karışıklık ve yanılgıların ideolojik gözetimini yapmak gibi bir görevi yoktur. Mesela eğer bugün bilim, Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nde ortaya attığı düşüncüleri yanlışlıyorsa burada düzeltilmesi gereken bilim değil, Engels’tir. Kaldı ki bunun materyalist diyalektikle de bir ilgisi yoktur. Engels çağının bilgisi temelinde bazı önermelerde bulunmuştu ve bugün bunların bir kısmını bilim yalanlamıştır. Konunun bu kadar altını çizmemizin nedeni Sovyetler Birliği’nde ve Çin Kültür Devrim’i sırasında komünist felsefecilerin kendi diyalektik materyalist anlayışlarına dayanarak görelilik kuramından parçacık mekaniğine, evrenbilimden genetiğe kadar doğa bilimlerinde ortaya çıkan pek çok yeni teorik sistem ve görüşleri mahkum etmeleridir. (Bu konuda ibretlik bir çalışma için bkz: İdealizme Karşı Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, Evrensel Basım Yayın)
Genetikçi Steve Jones’a göre de canlılar eğer toplumsallığa meyletmişlerse bu doğalarının bencil olmadığından değil, toplumsallık kişisel çıkarlarına daha uygun olduğundandır. Nitekim Harmann’ın düştüğü tuzağa Terry Eagleton düşmez. “Marx Neden Haklıydı?” kitabında meseleyi aynı Jones gibi ele alır. Eagleton’da insan doğasının bencilliğinden zerre şüphe duymaz. Zaten ona göre Komünist Ütopya insanın bencil doğasına en uygun sistem olduğu için bir gün gerçekleşecektir:
“ (…) bireye tutkuyla bağlılığıyla sosyalizm basitçe liberal toplumu reddetmez. Bunun yerine, onun üstüne inşa eder ve onu tamamlar. Bunu yaparak sizin özgürlüğünüzün, benimkinin pahasına gelişebildiği liberal toplumun bazı çelişkilerinin nasıl çözülebileceğini gösterir. Yalnızca başkalarının aracılığıyla en sonunda kendimizinkine ulaşabiliriz. Bu, bireysel özgürlüklerin azaltılması değil, zenginleştirilmesi anlamına gelir. Bundan daha güzel bir ahlak sistemi düşünmek zordur.” Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı? Sf: 104
Şu ana kadar göstermeye çalıştığım şey Ütopya’nın gerçekleşmesinde öngörümüzün çok ötesinde engeller olduğudur. Gerçekte kör-topal olan insanoğlu, kendisini bir atmaca gibi keskin gözlü, bir leopar gibi koşucu sanmaktadır. Duvara tosladığında ya da uçurumdan düştüğünde Ütopya Distopya’ya dönüşür…
ÜTOPYAYA EVRİMCİ BAKIŞ
Öte yandan mesele gerçektende Eagleton’ın dediği gibi en çok çıkarımıza olan şey toplumsallaşmaysa bunu neden bir türlü başaramıyoruz ve her seferinde neden kapitalizm kazanıyor? Evrimciler, antropologlardan ve sosyologlardan farklı olarak insanı doğanın diğer canlılarından koparmazlar ve onlara göre kopuş değil, süreklilik vardır. Her ne kadar bizim Ütopyamızı temsil etmese ve bize çok mekanik ve ruhsuz gelse de hareket noktası olarak doğada mükemmel toplumsallaşmayı başaran tek canlının böcekler olduğunu görürüz (arılar ve karıncalar da bu sınıfa dahil) ama tüm böcekler değil. Baktığımızda 4.5 milyar yıllık evrim süresinde böylesine yüksek bir örgütlenmeyi yalnızca 15 böcek türü başarmıştır. Bu böceklerin işbirliği çizgisini yalnızca 15 kez aştığı anlamına gelir. Bu bize meselenin aslında ne kadar zor birşey olduğunu başka bir yönden gösterir. Ama bir kez bu aşama geçildi mi işte o zaman size ölüm yoktur. Çünkü bu 15 tür tüm toplam böcek biyokitlesinin yarısından fazlasını oluşturmaktadır. Peki bu nasıl oluyor?
Bu 15 böcek türü işbirliği çizgisini geçtikten sonra tekrar tekrar bölünür ta ki binlerce sosyal böceği ortaya çıkarana kadar. Biyoloji Profesörü David Sloan Wilson, “Herkes İçin Evrim, Darwin’in Teorisi Hayata Bakış Açımızı Nasıl Değiştirir” adlı kitabında şöyle devam eder:
“Bizse işbirliği çizgisini geçtikten sonra, tek bir tür olarak varlığımızı sürdürürken dünya çapında bir ekolojik hakimiyet kurduk. Bunun nedeni, bizim çeşitlenişimizin genetik değil, kültürel oluşudur. Binlerce insan kültürü vardır, tıpkı binlerce sosyal böcek türü gibi, ama bu kültürler dünyanın her yerinde aşağı yukarı aynı olan bir genetik mimarinin eseridir.” Sf:224
Huxley “Cesur Yeni Dünya” adlı kitabında benzer bir örgütlenme düzenini insanlığa öneriyordu. Ancak bu örgütlenme modeline mükemmel işleyen bir makine gibi olsa da adil diyemeyeceğimiz ortadaydı çünkü tüm bu sosyal böcekler bir kast sistemine göre, bir tür askeri modele göre örgütlenmişti ve düzenin bekası için kendilerini feda etmekten kaçınmazdı.
Sosyobiyolojinin kurucusu Ed Wilson “Tam Sosyallik: Kökeni ve Sonuçları” adlı makalesini şöyle bitirir:
“İlk Homo türünü ender görülürlük ve alışılmamış ön adaptasyonlar karakterize ediyordu ve bu özellikler, karıncalarla termitlerin ilerleme sürecinde olduğu gibi, Homo sapiens’in o muhteşem ekolojik başarısı ve kendisiyle rekabet edebilecek formları önceden bertaraf eden önleyici dışlama yeteneğiyle sonuçlandı.” sf:224
İnsanoğlu Afrika’dan ve oranın koşullarına uyum sağlayan bir organizmadan tüm dünyaya yayıldı ve hangi coğrafyaya giderse gitsin tüm olumsuz koşullara uyum sağlamayı başardı. Ekolojik anlamda 50-60 bin yıl içinde yüzlerce farklı türe eş değer hale geldik, oysa genetik evrimle gerçekleşecek benzer bir adaptif yayılma milyonlarca yıl alırdı…
Öte yandan tüm türlerin birbiri arasındaki savaşa benzer bir savaşı da biz kendi aramızda yapıyoruz. Hatta aynı coğrafya’da aynı dili konuşanlar hatta aynı şehirde, aynı mahallede yaşayanlar arasında bile bu sürüyor. Olanaklarımız olağanüstü ama bizi binlerce yıl hayatta tutan içgüdülerimizde hâlâ capcanlı ve ayakta.
Eğer insanlığın hala eşit ve adil bir toplum projesi varsa bunu tamamen zorunluluktan dolayı başarmış olan küçük avcı toplayıcı gruplardan yola çıkmamız gerektiğini düşünüyor Wilson. Küçük avcı-toplayıcı gruplarda üç kağıda kaçamazsınız. Kaçarsanız anında cezalandırılır, dışlanırsanız ve dışarıda uzun yaşama şansınız pek olmaz. İnsanların “bencil” genlerine rağmen “bencil” davranamadıkları bir topluluktur orası; ancak topluluklar büyüdükçe üç kağıtçı davranma şansı artar.
İyi-kötü insan yoktur, iyi kötü insan davranışı vardır der Wilson ancak sonra ekler: “kötü” davranma varyasyonu iyiye nazaran her zaman çok daha fazladır. İyi, toplumun lehine bireyin kendinden fedakarlık etmesiyse bu yüksek bir örgütlenme ve bilinç düzeyi gerektiren bir durumdur.
Bu gerçekler görülmeden yola çıkmak, hayaletlerle, yel değirmenleriyle savaşmaktır…
1996 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdi. Rusya ve Kazakistan’da inşaat firmalarında tercüman olarak çalıştı. Ülkeye döndükten sonra Akdeniz Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisansı yaptı. Rusça Profesyonel Turist rehberi oldu. Turizm krize girdiği zamanlar Rusça’dan çeviriler yaptı. Çevirdiği kitaplar: Fransız Devriminde Kadınlar, Kor Kitap, Jurbinler, Yordam edebiyat, Böyle Dedi Kaganoviç, Verba. Koçetov’un Yerşov Kardeşler romanını e-kitap olarak yayınladı.