
Kenan Göçer “Yunus Emre Aslında Ne Dedi” kitabında, konformist sufilik ile gezgin dervişlik arasındaki Melâmilik hattının bir uç melâmisi olan Yunus’un, miskinliği yeni baştan tanımlayarak yaşadığını söylüyor. Burada miskinlik “bir arzulamama durumu ya da arzunun ortadan kaldırılması” manasında ele alınırken; arzulamama, bilgeliği de ifade ettiği için Yunus’ta “miskin” bilgeliğe karşılık geliyor. Yunus’un “varlığa sevinmemek ile yokluğa üzülmemek arasında durabilmesi” sakin ve sükunet içinde olmasını böylelikle de dünyevi hiçbir değişikliğin onu sarsmamasını sağlıyor. Zaten Arapça bir kelime olan miskin “oturmak” anlamındaki “SeKeNe fiilinden geliyor. Türkçe’de de sessiz durana sakin veya miskin deniliyor ve bunu “gel-git veya in-çıkları olmayan, düzlemde düz devam eden bir duygu durumu”na benzetiyor Kenan Göçer.
Ancak O’nu pasifizmden ve bugünkü anladığımız anlamda tembel miskinden ayıran şeyin, propaganda yapmadan ve bir dava gütmeden hal ve sözleriyle insanlarla konuşması olduğunu ekliyor. Yani, miskin mesleklidir ama biriktirmeye varmayan bir mesleki hayattır söz konusu olan. Miskinliğin pasifistlikten ziyade “tüm fazlalıkları (arzu, artık, birikim) dağıtıcı ve meslekli bir ortacılık” olduğu sonucuna varan Göçer, Yunus’un kendisi için kullandığı miskin tâbirini “kişiye yük gibi gelen bağlarından çözülerek” aşkın gerçekliğe ulaşabilmek için gerekli olan”yeğnilik” olarak değerlendiriyor. Bu bağlamda miskinlik, geçimini sürdürecek çalışmanın birikime neden olmaya başladığı an kesilmesi ilkesidir ki; buna kanaatkârlık da denebilir. Dolayısıyla, miskinlik Yunus’un birikimi dağıtma yöntemi olarak okunabilir.
“Kenan Göçer’in Anadolu tasavvuf tarihine, özellikle de Yunus’a, düşünsel bir deney olarak Kojin Karatani’den esinlenerek geliştirip uyguladığı üç hatlı yaklaşım, konuya tasavvufi meşreplerin iktisadi konumlanmalarının ne olabileceği hakkında beklenmedik bir açıdan ışık tutuyor. Kanımca bu, verimli ve zihin açıcı bir deney. Hem Yunus’un hem de gezgin ya da yerleşik derviş takımlarının ekonomi-politik konumları hakkında düşünmek, elde yeterli veri olmadığı dönemlerde bile metinleri aklımızdaki sorulara cevap verecek şekilde “konuşturabilmemiz” için bize yeni ufuklar açıyor.”
Bu kitabı okuduktan sonra Reşat Nuri’nin “Miskinler Tekkesi” romanını tekrar okumak ve roman hakkında yazılmış eleştirilere bakmak istedim. Öncelikle, Tanpınar, Reşat Nuri için “O, Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesiydi” diyor. Çok bilinen romanı Çalıkuşu’nu okuyanlar için bu cümle anlamlı gelebilir ama bana göre bu cümle gerçek anlamını “Miskinler Tekkesi” romanı ile buluyor. İlk baskısı 1946 yılında yapılan ve tarihi bir perspektifle yazılmış, bir bakıma simgelerle örülü Miskinler Tekkesi romanı Fethi Naci’ye göre Reşat Nuri’nin en başarılı romanı. II. Mahmud döneminden Cumhuriyete dilenciler topluluğunu anlatır görünen bu romanın aslında çalışma düşmanı, üretimsiz, cansız topluma bir itiraz olarak görülebileceğini yazıyor Selim İleri.
Romanın konusu II.Abdülhamid zamanında yetişen ve içinden mollalar, kazaskerler, kaptan-ı deryalar çıkarmış önemli bir aileden gelen koca kafalı miskin bir çocuğun çalkantılı bir dönemdeki yaşantısıdır. Türk romanlarında sık görülen çöküntü durumundaki bir “soylu” konağında başlayan roman daha sonra Türk romanında az görülür bir mesleği ve o mesleği yapan insanların yaşamını anlatır. Bu meslek “dilencilik”tir. Tanpınar, “ancak büyük İngiliz romancılarında görülen bir sinizm ile başlayan ve hatta bunun içtimai felsefesini bile yapan bu romanın ortalarına doğru üslubunun değiştiğini belirttikten sonra “bana göre asıl Reşat Nuri, realizmde ve onun öbür yüzü olan sevgi ve şefkatte aranmalıdır” der.
Kanımca bu romanın realistliği, roman kahramanının yaşamını anlatırken bir toplumsal tarihi anlatabilme başarısı ile ilgiliyken, sevgi-şefkat vurgusu ise kahramanın eski bir konak hizmetçisi olan Afrikalı Mesule Bacı ve evlatlık edindiği İsmail arasındaki insani ilişkilerle ilgilidir.
II.Abdülhamid zamanında yetişen ve adını kitap boyunca öğrenemeyeceğimiz roman kahramanının dedesi Kocabaş Kazasker, “Sultan Mahmud’un önünde kalan ekmek kırıntılarını yüzüne gözüne sürerek toplar, sırf bu iş için yaptırılmış bir sedef kutuya koyarak dualar, senalarla el üstünde konağa getirirmiş” (s.10). Bu cümleyle kahraman sonradan yapacağı dilencilik mesleğini toplumsal bir kökene dayandırır. İsimsiz roman kahramanıyla birlikte, Meşrutiyeti, 31 Mart’ı, Balkan Savaşlarını, Birinci Dünya savaşını, Yunan işgalindeki İzmir’i ve Cumhuriyetin ilk yıllarını yaşarız. Başka bir ifadeyle, kahramanın gerçek yaşamını öğrenirken memleketin yaşadığı siyasal toplumsal çalkantıları, değişimleri de görmüş oluruz.
“Miskinler Tekkesi’; Turkiye’deki dilencilerin dunyasini ve cahil hocalari basariyla tasvir eder. Guntekin’in en dikkate deger eserlerinden biridir. Padisah II. Mahmut donemi ileri gelenlerinden olup padisaha yakinligiyla taninan Kocabas Kazasker Semsettin Molla’nin torununun hayati uzerine kurulmus bir kitaptir. Padisahin ekmek kirintilarinin kat kat islemeli bohca ve sedef kutularda saklandigi bir ortamda, padisah dilencisi bir dedenin torunu olan ve hem Mesrutiyet hem Cumhuriyet donemlerinde yasayan roman kahramani, bir cesit soyacekimle, dilenciligi meslek edinir”
Daha çocukluğunda, konakta yaşarken bile tembel ve miskin olan kahramanımızın doğuştan dilenciliğe bir eğilimi vardır: “Yalvarmasını amma usul ve adabına göre yalvarmasını bilen insan için açılmayacak kapı, erilmeyecek mertebe yoktur” (s.6) diyerek sadakanın mayasında olduğunu söyler. Toplumsal koşullardaki değişmeler (sürgün, savaş, kıtlık vb) bu potansiyeli zorlayınca İzmir’e gelir ve Kadifekale eteklerindeki Tamaşalık semtine yerleşerek gerçek bir dilenci haline gelir. Romanın ilk iki bölümünde sürüp giden “sinik” üslubuyla dilenciliğin toplumsal gerekçesini açıkladıktan sonra, mesleğin “kutsi sırrı” üzerine söyledikleri, eski dilencilerle yenileri arasında yaptığı kıyas gibi unsurlar, sinizmle toplumsal yerginin büyük bir uyumla birleştiği bölümlerdir. Bu bölümler Reşat Nuri’nin dilenciler dünyası üzerine, dilencilik mesleği üzerine geniş bilgisini göstermesi açısında da ilginçtir.
Örneğin, meslek sırlarından birisi, insanların sevinç ve keder anlarınaki sadaka verme cömertliğiyle ilgilidir.
“Bunu tecrübelerimle söylüyorum: Çok kere bir nikah, düğün ve eğlence yerinde aldığım para, hastanede mezarlıkta aldığımı kat kat aşmıştır (s.139).
Haliyle bu mesleğin ölü mevsimi de insanların “rasyonelliğini” koruduğu zamanlardır: “Bizim için korkulacak şey, hakiki ölü mevsim, kalblerin bir makine intizamıyla işlediği sükunet ve muvazene zamanlarıdır. Keder veya sevincin o kadar birbirinden farkı yoktur. Ehemmiyetli olan şey, o korkunç muvazenenin bozulması, terazinin şaşkın hareketlerle sağa yahut sola aksamaya başlamasıdır.” (s.142)
İnsanlarda muvazenenin aksadığı yerlere örnek olarak mezarlıklar, hastaneler, devlet daireleri ve bit pazarları gösterir ve bunun gerekçeleriyle açıklar kahramanımız.
Asıl, Tamaşalık isimli mahalleyi anlatırken gerçekçiliğin çok başarılı bir örneğini verir Reşat Nuri. Bu mahalle, dilencilerin yaşadığı bir tür “Miskinler Tekkesi” dir. Konaklardan kovulmuş ya da kaçmış Afrikalı köleleri barındıran ve bir dilencilik yuvasına dönmüş bu mahallede “dana bayramı” diye hala putperestliği anımsatan ayinler yapılır. Taner Timur, “eğer bu sahneler bir hayal ürünü değil de yazarın gerçek bir gözlemine dayanıyorsa son döneminde bile Osmanlı toplumunun ne kadar zengin bir sosyal laboratuvar olduğunu bize gösterir” derken ne kadar da haklıdır.
Gelelim romanın adına. Romanın adını aldığı Miskinler Tekkesi, gerçekte de vardır ancak dilenciler için değil cüzzam hastaları için yaptırılmıştır. Üsküdar’da Karaca Ahmet Mezarlığı’nda Yavuz Sultan Selim tarafından 1514’te yaptırılan Miskinler Tekkesi, hem sağlıklı kişileri bu hastalıktan korumak hem de toplum içinde yaşama şansı olmayan cüzzamlıları barındırmak amacını taşır. O dönemde cüzzamlılara herhangi bir tedavi uygulanamadığı için, halktan tecrit edilerek mümkün olduğunca rahat bir şekilde yaşamaları sağlanırmış. 1810 yılında II. Mahmud devrinde onarım gören ve genişletilen tekkenin adı, sözlükte “âciz, zavallı, yoksul; tepkisiz, hareketsiz” anlamlarına gelen miskîn sıfatının, cüzzamlıların niteliklerine uygun olmasından kaynaklanıyor. Bu tecrit mekânlarına tekke denilmesinin sebebi ise genellikle bir tarikat pîrinin türbesi yanında bulunan ve insanların müstakil bir grup halinde yaşamalarına elverişli olan tekkelere benzetilmesi. Cüzzamlıların topluma karışmayarak tekke sakinleri gibi münzevi bir ömür sürmeleri ve halkın tekke dervişlerine yardım ettiği bilindiğinden “Miskinler Tekkesi” adı cüzzamlılara sadaka verilmesine vesile olurmuş.
Tıpkı gerçek hayattaki tekkelerde olduğu gibi, Tamaşalık semtini de bir şeyh denetler ve istemediği yabancıları oraya sokmaz. Bu semti kullanarak Reşat Nuri, dilenciliğin belli sosyoekonomik koşullardan kaynaklanan bir “meslek” olduğunun altını çizer. Ayrıca dilenciliğin bir sosyal olgu olarak toplumun evrimine ayak uydurarak üretim ilişkilerindeki değişmelere göre yeni biçimler aldığını çok güzel anlatır. Örneğin, eski dilencilikle yenisi arasındaki farkın anlatıldığı şu cümleler gibi:
“Eskiler ile yeniler arasındaki bir fark da şimdikilerin yeni maliye usullerini öğrenmiş olmalarıydı. Parayı hırka dikişlerine dikmek yahut kavanozla toprağa gömmek gibi eskilikler kalkmıştı. Şimdi onlar çekinmeden bankalara girip çıkıyorlar, Defterdarlık satışlarını takip ederek ucuz emlak satın alıyorlardı (s.119).
Romanın başlarında, “tembel”, “uyuşuk” anlamında kullanılan miskin, daha sonra “cüzzamlı” anlamıyla çıkar karşımıza. Örneğin kahramanımız, bir gün arkadaşı Talat’a kendisinin dilencilik yaptığını söyler. Talat bunu duyduğunda çok şaşırır, sanki arkadaşı cüzamlıymış gibi davranır ve ondan uzaklaşır. Bunun üzerine koca başlı kahramanımız, arkadaşı Talat’ın bu tavırları karşısında, kendisini yine bir cüzamlı olarak görür. Konakta yaşayanların saraydan gelen ihsanlar karşısındaki dualarını, Miskinler Tekkesi’ndeki cüzzamlıların oraya getirilen sadakalar karşısındaki yaptıkları dualara da benzetmekten geri kalmaz:
“Benim yetiştiğim İkinci Abdülhamid zamanlarında bile ara sıra saraydan (adına resmen Sadakai Şahane denen) elli altınlık, yüz altınlık ihsanlar gelir ve Karacaahmed’in meşhur Miskinler Tekkesinde gibi bütün aile büyük sofada toplanarak ‘âmin âmin’ çağırırdı”.(s. 10)
Bunların dışında miskin kelimesinin bir de tasavvuftaki anlamı vardır: “Allah karşısında aczini, yokluğunu bilen gönül eri, gerçek zenginin Allah olduğunu ve kendisinin O’na karşı mutlak ihtiyaç içinde bulunduğunu bilen derviş kul, fakir”. Ya da “varlık duygusundan sıyrılan, varlığı yokluğa çeviren, kendisinde hiçbir varlık görmeyen kişi”. Reşat Nuri, romanda miskin kelimesinin çağrıştırdığı tüm anlamları içeriksel düzlemle ustaca bağdaştırır. Miskinler Tekkesi’nin miskin kahramanı, yeri geldiğinde tembel, uyuşuk olur, yeri geldiğinde bir cüzzamlıdır, dilencidir veya bir derviş olur.
Ancak bu farklı anlam çağrışımlarından en mühimi sonuncusudur. “Canının kıymetini bilen ve yalvararak her işini yaptıran” bu adam, meslek olarak dilenciliği seçtikten sonra, kazandığı paralarını bir tasavvuf ehli gibi çevresindekilerle paylaşmaktan geri kalmaz. Eski bir Afrikalı köle olan Mesule Bacı’nın geçimini sağlar; yanına aldığı İsmail’in tüm ihtiyaçlarını karşılar, onu okutur. Hatta arkadaşı Talat’a borç para verdiği gibi ev almasına da yardım ederken, Talat’a verdiği borçları “uzun vadeli bir devlet istikrazı” na benzetir (s.158).
Miskin kelimesinin tasavvufî anlamını içeren özellikler gösterirken kendisinin de normal dilencilerden farklı olduğunu, çevresindeki insanlara benzemediğini açıkça belirten ifadelerle “dilenci derviş” kılığına bürünür. Derviş dilenci, diğer dilencilerden farklı olduğunu, sadakaları, el açmadan, yalvarıp yakarmadan almasıyla gösterir. O kendini Allah yoluna adamış bir fakir gibi sükûtu seçer, ısrarla sadaka istemez; sadakanın ona gelmesini bekler.
Konakta yetişmiş ve iyi bir eğitim görmüş kahramanımız sıradan bir dilenci olamaz ve bunu ince bir hayat felsefesiyle uzlaştırır. Bu felsefeyi tasavvuftan- Mevlevilik- alır. “Ara sıra mezatlardan, ölü terekelerinden yok pahasına aldığı kitaplar” arasında en çok sevdiği “kalın bir Mesnevi şerhi” dir. Bu kitapta onu çeken şey “dünya nimetlerine karşı yüksek istiğna” dır. Romanın ilerleyen sayfalarında kullandığı kaplumbağa metaforu da içinde yatan sufiyi anlatmak içindir;
“ Evet, kaplumbağa uykuda, fakat onun ağır ve sakat kabuğu içine hapsedilmiş kuş uyanık. (s.144)”
Evliya kisvesine bürünerek dilenciliğini meşrulaştıran kahramanımız, evlatlığı büyüyüp de babasının yaptığı işten utanmaya başlayınca dilenciliğini sorgulamaya başlayacak ve incir depolama fabrikasında bulduğu işte ancak üç gün çalışabilecektir. Tamaşalık’ın sefil ortamında hayatına dahil olan bu çocuk okumaya meraklı, çalışkan ve azimlidir. Dilencilik yaptığı için babasını hor görür ve bir dilencinin parasıyla okuduğu için utanç duyar. Hatta bu yüzden çok çalışarak parasız devlet talebesi olur.
İşte kahramanın Mesnevi aşkı da akıllı İsmail’i kendisine çekme hayaliyle ilgilidir. Evlat tarafından onaylanmama duygusunun verdiği rahatsızlığı ve “fikir fukaralığını” Mesnevi ile gidermeye çalışır. Garip olanı İsmail de bu kitabı sever ve bazı geceler babasından ona bu kitaptan bölümler okumasını ister. Kahramanımızın, bu akıllı çocuğun yanında duyumsadığı cehalet hissini, “Okuyacağım yer ona kendimi beğendirmek için, imtihana girecek bir çocuk gibi tekrar tekrar okuduğum bir yerdir. (s.176)” cümlesinden anlarız.
Sonunda İsmail, Avrupa’da parlak bir mimarlık eğitimi alır, üne kavuşur ve babasının evine dönerek ona minnetini dile getirir. Babasının onu hiçbir şey için “yalvartmadan” büyüttüğünü söyler ve ekler:
“Benim babamı hor gördüğüm zamanlar oldu, fakat mevki, şeref, para, itibarı ile hiçbir eksiği olmayan birçok kibar insanların, hatta büyük insanların ufak bir geçim sıkıntısına düştükleri, kendilerinden olandan daha fazlasına göz diktikleri, başkalarının otomobilini, mevkiini kıskandıkları zaman gözlerini belerterek ‘açız!’ diye ağladıklarını gördükten sonra…” (s. 208).
Böylece İsmail de babasının dilenmesini, mevki peşinde koşarak yapılan modern dilenciliğe tercih eder. Babası dürüsttür, başkasının malına göz dikmemiştir, el-etek öpüp el açmamıştır. Ne yaptığı bellidir.
Kenan Göçer’in kitabında betimlediği Yunus’un miskinliğiyle Reşat Nuri’nin kahramanının miskinliği elbette aynı değil ancak aralarında bir paralellik kurmak mümkün. İkisi de meslekli, ikisi de birikime karşı ve daha önemlisi dertleri “gönül yapmak”la.
Roman kahramanının saatlerce karşısına geçip seyrettiği duvara asılı levhada;
“Dil bedest aver ki…” dizesi yazılıdır.

1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat anabilim dalında tamamladıktan sonra, 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu doktora teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktora diplomasını almaya hak kazandı. 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” girişimi ve 2019 yılında hazırladığı “İktisatçı” belgeseliyle iktisat ve sanatı bir araya getirme çabasını halen sürdürmektedir. Politik iktisat, iktisadi düşünce, edebiyat ve dayanışma ekonomisi çalışan Boz, Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.
Kaynaklar:
Reşat Nuri Güntekin, Miskinler Tekkesi, İnkılap Kitabevi, 16. Basım
Kenan Göçer (2021), Yunus Emre Aslında Ne dedi?, Lejand Yayınları, 2021
Fethi Naci, (1990), 100 Soruda Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı
Taner Timur, (2000) Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge, 2. Baskı
Selim İleri, (2001 ), Türk Romanından Altın Sayfalar, Doğan Kitap, 2. Baskı
Zeliha Yıldırım, (2017), Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi Romanında Yapı https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/386356