Plastik kahve fincanlarımızdan vazgeçmek gibi ‘mikro tüketici saçmalıklarına’ odaklanmak yerine, zenginlik peşinde koşmaya meydan okumalı ve yukarıda değil aşağıda eşitlenmeliyiz.
George Monbiot
İnsanlar hakkında tüm kanıtlara meydan okuyan bir mit vardır. Bu mit, hayatta kalmayı her zaman ilk sıraya koyduğumuzdur. Bu diğer türler için de geçerlidir. Kış gibi yaklaşmakta olan bir tehditle karşı karşıya kaldıklarında, ondan kaçınmak veya buna karşı koymak için göç etmek veya kış uykusuna yatmak gibi büyük çabalar gösterirler. İnsana gelince durum farklıdır.
İklim veya ekolojik bozulma gibi yaklaşmakta olan veya kronik bir tehditle karşı karşıya kaldığımızda, hayatta kalmamızı tehlikeye atmak için elimizden geleni yapıyoruz gibi görünüyor. Kendimizi durumun çok ciddi olmadığına, hatta tehdidin var olmadığına inandırıyoruz. Sıradan arabalarımızı SUV’larla değiştirerek, uzun mesafeli bir uçuşla Kayıtsızlığın ülkesine uçarak, son bir çılgınlık halinde elimizde kalanları tüketerek yıkımı ikiye katlıyoruz. Aklımızın bir köşesinde, “Durum gerçekten bu kadar ciddi olsaydı biri bizi durdururdu” diye fısıldayan bir ses var. Bu sese kulak verdiğimizde, bunu küçük, sembolik, içinde bulunduğumuz çıkmazın ölçeğine bakıldığında komik şekilde yetersiz kalacak şeylerle yaparız. Bildiklerimize verdiğimiz yanıtta, hayatta kalma içgüdümüzün önceliğini görmek imkansızdır.
Bildiklerimiz şunlar. Hayatımızın tamamen karmaşık doğal sistemlere bağlı olduğunu biliyoruz: atmosfer, okyanus akıntıları, toprak, gezegenin yaşam ağları. Karmaşık sistemleri inceleyen insanlar, bunların tutarlı şekillerde davrandıklarını keşfettiler. Sistemin bir bankacılık ağı, ulus devlet, yağmur ormanı veya Antarktika buz sahanlığı olması fark etmez; davranışı belirli matematiksel kurallara uyar. Normal koşullarda, sistem bir denge durumunu koruyarak kendini düzenler. Belli bir noktaya kadar stresi kaldırabilir. Ama sonra aniden değişir. Bir kritik eşikten geçer, ardından genellikle tersine çevrilmesi imkansız olan yeni bir denge durumuna geçer.
İnsan uygarlığı mevcut denge durumlarına bel bağlar. Ancak tüm dünyada önemli sistemler kritik eşiklerine yaklaşıyor gibi görünüyor. Bir sistem çökerse, diğerlerini aşağı çekmesi ve sistemik çevresel çöküş olarak bilinen bir kaosu tetiklemesi muhtemeldir. Daha önceki kitlesel yok oluşlar sırasında olan da buydu.
Bu birçok biçimde gerçekleşebilir; örneğin şöyle: Cerrado olarak bilinen bir savan kuşağı, orta Brezilya’yı kapsar. Bitki örtüsü, derin köklü ağaçların yeraltı suyunu çekmesine ve ardından yaprakları aracılığıyla havaya salmasına bağlı olan çiy oluşumuna bağlıdır. Ancak son birkaç yılda, Cerrado’nun geniş arazileri – çoğunlukla dünyadaki tavukları ve domuzları beslemek için – soya ekmek üzere temizlenmiştir. Ağaçlar kesildikçe hava kurur. Bu, daha küçük bitkilerin ölmesi sonucunda daha az suyun dolaşıma girmesi anlamına gelir. Bazı bilim adamları, küresel ısınmayla birlikte bu kısır döngünün – yakında ve aniden – tüm sistemi çöle çevirebileceği konusunda uyarıyor.
Cerrado, kuzeydeki Amazon havzasına akanlar da dahil olmak üzere Güney Amerika’nın bazı büyük nehirlerinin kaynağıdır. Nehirleri besleyen su azaldıkça, bu durum yağmur ormanlarını etkileyen stresi şiddetlendirebilir. Ölümcül bir temizleme, yakma ve ısınma kombinasyonu tarafından zarar görüyorlar ve zaten olası bir sistemik çöküş tehdidi altındalar. Cerrado ve yağmur ormanları, yağışları dünyaya dağıtan ve küresel dolaşımın yönlendirilmesine yardımcı olan “gökyüzü nehirleri” denen, nemli hava akımları – yani hava ve okyanus akıntılarının hareketini – yaratırlar.
Tropiklerden ısı getiren okyanus akıntısı zayıflıyor. Bu akıntı olmasaydı, İngiltere Sibirya’nınki gibi bir iklime sahip olurdu.
Küresel dolaşım zaten kırılgan görünüyor. Örneğin, tropik bölgelerden kutuplara ısı ileten Atlantik meridyen devinim dolaşımı (AMOC), Arktik buzunun erimesiyle bozulmaktadır ve zayıflamaya başlamıştır. Bu dolaşım olmasa, Birleşik Krallık, Sibirya’nınkine benzer bir iklime sahip olacaktı.
AMOC’nin iki denge durumu vardır: güçlü ve zayıf. Küresel bir çevresel değişim sarmalına neden olan Genç Dryas (12.900 ila 11.700 yıl önce) olarak adlandırılan yıkıcı, bin yıllık bir zayıf durumun ardından neredeyse 12.000 yıldır güçlü durumdadır. Bildiğimiz ve sevdiğimiz her şey AMOC’nin güçlü durumda kalmasına bağlıdır.
Hangi karmaşık sistemin çalışıldığına bakılmaksızın, bir kritik eşik noktasına yaklaşıp yaklaşmadığını anlamanın bir yolu vardır. Çıktıları titreşme göstermeye başlar. Kritik eşiğine ne kadar yaklaşırsa, titreşmeler o kadar şiddetli olur. Bu yıl gördüğümüz şey, Dünya sistemleri bozulmaya başlarken ortaya çıkan büyük bir küresel titreşme. Kuzey Amerika’nın batı sahili üzerindeki ısı kubbeleri; orada, Sibirya’da ve Akdeniz çevresindeki büyük yangınlar; Almanya, Belçika, Çin, Sierra Leone’deki ölümcül seller – bunlar iklimsel mors kodunda yardım çağrısı anlamına gelen işaretlerdir.
Akıllı bir türün, canlı dünyayla ilişkisini kökten değiştirerek bu sinyallere hızlı ve kesin bir şekilde tepki vermesini bekleyebilirsiniz. Ama bizde işler böyle yürümüyor. Muhteşem zekamız, bir zamanlar bizi çok ileri götüren son derece gelişmiş bilincimiz, şimdi bize karşı çalışıyor.
Medya sürdürülebilirlik grubu Albert tarafından yapılan bir analiz, 2020’de Birleşik Krallık TV programlarında “kek” kelimesinin “iklim değişikliği”nden 10 kat daha fazla geçtiğini tespit etti. “Muzlu kek”, “rüzgar gücü” ve “güneş enerjisi”nin toplamından daha fazla kullanıldı.
Medyanın toplum olmadığını ve televizyon kanallarının muzlu kek ve sirklerin tanıtımını yapmakla ilgilendiğini biliyorum. Medyanın iklimden çok pastaya duyulan iştahı yansıtma veya iştah yaratmayı ne kadar ileri götürdüğünü tartışabiliriz. Ancak, kek-iklim oranının, sistemik çevresel çöküşü önleme konusundaki ilerlememizi ölçebileceğimiz diğer tüm yollardan daha belirleyici bir gösterge olduğundan şüpheleniyorum.
Mevcut oran, küresel felaket karşısında inatçı bir ilgisizlik konusundaki kararlılığı yansıtıyor. Dinlediğiniz hemen her radyo kanalında dikkatleri dağıtmak için çılgınca uğraşıldığını duyabilirsiniz. Dünyanın her yerinde orman yangınları şiddetlenirken, seller arabaları sokaklarda sürükler ve ekinler kururken, çoraplarınızı giyerken oturmanın mı yoksa ayakta olmanın mı daha iyi olduğu konusunda bir sohbet, ya da köpeklere özel şarküteri tabakları hakkında bir tartışma duyuyorsunuz. Bu örnekleri uydurmuyorum: bunlara, iklim felaketlerinin yaşandığı günlerde kanallar arasında dolaşırken tesadüfen rastladım. Bir asteroit Dünya’ya doğru yaklaşırken radyoyu açsak, şunu duymamız muhtemeldir: “Öyleyse bugünün sıcak başlığı – kebap yerken başınıza gelen en komik şey nedir?”. Dünyanın sonu böyle gelir, bir patlamayla değil, şakalaşmayla.
Politik haberlerin çoğu dedikodudan ibaret: kim popüler, kim gözden düştü, kim ne dedi. Bunlar, derinde yatanları, kara parayı, yozlaşmayı görmekten kaçınmanın bir yolu.
Eşi benzeri görülmemiş ölçekte bir krizlerle karşı karşıya kalan kafalarımız sürekli gevezeliklerle dolu. Kamusal hayatın önemsizleştirilmesi bir döngü yaratır: başka herhangi bir şey hakkında konuşmak sosyal olarak imkansız hale gelir. Söylediğim sadece yaklaşmakta olan felaketi tartışmamız gerektiği değil. Çene çalmaya karşı değilim. Benim karşı olduğum şey çene çalmaktan başka bir şey yapmamak.
Bu ölümcül ciddiyetsizliğin hakim olduğu tek yer müzik ve eğlence kanalları değil. Çoğu siyasi haber, meclis dedikodularından ibaret: kim popüler, kim gözden düştü, kim kime ne dedi. Bunlar, derinde yatanları yani, kara parayı, yozlaşmayı, gücün demokratik alandan uzaklaştırılmasını, bu haberlerin saplantılarını önemsiz kılan çevresel çöküşün hızlandığını görmekten kaçınmanın bir yolu.
Bunun kasıtlı yapılmadığından eminim. Sistemik çevresel çöküş olasılığıyla karşı karşıya kalan hiç kimsenin kendilerine “Çabuk, konuyu köpeklere özel şarküteri tabaklarına çevirelim” dediğini sanmıyorum. Bunun altında daha derin bir şey var. Bu, bize kendimiz hakkında bilinçli eylemlerimizden daha fazlasını anlatan, bilinçaltı bir refleks. Radyodaki gevezelik, ölmekte olan bir yıldızdan gelen uzak sinyaller gibi geliyor.
Hayatta kalmaları bir nehirdeki suyun yüzey katmanını kırmaya bağlı olan bazı şayak sineği türleri vardır. Dişi katmanı iter – bu kadar küçük ve narin bir yaratık için hiç de azımsanacak bir başarı değil – sonra yumurtalarını nehir yatağına bırakmak için su kolonuna yüzer. Yüzeyi delemezse, yaşam çemberini tamamlayamaz ve soyu da onunla birlikte ölür.
Bu aynı zamanda insanın hikayesidir. Dikkat dağınıklığının camsı yüzeyini delip, altında yatanla uğraşamazsak, çocuklarımızın ya da belki de türümüzün hayatta kalmasını sağlayamayacağız. Ancak yüzey katmanını kırma konusunda yetersiz veya isteksiz görünüyoruz. Bu garip durumu “yüzey gerilimimiz” olarak düşünüyorum. Bu, karşılaştığımız kriz hakkında bildiklerimiz ile onunla aramıza mesafe koymak için kullandığımız ciddiyetsizlik arasındaki gerilimdir.
Biz yaşam destek sistemlerimize sahip çıkmakla uğraştığımızı iddia ederken bile yüzey gerilimi baskındır. Bizi felakete sürükleyen devasa yapısal güçler yerine plastik pipetler ve kahve fincanları gibi küçük sorunlar olan Mikro-tüketici saçmalıkları (MCS) dediğim şeye odaklanıyoruz. Plastik poşetlere takıntılıyız. Bunun yerine bez çanta satın alarak dünyaya bir iyilik yaptığımıza inanıyoruz, ancak bir tahmine göre, organik pamuklu bez çanta üretmenin çevresel etkisi 20.000 plastik poşete eşdeğer.
Zengin insanlar, ikinci bir evleri olduğunu unutup, geri dönüşüm yaptıkları için çevreci olduklarına kendilerini ikna edebilirler.
Kuyruğu kulak temizleme çubuğuna dolanmış bir denizatı görüntüsü karşısında haklı olarak dehşete düşüyoruz, ancak görünüşe göre balıkçılık endüstrisinin tüm deniz ekosistemlerini ortadan kaldırmasıyla ilgilenmiyoruz. Ah vah edip başımızı sallıyoruz ve deniz yaşamını yok etmeye devam ediyoruz.
Soletair Power adlı bir şirket, ofis çalışanlarının soluduğu karbondioksiti yakalayarak “iklim değişikliğiyle mücadele” ettiği iddiasıyla medyada geniş yer buluyor. Ancak karbon emme ünitesi – çevre açısından maliyetli bir çelik ve elektronik kulesi – her sekiz saatte bir sadece 1 kg karbondioksit çekiyor. İnsanlık, çoğunlukla fosil yakıtları yakarak aynı süre içerisinde yaklaşık 32 milyar kg CO2 üretiyor.
Bilinçsiz de olsa mikroskobik çözümlere odaklanmamızın tesadüfi olmadığına inanıyorum. Hepimiz kötü şeyleri silmek için yaptığımız iyi şeyleri kullanma konusunda uzmanız. Zengin insanlar, ikinci bir evleri olduğunu unuturken (yerinden ettikleri aileleri barındırmak için başka bir ev inşa edilmesi gerektiğinden, muhtemelen yaşayan dünyaya yönelik tüm saldırılarının en abartılı olanı) geri dönüştürdükleri için kendilerini çevreciye dönüştüklerine ikna edebilirler. Ve zihnmizin derin, karanlık bir köşesinde, eğer çözümlerimiz bu kadar küçükse, sorunun bu kadar büyük olamayacağına kendimizi inandırıp rahatlattığımızdan şüpheleniyorum.
Küçük şeylerin önemli olmadığını söylemiyorum. Bunların, daha önemli olan şeyleri göz ardı edecek kadar önemli olmaması gerektiğini söylüyorum. Her ufak katkı önemlidir. Ama büyük bir katkı değildir.
Mikro tüketici saçmalığına odaklanmamız kurumsal yapının işine geliyor. Büyük resmi görmemizi engellemeye yönelik kasıtlı çaba, 1953’te Amerika’yı Güzel Tut adlı bir kampanyayla başladı. Kampanya, yeniden kullanılabilir kapları tek kullanımlık plastikle değiştirerek elde edebilecekleri kârla motive olan ambalaj üreticileri tarafından başlatıldı. Her şeyden önce, cam şişelerin iade edilip yeniden kullanılmasında ısrar eden eyalet yasalarını çiğnemek istediler. Amerika’yı Güzel Tut, üreticilerin neden olduğu plastik çöp tsunamisinin suçunu kendi icat ettiği bir terim olan “çöp böcekleri”ne yükledi.
2011 yılında İngiltere’de Keep Britain Tidy (Britanya’yı Düzenli Tut), Imperial Tobacco, McDonald’s ve tatlı üreticisi Wrigley tarafından başlatılan “Yaşadığın Yeri Sev” kampanyası da bana benzer bir rol oynuyor gibiydi. Kampanyanın – sınıflarda güçlü bir şekilde öne çıktığı için – okul çocuklarına Imperial Tobacco’yu duyurmayı sağlamak gibi ek bir avantajı da vardı.
Kurumsal olarak yönlendirilen ve medya tarafından pompalanan çöpe odaklanma, tüm çevresel konulara bakışımızı çarpıtıyor. Örneğin, nehir kirliliğiyle ilgili yakın zamanda yapılan bir kamuoyu araştırması, insanların açık ara çoğunluğunun, en büyük sebep olarak “çöp ve plastik”i gösterdiğini ortaya çıkardı. Gerçekte, su kirliliğinin en büyük kaynağı tarımdır ve bunu kanalizasyon izlemektedir. Çöpler listenin çok altlarında yer alıyor. Plastiğin önemsiz olduğu söylenemez. Sorun şu ki, neredeyse bildiğimiz tek hikaye bu.
2004 yılında, petrol devi BP için çalışan reklam şirketi Ogilvy & Mather, bireysel karbon ayak izini icat ederek bu suçlamanın yönünü değiştirme işini bir adım öteye taşıdı. Bu, kullanışlı bir yenilikti, ancak aynı zamanda siyasi baskıyı fosil yakıt üreticilerinden tüketicilere yönlendirme etkisine de sahipti. Petrol şirketleri bununla da yetinmedi. Gördüğüm en uç örnek, petrol şirketi Shell’in CEO’su Ben van Beurden’in 2019 yılında yaptığı bir konuşmaydı. Bize “mevsimsel yiyecekler yiyin ve daha fazla geri dönüşüm yapın” talimatını veriyor ve ocak ayında bir kutu çilek aldığı için şoförünü herkesin önünde azarlıyordu.
Kurumsal pazarlamanın yönlendirdiği son 50 yılın büyük siyasi geçişi, sorunlarımızı toplu olarak ele almaktan bireysel olarak ele almaya geçiş oldu. Başka bir deyişle, bizi vatandaştan tüketiciye dönüştürdü. Neden bu yola sürüldüğümüzü anlamak zor değil. Vatandaşlar olarak, siyasi değişim talep etmek için bir araya geldiğimizde güçlüyüz. Tüketiciler olarak neredeyse güçsüzüz.
Vasily Grossman, Yaşam ve Yazgı adlı kitabında, Stalin ve Hitler iktidardayken, “bu dönemde ortaya çıkan en şaşırtıcı insan özelliklerinden birinin itaat olduğunu” belirtiyor. İtaat etme içgüdüsünün, hayatta kalma içgüdüsünden daha güçlü olduğunu ekliyor. Sistemik çevresel çöküş kapıdayken bile tek başına hareket etmek, kendimizi tüketici olarak görmek, Mikro Tüketici Saçmalığı’na ve zihin uyuşturan önemsiz şeylere takılıp kalmak itaat biçimleridir. Garip konuları dile getirmenin neden olduğu toplumsal utançtan ve güçlü erke direnmenin içerdiği siyasi sorunlardan ziyade uygarlığın ölümüyle yüzleşmeyi tercih ederiz. İtaat refleksi en büyük kusurumuzdur, insan beynindeki hayatımızı tehdit eden kıvrımdır.
Yüzey gerilimini kırdığımızda karşımıza ne çıkıyor? Derinlerden gelen, karşılaştığımız bu ilk şey karşısında aklımız çıkmalı. Buna büyüme deniyor. Ekonomik büyüme evrensel olarak iyi bir şey olarak müjdeleniyor. Hükümetler başarılarını, bunu sağlama yetenekleriyle ölçüyor. Ama bunun ne anlama geldiğini bir an için düşünün. Diyelim ki IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar tarafından desteklenen, yılda %3 küresel büyüme gibi mütevazı bir hedefe ulaştık. Bu, bugün gördüğünüz tüm ekonomik faaliyetlerin – ve neden olduğu çevresel etkilerin çoğunun – 24 yıl içinde ikiye katlanacağı anlamına gelir; başka bir deyişle, 2045’e kadar. Sonra 2069’a kadar tekrar ikiye katlanır. Sonra 2093’e kadar bir daha katlanır. Harry Potter ve Ölüm Yadigarları‘ndaki Gemino laneti gibi, Lestrange kasasındaki hazineyi, Harry ve arkadaşlarını ölümüne ezene kadar çoğaltır. Küresel ekonomik aktivitenin iki katına, sonra iki katına, sonra gene iki katına çıkmasıyla, bugün önlemeye çalıştığımız tüm krizlerin üstesinden gelmek iki kat daha zor hale geliyor.
Peki dibe vurduk mu? Kesinlikle hayır. Gemino laneti, bahsetmeye pek cesaret edemediğimiz şeyin sonuçlarından yalnızca biridir. Tıpkı bir zamanlar Tanrı’nın adını kullanmanın dine küfür kabul edildiği gibi, kibar toplumda bu kelime bile tabu olarak görünür: Kapitalizm.
Çevresel etkinizin ana nedeni paranızdır. Kendinizi çevreci bir mega tüketici olduğunuza ikna ediyorsunuz, ancak sadece bir mega tüketicisiniz
Çoğu insan, yaşamlarımıza hükmeden sistemi tanımlamakta güçlük çekiyor. Ancak sıkıştırdığınızda, sıkı çalışma ve girişim, satın alma ve satma hakkında bir şeyler mırıldanmaları muhtemeldir. Sistemden çıkarı olanlar, sistemin böyle anlaşılmasını istiyor. Gerçekte, kapitalizmde biriktirilen büyük servetler bu yollarla değil, yağma, tekel ve rant gaspı ve ardından miras yoluyla elde edilir.
Bir tahmine göre, 200 yıl boyunca İngilizler Hindistan’dan mevcut fiyatlarla 45 trilyon dolar sömürdü. Bu parayı, kendi ülkelerinde sanayileşmek ve daha sonra zenginlikleri yağmalanan diğer ulusların sömürgeleştirilmesini finanse etmek için kullandılar.
Yağma sadece coğrafyada değil, aynı zamanda zaman içinde gerçekleşir. Bugün ekonomilerimizin görünür sağlığı, gelecek nesillerin doğal zenginliklerinin ele geçirilmesine bağlıdır. Mikro Tüketici Saçmalığı ve karbon ayak izleriyle dikkatimizi dağıtmaya çalışan petrol şirketleri bunu yapıyor. Gelecekten çalan bu hırsızlıklar ekonomik büyümenin motorudur. Ana akım bir iktisatçı tarafından açıklandığında kulağa çok mantıklı gelen kapitalizm, ekolojik açıdan bir saadet zincirinden başka bir şey değildir.
Bu nehrin yatağı mı? Hayır. Kapitalizm sadece daha büyük bir şeyin peşinden koşmanın bir yoludur. Zenginlik.
Ne kadar çevreci olduğunuzü düşündüğünüz pek önemli değil. Çevresel etkinizin ana nedeni tutumunuz değildir. Neden, sizin tüketim tarzınız değildir. Yaptığınız seçimler değildir. Neden, paranızdır. Fazla paranız varsa, harcarsınız. Kendinizi çevreci bir mega-tüketici olduğunuza ikna edebilirsiniz, gerçekte sadece bir mega-tüketicisinizdir. Bu nedenle, servet sahiplerinin çevresel etkileri, kendilerince ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, herkesinkinden çok daha büyüktür.
1,5C’den fazla küresel ısınmayı önlemek, ortalama emisyonlarımızın kişi başına yılda iki ton karbondioksitten fazla olmaması gerektiği anlamına gelir. Ancak dünya nüfusunun en zengin %1’i ortalama 70 tondan fazla CO2 üretiyor. Bir tahmine göre Bill Gates, başta özel jetlerinde uçmaktan dolayı yaklaşık 7.500 ton CO2 salıyor. Aynı rakamlara göre Roman Abramoviç, büyük ölçüde devasa yatını çalıştırarak neredeyse 34.000 ton üretiyor.
Ultra zenginlerin sahip olduğu birden fazla ev güneş panelleri ile donatılmış olabilir, süper arabaları elektrikli olabilir, özel uçakları biyoyakıtla çalışıyor olabilir, ancak bu ince ayarlar, tüketimlerinin genel etkisi üzerinde çok az fark yaratıyor. Bazı durumlarda, bu etkiyi arttırıyorlar. Bill Gates tarafından tercih edilen biyoyakıtlara geçiş, artık ormanların odun peletleri ve sıvı yakıtlar üretmek için kesilmesi ve biyometan yapmak için toprakların mahvedilmesi nedeniyle, çevre tahribatının en büyük nedenleri arasında yer alıyor.
Altına kimsenin düşmemesi gereken bir yoksulluk sınırı ve üstüne kimsenin çıkmaması gereken bir zenginlik sınırı vardır. Karbon vergilerine değil, servet vergilerine ihtiyacımız var
Ancak aşırı zenginlerin doğrudan etkilerinden daha önemli olan, etkili değişimi engelledikleri siyasi ve kültürel güçtür. Kültürel güçleri hipnotize edici bir peri masalına dayanır. Kapitalizm hepimizi, azıcık uğraşsa milyoner olabilecek kişiler olduğumuza ikna ediyor. Kapitalizme bu yüzden tahammül ediyoruz. Gerçekte, bazı insanlar diğerleri aşırı derecede fakir olduğu için aşırı derecede zengindir: muazzam zenginlik, sömürüye bağlıdır. Ve hepimiz milyoner olsaydık, hiç vakit kaybetmeden gezegeni mahvederdik. Ama bir gün olacağı vaadedilen evrensel zenginlik peri masalı itaat etmemizi güvence altına alıyor.
Zor gerçek şu ki, iklimi ve ekolojik felaketi önlemek için seviyemizi düşürmemiz gerekiyor. Belçikalı filozof Ingrid Robeyns’in ‘sınırlayıcılık’ dediği şeyin peşinden gitmeliyiz. Nasıl altına kimsenin düşmemesi gereken bir yoksulluk sınırı varsa, kimsenin üstüne çıkmaması gereken bir zenginlik sınırı da vardır. İhtiyacımız olan şey karbon vergileri değil, servet vergileridir. ExxonMobil’in karbon vergisinden yana olması bizi şaşırtmamalı. Bu bir çeşit Mikro Tüketici Saçmalığı’dır. Sorumluluğu asıl faillerden herkese aktarırken, çok başlı çevre krizinin yalnızca bir yönünü ele alır. Bu yaklaşım düşük gelirlilere çok daha fazla vergi yükü getirebilir, bu da fakirlerin zenginlerden daha fazla ödeyeceği anlamına gelir.
Ancak sorunun kalbi servet vergisidir. Bu vergiler birikim sarmalını kıracak ve birkaç kişinin biriktirdiği zenginlikleri yeniden dağıtacak kadar yüksek olmalıdırlar. Bu vergiler bizi, benim “özel yeterlilik, kamusal lüks” dediğim tamamen farklı bir yola sokmak için kullanılabilirler. Yeryüzünde herkesin bireysel lüksün tadını çıkarması için yeterli ekolojik ve hatta fiziksel alan olmasa da, muhteşem parklar, hastaneler, yüzme havuzları, sanat galerileri, tenis kortları ve ulaşım sistemleri, oyun alanları ve toplum merkezleri gibi herkese kamusal lüks sağlamaya yetecek kadar alan var. Her birimizin kendi küçük alanlarımız–şahsa özel ve yeter miktarda şeylerimiz – olmalıdır ama kanatlanıp bağımsızlaşmak istediğimizde, bunu diğer insanlardan kaynak almadan yapabilmeliyiz.
Yaşam destek sistemlerimizin sürekli yok edilmesine rıza göstererek, aşırı zenginlerin ve kontrol ettikleri güçlü şirketlerin isteklerini yerine getiriyoruz. Yüzey katmanının içinde kapana kısılmış kalarak, uçarılığa ve Mikro Tüketici Saçmalıkları’na kapılarak, onlara işlerine devam etmeleri için toplumsal bir onay veriyoruz.
Sadece rıza göstermeyi bırakırsak varlığımızı sürdürebileceğiz. 19. yüzyıl demokrasi savunucuları bunu biliyordu, oy hakkı savunucuları biliyordu, Gandhi biliyordu, Martin Luther King biliyordu. Sistemik değişim talep eden çevreci protestocular da bu temel gerçeği kavradılar. Fridays for Future, Green New Deal Rising, Extinction Rebellion ve sistemik çevresel çöküşe karşı diğer küresel ayaklanmalarda, insanların, çoğunlukla gençlerin, rıza göstermeyi reddettiğini görüyoruz. Anladıkları şey tarihin en önemli dersidir. Hayatta kalmamız itaatsizliğe bağlıdır.
George Monbiot Guardian’da köşe yazarı ve Feral, The Age of Consent ve Out of the Wreckage: a New Politics for an Age of Crisis‘in yazarıdır.
Bu makale The Guardian’da yayınlanan İngilizce orijinalinden Türkçeye çevrilmiştir.
Çeviren: Irmak Gümüşbaş