“Faşizm ölümün methiyesini yapıyor, hayatın en inanılmaz kıvılcımını, zekâyı, aklı sevmiyor. Faşizm ümidi mahvediyor. Bize, ‘Herkes olduğu yerde ebediyen kalacak’ diyor. Daha adil, daha güzel bir insan hayatına karşı duyduğumuz hasretle alay ediyor.”[2]
Kadına yönelik “erkek şiddeti”nden söz ederken, bir şeyin üzeri örtülüyor: gündelik yaşamı dönüştüren, yığınların en “dip” duygularını/ nefretlerini (kadın düşmanlığı, LGBTI düşmanlığı, hayvan düşmanlığı, ırkçılık, aydın düşmanlığı…) bir “değer” olarak paketleyen popülizme belenmiş faşizm.
Oysa siyaset bilimci Josh Vandiver’ın[3] işaret ettiği gibi erkekliğin pek çok çeşidi var. Ya da, daha doğru bir deyişle, erkekliği yaşamanın çok farklı çeşitleri var, hem tarihte, hem de verili bir coğrafya içinde… “Zalim felek attı bana silleyi/ Ben senin yoluna koydum kelleyi/ Tokat, Sivas, Burdur, Çanakkale’yi/ Dolaştım Güllüşah hep senin için…” diyen Aşık İhsani de erkek, Beyoğlu’nda barda gitar çalan at kuyruklu, kulağı küpeli delikanlı da, “Halkı askerlikten soğuttuğu” gerekçesiyle sürekli tutuklanan, sonunda ülkeden ayrılmak zorunda kalan vicdani retçi Halil Savda da öyle, altı çocuğuna bakamadığı için Mersin’de intihar eden inşaat işçisi Abdullah Ertem de, ya da dünyanın pek çok bölgesinde kadına yönelik şiddete karşı örgütlenen erkekler[4] de öyle…
Hâl böyle ise, kadına yönelik şiddeti, özel olarak da kadın cinayetlerini faillerin tümünün erkek olduğu gerekçesiyle erkekliğe bağlamanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Hatta faturayı hem aile, hem de toplumda erkeğin üstünlüğüne cevaz veren, onu kanonize eden bir ideoloji olarak ataerkine kesmenin dahi eksik bir doğru olduğunu düşünüyorum. Bir genç erkeğin eski kız arkadaşını evinde katledip, yeni kız arkadaşının ise kafasını kesip surlardan aşağıya atmasını tek başına izah edemez ataerki kavramı. Ya da “Karım ve kızım rüyamda striptiz yapıyordu, uyanınca onları bıçakladım,” diyen vahşeti…
Doğrudur, geleneksel formunda ataerki, erkeğe kadın üzerinde kimi durumlarda yaşam-ölüm kararı dahil olmak üzere şiddet uygulama “hak”kını meşrulaştıran bir ideoloji. Ama aynı zamanda erkeği kadın ve çocukların geçimi ve korunmasından sorumlu kılıyor. Bir başka deyişle, ataerki, tek taraflı da olsa, bir denge, bir mübadele: geçim sağlama ve korumaya karşı boyun eğme… Kadınları yığınsal olarak domestik alanın dışında konumlanmış işyerlerine (tezgâhlar, fabrikalar, devlet daireleri vb.) çeken ve olabilecek en düşük ücretlerle erkeği evin tek ekmek-sağlayıcısı olmaktan çıkartan kapitalizmin sonsuza dek bozduğu denge…
Kadına yönelik şiddet, daha çok bu bozulan dengeyle, ve bununla bağlantılı olarak, erkekliğin özgül bir yorumuyla bağlantılı gözüküyor. Nedir bu yorum? “Toksik erkeklik” diyorlar… belki de “aşırı erillik”, “maskülinizm”, “şişirilmiş eril ego” vb. terimler kullanılmalı. Bu ise doğrudan neo-faşizan politikalarla ilgili. İki bakımdan:
– 20. yüzyıl olsun, 21. yüzyıl olsun, faşizm(ler)in tün versiyonları, şişirilmiş bir erilliği yerleştirir merkezine. Hitler, Mussolini, Franco, halk düşmanı diktatörler olmanın yanısıra, tescilli “kadın düşmanları”dırlar aynı zamanda. Onların savaştan tarumar olmuş ülkelerini yeniden kurmakla görevlendirdikleri “Yeni İnsan”, güçlü, gözüpek, sağlam vücutlu, savaşçı erkeklerdir. Ulusu güçten düşüren, “efemineleştiren”, yumuşatan herşeyi düşman bellerler: bedensel engellilik, entelektüalizm, lüks tüketim, burjuva hayat tarzı, feminizm, kent yaşamı, Yahudilik, eşcinsellik, komünistler… Onlar için kadınların tek yükümlülüğü, ulus için sağlam, sağlıklı, safkan çocuklar doğurmak ve yetiştirmektir. Çalışmak zorunda iseler, mümkün olduğu kadar düşük profilli ve geçici olmalıdır bu durum…
Neo-faşizm, zaman zaman “Reis”lerinin ağzından lapsus’lara düşse de[5] (en azından şimdilik) bu kadar “açık sözlü” değil. Kadınların mücadelelerinin sağladığı kazanımların tümünü bir anda ortadan kaldırmayı gözleri kesmiyor. Özellikle bunları göçmen karşıtı söylemde araçsallaştırdıkları ölçüde… (Avrupa neofaşizminin kadın-düşmanı İslâm’a karşı “Batı Uygarlığı”nın değerlerini, bu meyanda kadın haklarını savunma iddiası, örneğin) Ama adımlar atıyorlar: kürtajın sınırlandırılması/ yasaklanması, toplumsal cinsiyet araştırmalarının müfredatlardan çıkartılması, hatta terimin kendisinin kullanımının yasaklanması, LGBTQ + birey ve hareketlerin kriminalize edilişi, aileyi yücelten söylem ve pratikler…
Evet, eskisiyle, yenisiyle faşizm, “maskülinizm”i merkeze taşır. Eril egonun şişirildiği söylemler yöneticilerin (bu arada faşizmde “yöneten-yönetilen” ilişkisinin seçilmiş, vergilerle finanse edilen, denetlenebilir bir seçmen-seçilen ilişkisinden çok “pederşahi bir baba ile evlatları” arasındaki, saygı ve korkuya dayalı ve/ fakat intim (mahrem) ilişki modelinde kurulduğu belirtilmeli. Bu anlamda, yöneticiler aynı zamanda birer rol modeli”dir) dilinde tekrarlana gelir. Törenler, okullar, medya, hükümet denetimli “sivil” toplum örgütleri ve her türlü resmi propaganda aygıtı, erkekliğin yüceltirken, kadınlığı “modern hayatın ve feminizmin yozlaştırıcı etkilerinden kurtarılarak yeniden kocanın eşi ve muavini, çocukların anası olduğu ‘sıcak aile yuvası’na döndürülmesi gereken ‘fıtraten’ zayıf varlıklar” olarak kurgular. (Alman Nazi ideolog Alfred Rosenberg, “kadınları, kadın özgürlüğü hareketinden kurtarmak”tan[6] söz ediyordu, örneğin… Yıllar sonra, başka bir coğrafyada RTE ise şöyle konuşuyor: “Ben kalkıyorum kadının Allah’ın erkeklere bir emaneti olduğunu söylüyorum. Bu feministler filan var ya. ‘Ne demek diyor kadın emanetmiş, bu hakarettir’ diyor. Ya senin bizim medeniyetimizle, bizim inancımızla, bizim dinimizle ilgin yok ki.”[7])
Ve bu yolda yasal adımlar atılır. Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya’da kürtajın yasaklanması, doğurganlığın teşviki, kadınların “erkek” mesleklerinden men’i ve kamuda istihdamının sınırlandırılması, öğrenim haklarının kısıtlanması, eşcinsellerin tutuklanarak temerküz kamplarına gönderilmesi…
Ya da günümüz neo-faşistlerinin “aile yuvasına dönüş” çağrıları, feminizmin kadının doğasını bozan, toplumsal istikrarı dinamitleyen, kadın-erkek ilişkilerindeki dengeleri altüst eden “aşırılıkları”na karşı başlattıkları “haçlı seferleri”. “Toplumsal cinsiyet” kavramının, “yıkıcı, bölücü mihraklar, iç ya da dış düşmanları, konspirasyon örgütleri (bunlar yerine ve meşrebine göre, Batı emperyalizminden Batı’yı ele geçirip İslâmlaştırmak isteyen fundamentalist örgütlere, Soros’çulardan Siyon Protokollerine, Gül ve Haç’çılardan FETÖ-PKK-DHKP-C ‘terör örgütü’ne… değişkenlik gösterir) tarafından dilimize/kültürümüze sızdırılmış bir “patlayıcı” olarak dillerden, müfredatlardan sürülmesi… Cinsiyetlerin ve cinsiyet rollerinin doğal/biyolojik ya da fıtratî olmayıp kişinin keyfine göre seçip büründüğü kimlikler olduğunu öne süren İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması… kürtajın olabildiğince sınırlandırılması… boşanmanın güçleştirilmesi… nafakanın tartışmaya girmesi…
– Neo faşist politikalar/politikacılar, ideologlar, maskülinist idealleri yüceltip kadını “aile yuvası”na mahkûm kılan söylemleri yaygınlaştırırken, sıradan insanlar açısından bunun, “atış serbest” olarak algılanmasına şaşırmamak gerek.
Çünkü günümüz faşizm(ler)i, “ulusu disipline etmek, eğitmek, nizam-intizama sokmak” gibi heveslerden kalkınan 20. yüzyıl faşizmlerinden farklı olarak, popülizmde sınır tanımamaktadır. Bu nedenle de en “geri” katmanların en ham duygularına hitap etmekten, dahası bunları bir “değer” olarak sunmaktan çekinmezler. Örneğin anti-elitizm: “Millete tepeden bakan”, “Batıcı”, “kozmopolit” vb. “elitler” halka yabancıdır, milletin kültürel, manevi değerlerini hiçe sayarlar, tepeden inmecidirler, emperyalizmin işbirlikçileridir, vb.
“Anti-elitizm” “anti-entellektüalizm”e bitişiktir: “Milletine yabancı”, “emperyalizm işbirlikçisi” elitlerle özdeşleşen aydınlar da yıllardır bu “mazlum” millete tahakküm etmiş, onu hakir görmüş, örf ve adetlerini, gelenek-göreneklerini, dinini-imanını hiçe sayarak ona şekil-şemal vermeye kalkışmıştır. Aslında bir şey bildikleri yoktur, onlar emperyalizmin, Siyonizmin vb. elinde birer kukladan ibarettirler, birer “mankurt”turlar. Yıllar yılı üniversitelerde, enstitülerde, araştırma kurumlarında, medyada serbestçe at koşturmuş, yemek yedikleri çanağa tükürmekten utanç duymamışlardır.
Anti-elitizm ve anti -entelektüalizm halk yığınları nezdinde yankısını bulmakta gecikmeyecektir: sonunda kendi dillerinden konuşan yöneticilere kavuşan güruhlar için ibre kısa sürede “ceketi satar kızı/ oğlanı okuturum”dan, “okuyup da ne olacak, bak, Reis profesörleri kulaklarından tuttuğu gibi kapı dışarı etti”ye dönecektir. Kendinden olan birilerinin odacılıktan kısa sürede daire başkanlığına yükselebildiğini görmek, cesareti ve özgüveni patlatır: güç artık çok okuyan, çok bilen olmakta değil, doğru ilişkileri yakalayabilmektedir. Partiden, İmam-Hatip’ten, cemaatten pozisyon sahibi birilerine yakın olmak, yükselmenin garantisidir bugün. Ve nasıl olsa, cehaletin bilgeliğini yücelten komplo teorileri, sosyal medya sayesinde yaygın olarak dolaşımdadır: Reis, Çamlıca’ya camiyi altındaki kobalt madenlerini güvence altına almak için yaptırmıştır; Lozan’ın “gizli” maddelerinin yürürlükten kalktığı yıl, artık kimse Türkiye’yi tutamayacaktır vb. vb.
Güruhların çok kolay benimseyip içselleştirdiği bir başka konu da, “kadın düşmanlığı”dır. Ne de olsa, “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin,” diyen bir “bilgeliğin” mirasçısıdır bu ülkenin vasatı. Ama ataerkil geleneklerin pohpohladığı erillik, kronik ekonomik krizlerin sert dalgaları altında yerle yeksan olmuştur. Artık erkek “evin tek ekmek getiricisi” değildir.
Dahası, neoliberal ekonomi politikalar onu var olan güvencelerinden de soymuş, istihdam garantisini yok etmiş, patronlar karşısındaki pazarlık gücünü aşındırıp sıfırlamış, “ne iş olsa yaparım, ücreti mühim değil”ciliğe mahkûm kılmıştır. Kürtler, Suriyeliler, Afganlar boğaz tokluğuna çalışarak sefalet düzeyindeki ücretleri daha da geriye çekmektedir. Oğlanın okul giderlerini karşılamaktan, kıza palto alabilmekten geçtim, evin kirasını ödeyebilmekten acizdir. Çocuklar ise cep telefonunu yenilemenin peşindedir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, evdeki “eksik etek” devamlı söylenmekte, hatta boşanmaktan dem vurmaktadır. Velhasıl, artık hayatının denetimi elinden kaçmıştır. Bir zamanlar tek hakimi olduğu o küçük krallık, aile çatırdamaktadır.
Neo-faşist söylem ve tasarruflar, “yenilgiye uğramış” erkeklik duygusunun yardımına koşar. Olan bitenden zinhar bir avuç yağmacıyı hoyratça zenginleştirirken, toplumun büyük bölümünü yoksulluğa, yoksunluğa mahkûm kılan ekonomi-politikalar değildir. “Batının kültürel saldırısı” milli ve manevi değerlerimiz”i zaafa uğratmış, feminizm kadınların ahlâkını bozmuş, doğal, fıtratî hiyerarşiler altüst olmuştur. Her şeyin haddine, hududuna geri çekilmesi gerekir.
Böylesi bir iklimde örneğin sıradan insanın zihninde “aile içi şiddete karşı” olarak kodlanan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, “kadına şiddetin serbest” olduğu biçiminde okunmuştur. Tıpkı “160 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un “hayvanları katletmek serbest” olarak yorumlandığı gibi.
Dahası, kadın örgütlerinin sıkça dile getirdiği gibi, “kadına yönelik suçlarda” kamuoyunda “cezasızlık” olarak algılanan bir durum söz konusudur. Boşanmak istediği için şiddet gören, ölüm tehditleri alan kadın karakola gittiğinde, koruma altına alınacak yerde “kocandır, döver de sever de” laubaliliğiyle evine geri gönderilmekte, güpegündüz, İstiklal caddesinde bir kadını yere yatırıp tecavüze yeltenen erkekler “acıdım, cebine 500 lira sıkıştırdım” deyip tahliye edilmekte, takım elbise-kravatla yargıcın karşısında 45 derece eğilip karısının başka erkeklerle mesajlaştığından dem vuran erkek, ceza indirimlerinden yararlanmaktadır. Kadın cinayetleri, “yatarım birkaç sene, zaten o vakte af çıkar” rahatlığıyla takviye edilmekte.
Vasat, sorunların, anlaşmazlıkların konuşarak, diyalogla, empatiyle, ya da ne bileyim, mahkeme yoluyla değil, ancak şiddetle, kaba kuvvetle çözüleceğine inan(dırıl)mış bir kere. 13 Ekim 2024’de Diyarbakır’da yapılması planlanan, ancak valilik kararıyla yasaklanan miting, DEM Parti yöneticilerin yetkililerle yaptığı görüşmeler sonucu basın açıklamasına çevrildiğinde, internetten toplantıyı yayınlayan kanallara yağan yorumların dile getirdiği gibi: “Polis, ne duruyorsun, saldırsana!”, “PKK’li ……’lara ölüm!”, “Susturun şu vatan hainlerini!”… Faşizm sever bu halet-i ruhiyeyi …
Söylediklerimi toparlayayım: Evet, bu ülkede, üstelik yalnızca bu ülkede değil, yeryüzü ölçeğinde kadına yönelik şiddet ve şiddetin uç biçimi, kadın cinayetleri tırmanıyor.
Ve bu durum, küresel neoliberal talanın yerinden, geçim olanaklarından, geleceğinden ettiği, gücünü yitirmiş “alttakiler”in öfke, korku ve tepkilerini, maskülanizmi, kadın düşmanlığını, ırkçılığı, şovenizmi, bağnazlığı, anti-entelektüalizmi, şiddeti olağanlaştıran neo-faşizmin temellük etmesiyle yakından ilgilidir.
Akademisyen, antropolog, yazar, çevirmen, aktivist. 1956 yılında İstanbul’da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’ya giderek, üç yıl süresince Fransa’da dil ve Paris VII ve Paris Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü’ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun; 1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasını da aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun’un çok sayıda çeviri ve telif eseri bulunmaktadır. Telif eserlerinin çoğu Temel demirer ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır.
N O T L A R
[1] 16 Ekim 2024 akşamı Komün TV’de yayınlanan söyleşi metni… Kaldıraç Dergisi, No:280, Kasım 2024… Kaldıraç Dergisi, No:280, Kasım 2024…
[2] Nâzım Hikmet, Yeşil Elmalar, Adam Yay., 1990.
[3] “Josh Vandiver on Masculinism, Fascism and the Alt-Right”, illiberalism.org, 1 Mayıs 2023, https://www.illiberalism.org/joshua-vandiver-on-masculinism-fascism-and-the-alt-right/
[4] Üstelik yalnızca ABD ya da Batı Avrupa’da değil. Örneğin, “Şubat 2000’de Namibya’da toplanan ‘Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Erkekler Konferansı’nda Malavi, Kenya, Güney Afrika ve Zimbabwe’den erkek grupları cinsiyet temelli şiddete karşı bir araya gelerek stratejiler ve deneyimler konuşmuşlar.” (Serpil Sancar, “Cinsiyet Eşitliği için Erkek Hareketi: Şiddet Karşıtı Erkekler”, Bianet, 17 Haziran 2009, https://bianet.org/yazi/cinsiyet-esitligi-icin-erkek-hareketi-siddet-karsiti-erkekler-115266)
[5] Beş çocuğum var; beşincisi bir zayıf anıma geldi ve kız oldu.” (Bolsonaro).
“Sana tecavüz etmezdim. Bunu hak etmiyorsun.” (Bolsonaro)
“Çocukları severim. Ama onlara bakmak için kılımı kıpırdatmam. Ben parayı sağlarım, çocuklara o bakar. Onları Central Park’a gezmeye götürmeye yokum.” (Trump)
“(Kadınlara) bok gibi davranmalısınız.” (Trump)
“(Esquire dergisi muhabirine:) Güzel bir kıçın olduğu sürece ne yazdıkları hiç önemli değil. Ama genç ve güzel olmalı.” (Trump)
“Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum.” (RTE)
“Kadına şiddet abartılıyor.” (RTE)
[6] Shloak Shah, “Hypermasculinity and the Rise of Fascism”, 15 Aralık 2023, https://phillipian.net/2023/12/15/hypermasculinity-and-the-rise-of-fascism/
[7] “Bu Feministler Filan Var Ya…” Bianet, 17 Şubat 2015, https://bianet.org/haber/erdogan-bu-feministler-filan-var-ya-162367