
Arkeolojinin gizemini seramik sanatıyla aydınlatan arkeolog ve seramik sanatçısı Hülya Akyol, geçtiğimiz aylarda Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yeni bir karma sergiye katıldı. Küratörlüğünü kendisi yapan sanatçının, eserlerini didaktik bir şekilde, arkeoloji bilimine karşı bir sorumluluk bilinciyle yerleştirerek Türkiye’de yapılan sergiler içinde bir fark yaratmış olduğunu söylemek mümkün. Her bir eserinin yapılış amacının yeni nesil için arkeoloji öğretimine dayandığı gibi, sergide her bir detayın da konumu, yine bu amaca yönelikti. Lulart Ceramics markasıyla üretim yapan sanatçı, eserlerini tarihsel bir zaman zarfını dikkate alarak konumlandırmıştı.

Özellikle sömestr tatiline denk düşen bir sergi olduğu için çocukların da arkeoloji anlamında ufkunun genişlemesini sağlayan bu sergiyi görme şansları olmuştur. Çoğunluk olarak orijinali Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde yer alan bu eserlerin çocuklar tarafından görülmesi de yeni nesilde bir merak uyandırmıştır. Sergiyi gezen çocukların ailelerine müzeye gitme talebinde bulunmaları da bu serginin; tarihe olan ilgi ve merakın artmasında büyük rol oynadığının göstergesi olmuştur.
Arkeoloji Sofrası
Sergide ilk göze çarpan unsur, Anadolu uygarlıkları ile harmanlanmış bir sofraydı… Uzun bir masanın etrafında, M.Ö 7.400’lere uzanan Çatalhöyük evlerinin beyaz sıvalı duvarlarındaki av sahnelerinden oluşan altın işlemeli fincanlar, 12 bin yıllık Göbeklitepe’nin sırlarını kazıdığı tabaklara eşlik eden, Hititlerde içki kabı olarak kullanılan riton ve Hititlerin tören sunu kaplarından esinlenerek tasarlanan boynuzlu sunu kabı yer alıyordu. Uçtan uca Anadolu tarihine tanıklık etme şansı yakaladığımız bu masada, Alacahöyük idollerinden, Boğazköy bayram törenlerini özümseyebileceğimiz, dans eden kadın figürüne, balık biçimindeki figüratif tabaklar ile Minos ve Girit kıyılarının deniz kokusunu ruhumuza dolduran, birbirinden özel eserleri görebilmek mümkündü.
Sergide yer alan Göbeklitepe eserlerine bakacak olursak, bambaşka bir dünyanın kapılarının aralandığını görebiliriz. Neden derseniz; Göbeklitepe, gizemi hala çözülememiş ve insanlığa her an yeni bir sürpriz yapabilecek olan bir yerdir. Sanatçı, bizi bu sergide Göbeklitepe’nin sır dolu dehlizlerine sokmakta ve Göbeklitepe tapınağından eserler ile bize sanrılar yaşatmaktadır. Hülya Akyol’un Kazıma ve kabartma tekniği ile seramikten yapmış olduğu dikilitaşlarda yer alan figürler, kulağımıza 12 bin yıl evvelden gelen bir sesle “hava, su, toprak ve ateş kutsaldır; kirletilemez” diye fısıldar. Bu, Şamanik bir öğretinin doğa ile arasında yaptığı bir sözleşmeydi belki de…

Göbeklitepe serisinde, sanatçının mesleki bir hassasiyet ile bu sır dolu tapınakta var olan en gizemli figürleri gözler önüne serdiğini görürüz. Akbaba Dikilitaşı’nda yer alan bir kuş figürü, Çatalhöyük neolitik yerleşimini hatırlatmaktadır. Zaten sanatçının hayatına baktığımız zaman, bu konuları irdelemesindeki amacın da Anadolu tarihinin araştırılması olduğunu anlayabiliriz; Anadolu mitleri ve tarihi buluntulardan esinlenerek üretilen eserler, yepyeni bilgilere ulaşmak için insanların tarihsel araştırmalar içine girmesi ve arkeoloji bilincinin yükselmesini sağlayabilir. Bu noktada görsel anlamda tarihle bağ kurmak, diyalektik bir bakış açısı kazanılmasını da büyük ölçüde geliştiren bir etkendir. Örneğin; Göbeklitepe Dikilitaş’ında yer alan figür; Anadolu’nun eski bir geleneği olan Kafatası Kültü’nü düşünmemize neden olur. Çünkü eserde yer alan kuş figürü ile birlikte resmedilen yuvarlak nesne, kafatası kültüne dikkat çekmektedir. Hülya Akyol’un sergisinde yer alan bu eser, izleyicinin bu konuda hem araştırma yapmasını, hem de hayal gücünün sınırlarını zorlamasını kolaylaştırır. Kim bilir belki de bilinen mitlerin dışında yeni bir mit karşımıza çıkabilir.
Yine Göbeklitepe’de yer alan bir bezemeden esinlenerek meydana getirilen tanrının gizemli el çantaları da kafalardaki soru işaretlerini artıran bir unsur olarak karşımıza çıkar. Göbeklitepe’deki çanta figürlerinin dünyanın farklı bölgelerindeki bulgular ile de benzerlik göstermesi bizi bu gizemin içine çekmekle kalmaz, aynı zamanda tüm olasılıkların gündeme gelmesi konusunda da ilham kaynağı olabilir. Sanatçı bu figürleri izleyiciyle buluştururken belki de Göbeklitepe’nin sırrının çözülmesi amacıyla bir farkındalık oluşturmaya çalışmış olabilir.
Sergide kreatif bir mizansen oluşturan sanatçının Kader Tanrıçaları, sergiyi ziyaret edenleri duvardan izleyerek ellerindeki iplikleriyle yaşam paylarını düzenlemekteydi.
Hülya Akyol, sergide Moirai adı verilen Kader Tanrıçaları’nı duvarın en orta yerine konumlandırmıştır. İzleyiciye, kader tanrıçalarını ana eksende görme şansı tanıyan sanatçı, Moirai mitinin orijinal metnine bağlı kalarak ellerindeki iplikleri de sergilemektedir. Mitin aslında, Kader Tanrıçaları, insanın dünyaya gelmesi ile birlikte kader ipliklerini bükmeye başlar. Mutluluk ve mutsuzlukla ilişkilendirilen üç kader tanrıçası, bir gün o ipliği keser ve böylece insanın ömrü biter. Sergide Kader Tanrıçalarının konumu itibariyle, izleyicinin karşı karşıya gelmesi bu noktada gizli bir bilinç mesajı da vermektedir.

Yaşamın ritmik akışını, mutlak gerçeklik bağlamında ilmek ilmek büken “Kader Tanrıçaları” ve umuda gebe olan “Pandora” sergide müthiş bir ilgi görmüş ve “Anlatılamayan Öyküler 7 Kadın” adlı sergiye konuk olarak istenmiştir. Hülya Akyol’un “Kader Tanrıçaları”, ip metaforunun yoğunlukla kullanılmış olduğu “Anlatılamayan Öyküler ve 7 Kadın” sergisine de renk katmıştır.
Anadolu tarihinin ilk örneklerinden olan Ana Tanrıça kültünü, seramik tabaklara işleyerek M.Ö 6500-7000’li yılları yaşamın içine sokan Hülya Akyol, tarihe tanıklık etmemizi ve bu tarihi sadece müzelerde ya da galerilerde değil günlük hayatta da görebilmemizi sağlamıştır. Arinna’nın Güneş Tanrıçası kültü bu bağlamda oldukça etkileyicidir. Kutsal bir figür olarak bilinen güneş, bizleri yine Şamanizmdeki animistik dünyaya götürüyor. İlk çağ uygarlıklarını mercek altına aldığımız zaman; güneş kültünün belirli bir kitlece kutsal kabul edildiğini görmekteyiz. Bu da bize Anadolu’da yaşanmış –hatta belki de yaşanmakta olan- bir gizem dininin izlerini sürmeye yöneltiyor. Hitit Panteonunun başında yer alan ve güneş kültü olarak anılan bir ana tanrıça, Anadolu coğrafyasında kadın temasının kutsal kabul edildiğinin bir göstergesidir. Bu gösterge; güneşin, insan soyunun yaratıcısı ve yönlendiricisi, şifacısı ve koruyucusu gibi bir inancı nitelemesi ile de desteklendiği için Anadolu’daki ana tanrıça figürlerinden, dönemin sosyolojik yapısında kadının bulunduğu noktayı anlamamızda da sağlam bir referans oluyor. Sanatçının işlediği ana tanrıça figürleri, Anadolu’nun düşündüğümüzden çok daha gizemli bir yer olduğu fikrini bilincimize yerleştiriyor. Söz konusu olan ana tanrıça eserleri için Anadolu tarihini irdeleyerek ana tanrıça kültünün günümüzde gelmiş olduğu noktaya atıfta bulunarak sosyolojik çıkarımlar yapmak yönünde düşündürücü bir adım olarak da düşünülebilecek bir çalışma denilebilir.
Anadolu Mitolojisi Esintileri
Anadolu topraklarında, binlerce yıl boyunca gelmiş geçmiş çeşitli uygarlıkların izi dört bir yanda, her taşın altında, bazen bir yer altı kentinde, bazen bir tapınakta, sular altında bazen de dilden dile yayılan bir efsane olarak rüzgârın esintilerinde yer almaktadır. Nihayetinde bu mitlerin her biri bu topraklarda var olmuş ve belki de insani duyguların şekillenmesinde bile rol oynamıştır. Hülya Akyol, bu mitleri de eserleriyle hafızamıza kazımaktadır.

Sanatçının geçmiş yıllarda Girit’e yapmış olduğu bir seyahat, hayatını derinden etkilemiştir. Girit gezisinde; çalışmalarına yön veren Minos kültüründen de izler taşıyan bu sergideki en etkileyici eserlerden biri de Minos kralının baltasıdır. Çift başlı adak baltası olarak bilinen bu balta, M.Ö 1550-1500 yıllarına tarihlenmektedir. Minos kültüründe dini bir sembol olarak bilinen çift başlı balta; uygarlığın dini törenlerinde sık rastlanmaktadır. Antik çağda Zeus ile özdeşleşmiş olan bu baltanın Kral Minos’un sembolü haline gelmesi de Minos’un Girit Adası’ndaki hâkimiyetinin gücünü gösteren önemli ipuçları arasında yer alır. Minos Uygarlığı, özellikle M.Ö 2600-2100 tarihlerinde Girit’e komşu adalarla ticari ilişkiler kurduğu için, kültürünü zaman içinde çeşitli uygarlıklara da yayma şansı bulmuştur. Bu noktada Hülya Akyol’un eserleri de Anadolu ve komşu medeniyetlerin sentezinden izler taşımakta ve bu etkileşimi bizlere estetik biçimde zihnimize işlemektedir.

Bir sanat tarihçisi olan Saygın Ünel, Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi mezunudur. Tanık Haber’de sanat eleştirmeni ve köşe yazarıdır.