Emperyalist Jeopolitik (Klasik Jeopolitik)
Klasik ve emperyalist jeopolitik anlayış, bilginin güç olarak kullanılmaya başlandığı 19.yy’ın son çeyreğinden, İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar olan süreci kapsamaktadır. Jeopolitik kavramı genelde büyük güçlerin birbirleriyle olan mücadelelerinde ulusal çıkarları gereği izledikleri siyaseti açıklamakta kullanılan bir öge olmuştur. İşte Sanayi Devrimi’nden sonra İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden büyük güçler arasındaki jeopolitik hesaplamalardan doğan mücadele sahasında Dünya haritası defalarca değişmiş ve bu dönemdeki çatışmalar Dünya tarihinin en kanlı çarpışmalarını beraberinde getirmiştir. Bu dönem, Britanya İmparatorluğu ile başlayan ve daha sonra emperyalist bir güç olma yolunda onu izleyen Fransa, Rusya, Almanya, Japonya ve son olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin güç mücadelelerine sahne olmuştur. Gelişen teknoloji ve sosyal bilinç ile birlikte süper güçlerin ulusal çıkarlarını koruma yolunda attıkları adımlar, yalnızca sahip oldukları toprakları korumakla sınırlı kalmamış, o toprakların gelişimi ve korunması için, tüm dünyanın kendileri adına bir siyaset sahası olduğu bilincini ortaya çıkarmıştır.
Britanya İmparatorluğu’nun emperyalist politikalarını nasıl yönlendirmesi gerektiği konusunda çeşitli teoriler ortaya atan coğrafya uzmanı ve teorisyen Halford Mackinder, İmparatorluğun çıkarları ve diğer emperyalist güçler ile mücadelesi açısından coğrafi faktörlerin dikkate alınması ve bu bağlamda siyaset izlenmesi yönünde çalışmalar yapmıştır.
Yaptığı çalışmalarda kara jeopolitiğinin önemine değinen Mackinder, Britanya İmparatorluğu’nun önündeki en büyük ulusal tehdidin yükselmekte olan Alman emperyalizmi olduğu üzerinde durmuştur. Britanya’nın Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte izlemekte olduğu liberal emperyalist politikalara karşı Sosyal-Darwinist bir yapıda inşa edilen yükselen güç Almanya için bir dizi önlem alması gerekliliğinin üzerinde büyük bir hassasiyetle durmuştur.
Özellikle Almanya’nın Rusya ile ortak bir zeminde buluşmasının Britanya İmparatorluğu açısından bir felaket olacağını düşünen Mackinder, bu kapsamda devlet adamlarının bunu engellemek için bir dizi önlem alması gerekliliğini savunmuştur. Aslında 1870’de Prusya’nın Fransa ile olan savaşından galip çıkması ve daha sonrasında Alman Milli Birliği’nin sağlanması, Britanya ile Rusya’yı yükselen Alman tehlikesine karşı birbirlerine yaklaştırmıştır. Britanya, öncelikle Hindistan’a giden ticaret yollarındaki ve sömürge topraklarındaki güvenliğini sağlayabilmek adına politikalar izliyordu.
Rusya ise panslavist politikası ile Balkanlar’daki nüfuz alanını Osmanlı Devleti aleyhine olabildiğince genişletmeye çalışıyordu ancak yükselmekte olan Almanya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ittifakı Balkanlar’da karşısına tek başına mücadele edemeyeceği bir güç çıkarıyordu. İşte tüm bu gelişmeler Britanya ve Rusya’nın Fransa’yı da yanlarına alarak büyük bir ittifak ekseni oluşturmalarına neden olmuştur.
Kara Jeopolitiği anlayışının fikir adamı olan Mackinder, Doğu Avrupa’nın önemine vurgu yapar ve Doğu Avrupa’ya hakim olanın, “Heartland” yani “Kalpgah” olarak adlandırdığı Sibirya, Orta Asya ve Volga Havzası’ndan oluşan bölgeye hakim olacağını ve bu bölgeyi kim kontrol altına alırsa onun Avrasya’yı kontrol edeceğini, Avrasya’yı kontrol edenin de Dünya’ya hakim olacağını belirtmiştir.
İstanbul Aydın Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sait Yılmaz, Mackinder’ın bu haritasını şöyle yorumlamaktadır;
“Mackinder’e göre Heartland, yeryüzünün en büyük doğal kalesidir. Sibirya’da başlar, Orta Asya ve Volga Havzasını kapsar. Buranın en önemli karakteristiği; sert kara iklimine sahip olması ve sıcak denizlerden uzaklığı nedeniyle, deniz gücünün etki alanı dışında kalmasıdır. Dünya Adası; Asya, Avrupa ve Afrika’yı kapsar. Diğer kıtalar, Dünya Adası’nın uyduları durumundadır. Mackinder analizinde Doğu Avrupa ve Sibirya (Çarlık Rusyası‟nın egemenliğinde olan bölge) merkezi stratejik bölge olarak adlandırarak, buraya uluslar arası politikanın merkez üssü (pivot area) demektedir. Daha sonra burayı “heartland (kalpgah)” olarak ifade etmiştir. Bu bölge “iç hilal (inner crescent)” adını verdiği ve Almanya, Türkiye, Hindistan ve Çin ile o da “dış hilal” dediği ve İngiltere, Güney Afrika ve Japonya‟nın yer aldığı ikinci bir bölge ile çevrilidir.”
Jeopolitik kavramının en önemli işlevlerinden biri de, devletlerin izledikleri politikaları topluma açıklayabilmekte kullanılmasıdır.
Mackinder, Britanya İmparatorluğu’nun emperyalist politikalarının başarılı olabilmesi için toplumun da bu politikaları benimsemesi ve desteklemesi gerektiğini düşünmektedir. Bu bağlamda “toplumun emperyalist düşünceye hakim bir anlayış ile eğitilmesi ve bu bilince ulaştırılması bizim öncelikli amaçlarımızdan biri olmalıdır.” tezini savunmaktadır.
Mackinder, jeopolitiğin önemini, jeopolitik bakış açısının, Tanrı’nın gözünün küresel bakış açısı, bu açının da tüm dünyadaki alanları bölgelere bölmesi ve bu bölgelerin jeopolitik şartlarının tarih ve siyaset çalışmalarına olan muazzam etkisinden bahsederek anlatır. “Tanrı’nın gözünden bakmak” tanımlaması, Mackinder ile başlayan ve jeopolitik konusunda Dünya coğrafyasına ait bilginin tümüne hakim olabilme, bu çerçevede devlet stratejilerinin belirlenmesinin gerekli olduğu anlayışına sahip olma güdüsünü de beraberinde getirmiştir. Mackinder’in önerileri uzun soluklu politikalar ürettiği için Britanya’nın dış politikasında çok fazla bir etkiye sahip olmamıştır.
Mackinder’in fikirlerinin en çok etkilediği saha Alman askerlerinin coğrafya konusunda eğitildiği okullarda olmuştur. Karl Haushofer, bu militarist coğrafya uzmanlarından biri olup, Mackinder’ın Kara Jeopolitiği anlayışından etkilenmiştir. Haushofer özellikle Mackinder’in “Tanrı’nın gözünden bakış” anlayışından etkilenmiş ve dünyanın sınırlar olmadan jeopolitik bir anlayış ile yorumlanması gerektiğine inanmıştır. Uluslararası ilişkilerin devletler arası bir mücadele sahası olduğunu düşünen Haushofer, Mackinder gibi devlet liderlerinin jeopolitik bilgisinin yüksek olması gerektiği üzerinde durmaktadır.
Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesini de liderlerinin jeopolitik bilgisinin olmamasına bağlamaktadır. Haushofer, Mackinder’ın Kara Jeopolitiği anlayışının yanı sıra ABD’de Theodore Roosvelt ve James Monroe tarafından uygulanan beyaz ırkının üstünlüğüne dayalı ırkçı jeopolitik anlayıştan da etkilenmiştir. Uluslararası arenanın devletler arasında güç mücadelesinin yapıldığı bir yer olduğunu düşünen Haushofer’in, Alman toplumu için bir yaşam sahası olarak nitelendirilen “Lebensraum” politikası da işte ABD tarafından uygulanan bu ırkçı jeopolitik anlayıştan etkilenmesi ile gelişmiştir.
Adolf Hitler’in “Kavgam” adlı eserini yazdığı hapishane yıllarında jeopolitik fikirlerinin gelişmesinde önemli bir rol oynayan Haushofer, jeopolitik bilgiye sahip olmanın gerçekçi politikalar izleme ve ileriyi görebilme adına önemli olduğuna inanmaktadır. Her ne kadar Hitler’in akıl hocalığını Rudolf Hess ile birlikte yapmak ile bilinen Haushofer hiçbir zaman Nazi Partisi’nin resmi bir üyesi olmasa da, Hitler’in Aryan ırkı oluşturma ve Yahudi katliamı politikalarında önemli bir etkiye sahip olmuştur.
Hitler ile ayrıldıkları en önemli jeopolitik düşünce farklılığı, Haushofer’in Sovyetler ile Britanya’ya karşı iş birliği yapılmasını düşünmesi, Hitler’in ise Komunist ve Yahudi Bolşevik Sovyetler’e karşı mücadelede İngiltere’nin eninde sonunda iş birliği yapacağına inanmış olmasıdır. Haushofer’in düşüncesi Mackinder’a göre Britanya İmparatorluğu için felaket olarak adlandırılmıştı geçmişte ancak Hitler Haushofer’i dinlemektense kendi düşünceleri ve Rudolf Hess’in önerileri ile hareket ederek komünist Sovyetler Birliği’ne saldırmaya yöneldi ve daha sonrasında bu hızla büyüyen Almanya’nın ve Hitler’in sonunu beraberinde getirdi.
Mackinder ve Haushofer’in Kara Jeopolitiği anlayışından farklı olarak Amerikalı Amiral Alfred T. Mahan’ın Deniz Jeopolitiği kuramı da jeopolitiğin yorumlanmasında önemli bir yere sahiptir. Mahan, Britanya İmparatorluğu’nun sahip olduğu donanma gücüne hayrandı. ABD’nin donanma yapısını sahip olduğu toprakların coğrafyasını düşünerek araştıran ve bu bağlamda çalışmalar yapan Mahan, bir devletin süper güç olabilmesi için donanmasının güçlü olmasını en önemli faktör olarak görüyordu. ABD’li siyasetçilerin de deniz kuvvetlerinin güçlendirilmesi yönünde bir politika izlemesi ile birlikte Mahan’ın Deniz Jeopolitiği yaklaşımı büyük bir ivme kazanmıştır.
Mahan, Mackinder’in kara gücüne dayalı anlayışının çok masraflı ve zor bir süreç olduğuna, okyanuslarda güç kazabilmenin ise daha az masraflı ve hızla gelişebilen bir süreç olduğuna inanmaktaydı. Dünya’da güç mücadelelerinin merkezi olan Avrupa ile kara bağlantısı olmayan ABD’nin uluslararası ilişkilerde önemli bir oyuncu olabilmesi için deniz gücünü geliştirmesi gerekiyordu. Mahan’ın stratejileri çerçevesinde gelişen ABD donanmasının Hindistan’a giden ticaret gemilerini uluslararası sularda koruyan eylemleri, ABD’nin süper güç olarak tanınmasını da beraberinde getirmiştir.
Mahan’ın fikirlerinin ABD’de yarattığı etkiyi Doç. Dr. Sait Yılmaz şöyle açıklamaktadır;
“Mahan’ın fikirleri ABD’li karar vericileri özellikle de Theodore Roosevelt’i daha güçlü bir donanmanın ve deniz aşırı üslerin tesis edilmesi için teşvik etmiştir. Mahan, deniz gücü ile sömürgeler arasındaki bağın önemini kavramıştı. Sömürgeler sayesinde ülkelerin yabancı bir coğrafyada toprak sahibi olduğunu, satmak istediği mallar için daha büyük bir refah ve zenginlik aradığını düşünüyordu.”
Büyük Güçlerin yoğun bir şekilde sömürge topraklarını genişleterek kontrolsüz sanayileşme politikalarını benimsediği emperyalist jeopolitik anlayış, beraberinde iki dünya savaşı ve sürekli değişen devlet sınırlarını getirmiştir. 1945’te İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle ideolojik olarak iki kutba ayrılan Dünya’daki dengelerin değişmesi ve savaşlar sonrası yıpranan büyük güçlerin emperyalist askeri politikalarını değiştirmeleriyle, emperyalist jeopolitik anlayış yerini ideolojik jeopolitik anlayışa bırakmıştır.
İdeolojik Jeopolitik
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Dünya, ideolojik olarak iki kutba ayrılmıştır. Bir tarafta Amerika Birleşik Devletleri’nin başını çektiği “Özgür Dünya” ve “I.Dünya Ülkeleri” olarak adlandırılan kapitalist ve liberal politikaların egemen olduğu Batı Bloğu ülkeleri varken, diğer tarafta Sovyetler Birliği önderliğindeki “Totaliter Rejimler” ve “II. Dünya Ülkeleri” olarak adlandırılan komünizmin ve devlet kapitalizminin politika olarak benimsendiği Doğu Bloğu ülkeleri mevcuttu.
Bu iki bloğun dışında kalan ülkeler ise “Bağlantısızlar Grubu” ve “III. Dünya Ülkeleri” olarak adlandırılan Hindistan, Endonezya ve Mısır’ın başını çektiği ülkelerdi. İki ideolojik blok arasındaki taktiksel, stratejik mücadeleler ve hamleler ideolojik jeopolitik olarak adlandırılmış ve uygulanmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi Almanyası’nın politikaları ile özdeşleşen jeopolitik kavramı kasıtlı bir şekilde bir süre uluslararası ilişkiler disiplininden dışlansa da, ülkelerin politikalarını jeopolitik özelinde yorumlamak günümüz için tercih edilen bir metottur.
Jeopolitik kavramı II. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Henry Kissenger tarafından 1970’lerde ABD’nin Sovyet tehdidine karşı izlediği politikaları açıklamak için kullanılmıştır. Sovyetleri çevreleme politikası kapsamında Kissinger, Rusya ile Nikita Kruşçev’in Anti-Stalinist politikaları dolayısıyla arası açık olan Çin ile ilişkilerin yeniden tesisi için 1970 yılında Başkan Richard Nixon’ın emriyle Çin’e gitmiştir. İşte Kissenger’ın ABD’nin Çin ile ilişkilerini yeniden tesis etme çabalarını, Soğuk Savaş jeopolitiği çerçevesinde atılmış bir adım olarak görebiliriz.
Amerika Birleşik Devletleri’nin bu dönemde jeopolitik yaklaşımının Nicholas Spykman’ın “Kenar Kuşak Teorisi” yani “Rimland Theory” çerçevesinde şekillendiği gözlemlenmiştir. Sovyetler Birliği’ne karşı “çevreleme” adı verilen bir politika izleyen ABD, Spykman’ın kenar kuşak olarak adlandırdığı Sovyetler Birliği’nin Güney Batı kesiminden Orta Asya’nın içine doğru uzanan bölgeyi çevreleyerek, buranın hakimiyetinin tamamen Sovyetler Birliği tarafından ele geçirilmesini engellemeye çalışmıştır. Spykman’ın kenar kuşak teorisi II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına denk gelmiştir.
ABD’nin Nazilere karşı Sovyetler Birliği ile birlikte mücadele etmesindeki bir diğer nedeni de, Spykman’ın kenar kuşak olarak adlandırdığı bölgeyi Hitler’in işgal girişimidir diyebiliriz. (Hitler’in Sovyetler Birliği’nin güneyinden Hazar bölgesine ve oradan da Afganistan üzerinden Hint Okyanusu’na ulaşma hedefi bilinen bir gerçekti).
Spykman’a göre kenar kuşak bölgesinin hakimiyetini ele geçiren devlet Dünya’nın da hakimiyetini ele geçirebilir ve bu durum ABD açısından en büyük tehdittir. Spykman’ın teorisine göre belirtilen kenar kuşak ülkelerinden en önemlileri; Yunanistan, Türkiye, Afganistan, Hindistan, Vietnam, Kore ve Çin’dir. Yunanistan ve Türkiye’nin zaten Batı Bloğu içerisinde yer aldığını düşünürsek, geriye kalan ülkeler arasında Afganistan, Vietnam ve Kore’de, ABD’nin çevreleme politikası kapsamında, doğrudan bir sıcak çatışma olmasa da Sovyetler Birliği ile çeşitli mücadeleler olmuştur.
ABD önderliğindeki kapitalist ve liberal Batı’nın Vietnam ve Kore’de ilerleyişini durdurmayı başaran Sovyetler Birliği ve Çin’in başını çektiği Doğu Bloğu, Sovyetler Birliği’nin Afganistan bataklığına batmasıyla birlikte büyük bir darbe almıştır ve çöküşe gitmiştir. İdeolojik olarak karşılıklı jeopolitik argümanların çarpıştığı bu dönemin bir diğer önemli teorisi ise “domino etkisi” idi. İki blok da mücadelenin yaşandığı alanlardan birinin kaybedilmesi durumunda domino etkisiyle etrafındaki ülkelerin de tek tek düşeceği inancı ve korkusuyla mücadele etmiştir.
Vietnam düşerse Laos ve Kamboçya’nın da düşeceği, Afganistan düşerse Körfez’in tehlikeye düşeceği ve Kore’nin tamamen ABD güdümünde bir ülkeye dönüşmesi Çin’in de Batı tarafından çevreleneceği düşünceleri, domino etkisi anlayışının göstergeleridir.
Gearoid O, Tuathail’in de belirttiği gibi, Soğuk Savaş jeopolitiği ile yaşanan güç mücadelesi sonunda 1945 ile 1990 arası dönemde, Vietnam, Kore, Orta Amerika, Macaristan, Çekoslovakya ve Afganistan’da binlerce insan ölmüştür. Soğuk Savaş’ın getirdiği bu iki ideolojik kutuplaşmalardan kaynaklanan jeopolitik hamleler, iki taraf adına da siyasi, ekonomik, askeri ve insani açıdan birçok kaybı beraberinde getirmiştir. Ancak sonunda hegemon tek güç olarak sahneye çıkan ABD, ideolojik jeopolitik mücadelenin kazananı olmuştur.
Modern Jeopolitik
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonlanan iki kutuplu dünya sisteminin ortadan kalkması, yeni düzenin nasıl kurulacağı bilmecesini de beraberinde getirmiştir. Birçok uzman yeni düzenin nasıl kurulacağına dair tartışmalar yaparken, kurulacak yeni düzenin jeopolitik hesaplamalarının da yeniden yapılması gerekliliği ortaya çıkmıştır. İdeolojik temelli jeopolitik yaklaşımların sona ermesiyle ülkelerin nasıl bir jeopolitik yaklaşıma sahip olacağı belirsizlik taşıyordu.
Francis Fukuyama ve Edward Luttwak bu konuda henüz Soğuk Savaş bitmeden savaş sonrası dönemin nasıl şekilleneceğine dair argümanlar ortaya atmıştır.
Francis Fukuyama “The End of History” adlı çalışmasında, liberalisminin zafere ulaştığını ve tüm dünyaya yayılacağını iddia etmiştir. Edward Luttwak ise Fukuyama’nın aksine Soğuk Savaş sonrası düzende bloklar arası mücadelenin yerini, ülkeler arasında var olacak bir bölgesel rekabete bırakacağını ve bunun jeopolitik değil jeoekonomik hamleler ile şekilleneceğini iddia etmiştir.
Fukuyama’nın iddia ettiği gibi liberalizm üstün gelmiş ve tüm dünyada Soğuk Savaş sonrası, küreselleşmeyi beraberinde getiren neo-liberal anlayış egemen olmuştur. Ancak, küreselleşme beraberinde E. Luttwak’ın da belirttiği gibi büyük bir ekonomik mücadele sahası yaratmıştır.
ABD ile birlikte ekonomik olarak yükselmekte olan Avrupa Birliği, Japonya, Çin gibi büyük ekonomik güçler, yeni mücadelenin baş aktörleri olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu Doğu Avrupa ülkeleri hızla ekonomik, siyasi ve kültürel olarak Avrupa Birliği’ne entegre edilmiş, Orta Asya’da ortaya çıkan Türki Cumhuriyetler ise otoriter rejimler ile Sovyetler Birliği’nden kalma totaliter yönetim yapılarından çok uzaklaşmamıştır.
Luttwak’ın belirttiği gibi Soğuk Savaş sonrası düzen küreselleşme ile birlikte ulusların ekonomik çıkarlarını korumak ve geliştirmek yönünde ilerlemiştir. Sovyetler Birliği’nin mirasçı ülkesi konumunda olan Rusya ise 21.yy’ın başına kadar bir toparlanma ve geçiş dönemi yaşamıştır.
Soğuk Savaşın bitmesinin hemen ardından ilk bölgesel çatışma, 1990’ın Ağustos ayında Irak’ın Kuveyt’i işgali ile Orta Doğu’da başlamıştır. Kuveyt’in işgali ve Suudi Arabistan ile diğer Körfez ülkelerinin ABD’den Saddam tehdidine karşı yardım istemesi sonucu çatışma bölgesel bir krizden küresel bir krize dönüşmüştür. BM Güvenlik Konseyi çatısı altından ABD öncülüğünde oluşturulan ve Rusya’nın da yer aldığı Koalisyon Gücü’nün müdahalesiyle Irak kısa sürede Kuveyt’ten çıkarılmıştır. II. Körfez Savaşı olarak da adlandırılan bu müdahale sonrasında modern bir tehdit unsuru olarak küresel terörizm baş göstermiştir. 1980’de ABD tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı desteklenen Usame Bin Ladi önderliğindeki Afgan mücahitler El Kaide adı altında radikal İslam olarak adlandırılan bir ideoloji ile tüm Dünya ve özellikle küresel Dünya’nın merkezi konumunda olan Batılı devletler için bir tehdit unsuru haline gelmiştir.
Modern jeopolitik, devlet dışı silahlı organizasyonların da yer aldığı ve bu organizasyonların zaman zaman devletler tarafından da rakip devletlere karşı desteklendiği bir hal almıştır.
Ancak, 2001 yılında El Kaide tarafından ‘11 Eylül Saldırıları’ olarak adlandırılan New York’ta ikiz kulelere yapılan terör saldırıları sonrasında ABD, terörizme karşı küresel bir mücadele başlatmış ve bu kapsamda 21.yy’ın Afganistan ve Irak’ı işgal etmiştir. ABD’nin terörizmle küresel mücadele stratejisi başta Rusya olmak üzere diğer devletler tarafından da özellikle Orta Doğu olmak üzere farklı coğrafyalarda aktif bir şekilde bulunabilmek adına benimsenmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaşı bitmesiyle varlığı tartışılan NATO, ABD tarafıdan ortaya çıkan bu yeni tehdide karşı kullanılmak üzere yapılandırılmaya çalışılmıştır. Bugün, terörizmle mücadele adı altında Orta Doğu’da Batılı devletler ile Türkiye ve Rusya’nın da yer aldığı binlerce yabancı askerin varlığı söz konusudur.
Yaşanan askeri çatışmaların yanısıra Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında tüm dünyanın neo-liberal politikalara entegre edilmesi çabaları beraberinde küresel çapta ekonomik krizleri de getirmiştir. 1996’da ve 2001’de yaşanan küresel çaptaki ekonomik krizler ile ABD ile Japonya ve AB arasında yaşanan jeoekonomik savaşlar, modern jeopolitiğin bir diğer yüzünü oluşturmaktadır.
2000’de Putin’in başa gelmesi ve ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali ile yükselen enrji fiyatları Rusya’nın hızlı bir şekilde toparlanmasını ve yeniden küresel bir oyuncu hatta oyun kurucu olarak devletler arası bölgesel ve küresel mücadelelerde yer almasını sağlamıştır.
Jeopolitik Kurama Eleştirel Yaklaşım
Ülkelerin realist bir anlayışla çıkarlarına dayalı izledikleri politikaları meşrulaştırma ve kamuoyuna açıklayabilmek adına jeopolitik kavramını kullandığı iddiası, eleştirel yaklaşımın en büyük argümanıdır. Emperyalist güçlerin ulusal çıkarlara dayalı izledikleri acımasız politikalar ile ideolojik jeopolitik yaklaşımların yaşandığı dönemde var olan çatışmalar, ekonomik, kültürel ve sosyal açıdan büyük yıkımları beraberinde getirmiştir. Özellikle 1970’lerden sonra gelişen teknoloji ile birlikte hızla ortaya çıkan ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle adeta bir patlama yaşayan düşünce kuruluşlarının ortaya çıkış süreci, beraberinde uluslararası ilişkiler disiplininde var olan teorilerin de yoğun eleştirel yorumlara maruz kalmasını getirmiştir.
Özellikle realist tabanlı jeopolitik stratejilerin yoğun eleştiri aldığı bu dönemde Frankfurt Okulu ile John Agnew, Gearoid O. Tuathail, Michael Foucault, Noam Chomsky ve Andrey Sakharov gibi kurumlar ve isimler ön plana çıkmıştır.
Bu isimler, jeopolitiğin uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde hiçbir olayı objektif bir şekilde yorumlamadığını, bilginin devletler tarafından güç olarak kullanılmasını sağlayan bir terim olarak yer aldığını düşünmektedir.
Devletlerin bilgiyi kendi kurumları, aydınları ve ideolojileri ile manipüle ederek, jeopolitik kavramını istedikleri yöne çektiklerini düşünen bu kesim, özellikle ABD, Britanya ve Almanya’nın ırkçı ve bencil politikalarını, ülke kamuoylarını jeopolitik stratejiler çerçevesinde atılmış adımlar olduğu yönünde inandırma çabaları, özellikle eleştiri konusu olmuştur. Günümüzde de modern jeopolitik yaklaşım içerisinde bu devletlerin Dünya’da var olan çevresel sorunları göz ardı ettiğini ve var olan eleştirileri güç ile sindirmeye çalıştığını düşünmektedirler. Son olarak Michael Foucault’un belirttiği gibi; güç beraberinde direnişi de getirir.
İlk bölümünü yayınladığımız bu makale seri halinde yayınlanıp ve toplam dört bölümden oluşmaktadır.
- Bölüm: Jeopolitik Kavramının Tarihsel Gelişimi (yayınlandı)
- Bölüm: Emperyalist Jeopolitik, İdeolojik Jeopolitik, Modern Jeopolitik ve Jeopolitik Kurama Eleştirel yaklaşım
- İmparatorluktan Federasyona Rus Nüfuz Sahası: Çarlık Rusya, Sovyetler Birliği ve Tarihsel Perspektifte Rus Jeopolitiğinin Değerlendirilmesi
- Geçmişten Günümüze Orta Doğu’da Rus Jeopolitiği: SSCB Sonrasında Rusya Federasyonu’nda Jeopolitik Arayış, Rusya’nın Orta Doğu Jeopolitiği
*Görüş gazetesi, farklı disiplinlerden, farklı görüş ve içeriklere açık bir platformdur. Makaleler Görüş gazetesinin editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Rus Dış Politikası alanında çalışmalar yürütmektedir. Hali hazırda bu alan üzerinde yüksek lisans tezi hazırlamaktadır.Yüksek lisans tez çalışmaları sonrasında, Milli Eğitim Bakanlığı’nca düzenlenen “Yurtdışına Lisansüstü Öğrenim Görmek Üzere Gönderilecek Adayları Seçme ve Yerleştirme (YLSY)” programı ile Rusya’da “Rusya ve Doğu Avrupa Araştırmaları” çatısı altında doktora çalışmaları yürütmeye hak kazanmıştır. Tez çalışmaları dışında Rusça öğrenimi için uğraş vermekle beraber Klasik Rus Edebiyatı üzerine okumalar yapıp, denemeler yazmaktadır.