Birkaç yıldır bu platformda Turan Altuner beyefendinin podcast yayınlarına konuk oluyordum. Artık haftalık yazılarımla da sizlerle olacağım. Podcast yayınlarımızın ana başlığı “beyin yorma” idi, burada Anadolu’da birkaç yüzyıldır biriken sorunların artık yerini bir medeniyet inşasına bırakması gerektiğini konuşuyorduk. Bu beyin yorma çabamızda temel aktörler devlet ve vatandaş idi.
İşte bu ilk buluşmamızda devlet ve vatandaş denklemi üzerine sizlerle bir şeyler paylaşmaya çalışacağım.
Bu yazı, yalnızca kavramsal bir tartışmanın değil, devlette geçirdiğim 30 yılın, devlet-toplum ilişkisine dair gördüklerimin ve süzgecimden geçirdiğim tecrübelerin bir sonucudur. Devletin nasıl çalıştığını, nasıl çalışması gerektiğini ve zamanla bazı değerlerin yozlaşarak devlet düzenini nasıl bozduğunu içeriden gözlemledim. Bu yüzden meseleyi yalnızca soyut bir düzlemde tartışmak yerine, somut tecrübeler ve tarihsel gerçekler ışığında ele almak istiyorum. Bilim insanı değilim, bu yüzden bilimsel teorilerle konuyu izah etmeye çalışmayacağım. Yazılarımda tamamen hayattan gelen pratikleri ve süzgecimden geçen tecrübeleri paylaşacağım.
Bugün devlet-vatandaş ilişkisi üzerine düşünmek, geleceğin Türkiye’sini inşa etmek için zorunludur. Anadolu’da yüz yıllardır yerleşmiş olan “kutsanmış devlet” anlayışı, devleti halkın hizmetkârı olmaktan çıkarıp, halkın üstünde tahakküm kuran bir mekanizmaya dönüştürdü.
Peki bu nasıl oldu? Halkın bilinç eksikliği bu dönüşümde nasıl bir rol oynadı?
Devleti hizmet eden bir yapıdan tahakküm eden bir güce çeviren süreci anlamak için önce devletin tarihsel gelişimine, sonra ideal devlet-vatandaş modeline, ardından Anadolu’da devletin nasıl kutsallaştırıldığına ve bu sürecin vatandaş bilinci ile nasıl doğrudan bağlantılı olduğuna bakalım.
Devletin Tarihsel Perspektifi: Güç Sahibi Kim?
İnsanlık tarihi boyunca devlet, toplumların ortak yaşamını düzenlemek için kurulmuş bir mekanizma olmuştur. İlk başta kabile reisleri, ardından krallar ve imparatorlar toplulukları yönetmiş, güç ve otorite tek bir elde toplanmıştır. Çoğunlukla da bu durum, iktidar sahiplerinin güç zehirlenmesine uğraması sonucunu doğurmuştur. Sanayi Devrimi ile birlikte ulus-devlet modeli ortaya çıkmış, devletin gücü mutlak otoriteden anayasal çerçevede denetlenen bir yapıya dönüşmeye başlamıştır.
Ancak bu dönüşüm her yerde eşit derecede başarılı olmadı. Bazı toplumlar vatandaş bilinci geliştirerek devleti bir hizmet mekanizmasına dönüştürdü. Örneğin, İngiltere’de Magna Carta (1215) ile başlayan süreç, vatandaşın devlete karşı haklarını tanımlayarak devletin keyfiliğini sınırlandırdı. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız Devrimi (1789) ile halkın yönetime katılım hakkı genişledi.
Fakat Anadolu’da süreç farklı ilerledi.
Osmanlı’daki kul sistemi, halkı edilgen bir kitleye dönüştürdü ve devletin otoritesi mutlak ve kutsal kabul edildi. Devleti idare edenlerin iradesi her şeyin üstündeydi; halkın devletten hesap sorması ve hak talep etmesi düşünülemezdi.
Cumhuriyet ile birlikte tebaa anlayışı terk edilip yurttaş kavramı benimsendi. Ancak bu kavramın içini dolduracak gerçek bir vatandaş bilinci oluşturulamadı. Halkın devleti denetleyen bir unsur olması gerekirken devlet, halkı yönlendiren ve biçimlendiren bir güce dönüştü.
Öyle bir sistem ortaya çıktı ki, devlet Anadolu’da tek tip insan üretme mekanizması haline geldi. Bu güce göre hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, onun tanımladığı Müslüman, Alevi, Sünni, Hristiyan, Ermeni ya da Rum kimliği dışında bir kimliğe sahip olamazdı. Aynı şekilde, vatanseverlik ya da muhaliflik de ancak belirlenen çerçevede mümkündü. Hiçbir kimsenin iradesi olamazdı, herkes iradesini bu güce terk etmek zorundaydı. Muhalif kişi, eleştiren kişi ancak bu gücün tanımladığı sınırlar içerisinde muhalefet edebilir, eleştirebilirdi. Bu gücün belirlediği sınırların dışına çıkan herkes, en ağır bedeli ödemek zorunda bırakıldı, varlığına kasteden ağır bedellerle yüzleşti. Bu gücü yüzyıllardır gördük. Devletin, toplumu homojen bir kalıba sokma çabası bireyselliği ve çeşitliliği yok etti. Bu anlayış, insanları özgün kimliklerinden arındırarak tek tip bir vatandaş modeli üretmeyi amaçladı.
Bu dönüşüm, halkın devlete lütuf dağıtan bir yapı olarak bakmasına ve devleti eleştirmeyi bir ihanet gibi görmesine yol açtı.
Sonuç olarak vatandaş, haklarını talep eden değil, devletten korkan, ona boyun eğen bir varlık haline geldi.
Devlet- Konut Sitesi Metaforu
Devlet aslında çok karmaşık bir yapı değil. En basit haliyle bir konut sitesi gibi düşünebiliriz.
Diyelim ki 1000 aile bir araya gelip bir araziye yerleşiyor ve burada bir yaşam alanı oluşturuyor. Ancak bu alanın düzenli bir şekilde işlemesi için bazı şeylerin organize edilmesi gerekiyor. Güvenlik sağlanmalı, temizlik yapılmalı, altyapı çalışmaları düzenlenmeli, ortak alanlar bakımlı olmalı, çocuklar otoparka gittiğinde güvenle oynayabilmeli.
Bu işleri her aile tek başına yapamayacağı için ortak bir organizasyon kuruluyor. “Bunu kim yapacak?” diye düşünüyorlar ve sonunda bir şirketle anlaşıyorlar. Bu şirket, site sakinlerine hizmet sunacak, düzeni sağlayacak, işleri yönetecek. Karşılığında ise site sakinleri ona ödeme yapacak. İşte bu organizasyon devlete, şirketle yapılan anlaşma da anayasaya benziyor.
Burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Siteyi kuran ve yönetime para verenler, site sakinleri yani vatandaşlardır. Yönetim, kendi başına bir güç kaynağı değildir; site sakinlerinin belirlediği kurallara uymakla yükümlüdür. Aynı şekilde devlet de halktan bağımsız, kendi başına kutsal bir yapı değildir. Devlet, halkın vergileriyle var olan ve halkın ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan bir mekanizmadır.
Kamu Görevlileri: Kimdir, Kime Hizmet Eder?
Bu sitenin düzenini sağlamak için görevliler işe alınıyor. Kapıda güvenliği sağlayanlar var, bahçeyle ilgilenenler var, muhasebeyi tutanlar var. Bunların hepsi, bir iş sözleşmesi gereği burada çalışıyor ve ücretlerini site sakinlerinden alıyor. Devlette de kamu görevlileri aynı konumdadır.
Kamu görevlileri kendi aralarında bir hiyerarşi kuruyor. Kimi güvenlikten sorumlu, kimi temizlikten, kimi yönetimden. Bunların her biri farklı üniformalar giyiyor, farklı yetkiler taşıyor. Kimisi göğsüne yıldız takıyor, kimisi kollarına rütbe işaretleri koyuyor, kimisi makam odalarında oturuyor. Ama bunlar onları site sakinlerinden üstün yapmıyor. O rütbeler ve yıldızlar, yalnızca şirket içindeki hiyerarşiyi tanımlamak için vardır ve bu hiyerarşideki pozisyonları belirler; çalışanları bağlar. Site sakinleri için bu hiyerarşinin bir önemi yoktur. Kim hangi üniformayı giyerse giysin, kaç yıldızı olursa olsun, yapması gereken iş siteye hizmet etmektir. Devletin içinde de durum aynı olmalı. Kamu görevlileri, ister bakan, ister vali, ister hâkim olsun, halkın memurlarıdır ve halkın verdiği yetkiler çerçevesinde hareket etmek zorundadır.
Anayasa: Site Sakinleri ile Yönetim Arasındaki Sözleşme
Bu yönetim düzeni içinde herkesin hakları ve sorumlulukları net bir şekilde belirlenmeli. İşte bunun için site sakinleri ile yönetim arasında bir sözleşme yapılıyor.
Bu sözleşmede şunlar yazıyor:
- Şirket (devlet), şu hizmetleri sağlayacak.
- Bu hizmetler belirli kurallar çerçevesinde sunulacak.
- Site sakinleri (vatandaşlar), belirlenen ortak kurallara uyacak.
Böylece taraflar arasındaki ilişki, yazılı bir metne dayandırılmış oluyor. Devlet açısından bu sözleşme anayasa oluyor. Devletin ne yapıp ne yapamayacağı, hangi yetkileri nasıl kullanacağı anayasa ile belirleniyor. Kamu görevlilerinin sorumlulukları, halkın hakları, devletin sınırları, her şey bu kurallar çerçevesinde tanımlanıyor.
Ancak zamanla teknoloji değişiyor, riskler değişiyor, halkın ihtiyaçları farklılaşıyor. O yüzden bu sözleşme zamanla güncelleniyor. Yeni kurallar ekleniyor, mevcut maddeler detaylandırılıyor. Bu süreçte çıkarılan yasalar, yönetmelikler, tüzükler de anayasanın bir parçası olarak işliyor. Ama hiçbir yasa ve yönetmelik, ana sözleşmeye aykırı olamaz.
Sonuç: Devletin Rolü Nedir?
Bu benzetme üzerinden baktığımızda devletin temel işlevi site yönetimi gibidir.
Devlet, vatandaşların ödediği vergilerle çalışır ve vatandaşa hizmet sunmak, vatandaşının hukukunu korumak için vardır. Kamu görevlileri, yetkilerini halktan alır ve o yetkileri halkın hukuku ve menfaati (kamu yararı) doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Eğer bir gün site yönetimi kendini site sakinlerinden üstün görmeye başlarsa, onlara hizmet etmek yerine onları yönetmeye kalkarsa, aidatları keyfi şekilde artırır, kuralları kendi lehine değiştirirse ve kimse buna itiraz etmezse, işte o zaman yönetim halkın üstünde bir otoriteye dönüşür.
Bugün Anadolu’da uygulanan sistem tam olarak budur. Devlet, halka hizmet eden bir yapı olmaktan çıkıp halkın üzerinde tahakküm kuran bir güce dönüşmüştür. Oysa gerçek olan şudur: Devlet, halkın üzerinde bir otorite değil, halka hizmet eden bir mekanizmadır.
Ancak burada kritik bir ayrım vardır: Site yönetimi, site sakinlerine hizmet etmek için mi var, yoksa site sakinleri yönetime itaat etmek için mi? Eğer yönetim kendi varlığını kutsal görür ve site sakinlerini yalnızca yönetilmesi gereken unsurlar olarak kabul ederse, site sakinleri de “benim site yönetimim benim kutsalımdır” derlerse site yönetimi zamanla tahakküm kurar. Kamu görevlileri, vatandaşın ödediği vergilerle maaşlarını alıyor ama vatandaşa hesap vermiyor duruma gelir, vatandaşa zehirli kimlikler dayatır, vatandaşın hukukunu korumak yerine hukukuna tecavüz eder, işkence eder, zulmeder.
İşte Anadolu’daki yozlaşan devlet anlayışında yaşanan dönüşüm budur.
Vatandaş Bilincinin Eksikliği Devleti Nasıl Dönüştürdü?
Bir devletin hangi yönde şekilleneceğini belirleyen en önemli unsur, vatandaşın bilinç düzeyidir.
Vatandaş bilinci gelişmemiş bir toplumda, devlet hesap vermez, güç yozlaşır ve kamu otoritesi halkın üzerinde bir tahakküm mekanizmasına dönüşür.
Bilinci zayıf bir vatandaş profili şu özellikleri taşır:
- Devleti kutsal bir yapı olarak görür ve sorgulamayı bir ihanet olarak kabul eder.
- Kamu görevlilerinin hesap vermesi gerektiğini düşünmez.
- Devletten hak talep etmeyi bir lütuf istemek gibi algılar.
- Hukukun, devletin keyfi yönetimiyle şekillendiğini düşünür ve bunu sorgusuz sualsiz kabullenir.
Bu zihniyet, Anadolu’da yüzyıllardır devam eden bir tebaa anlayışının mirasıdır. Eğer vatandaş hesap sorma sorumluluğunu üstlenmezse, devletin halkın üstünde bir yapı olarak konumlanmasının önü açılır.
Devletin Hizmetkârlıktan Efendiliğe Geçişinin Somut Örnekleri
- Bürokratik Otoritenin Güç Kazanması
Cumhuriyet’in ilk yıllarında halkın yönetimde söz sahibi olması amaçlanmış gibi görünse de, zamanla bürokrasi kendisini halkın üstünde bir güç olarak konumlandırdı. Kamu görevlileri, halka hesap vermek yerine, kendilerini sistemin efendileri olarak gördü.
- Seçilmişlerin Yetkisinin Gasp Edilmesi
Türkiye’de halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atanması, devletin kendisini halkın iradesinin üstünde konumlandırmasının açık bir örneğidir.
- Yargının Bağımlılaşması
Hukuk sistemi, devlet otoritesinin bir aparatı haline geldiğinde vatandaşın hakkını arama mekanizması ortadan kalkar. Bağımsız bir yargının olmadığı toplumlarda vatandaşın bilinçlenmesi de engellenir.
- KHK Rejimi ve Keyfi İhraçlar
OHAL döneminde yüz binlerce insanın yargılanmadan kamu görevinden ihraç edilmesi, devletin halkın haklarını nasıl yok sayabileceğini gösteren en büyük örneklerden biridir.
Bu örnekler, vatandaş bilincinin eksik olduğu bir toplumda devletin nasıl hesap vermekten kaçınan ve hatta vatandaşına düşman bir mekanizmaya dönüşen bir yapı haline geldiğini gözler önüne seriyor. Bunun sayısız örneğini linkteki tweet serimde bulabilirsiniz:
https://twitter.com/HDemirtasTR/status/1787669241639973313
Ne Değişmeli?
Vatandaşın bilinçlenmesi, devletin gerçek anlamda halka hizmet eden bir yapıya dönüşmesi için zorunludur. Bunun için:
- Vatandaş, devletin tahakküm eden değil, hizmet eden bir mekanizma olması gerektiğini anlamalıdır.
- Kamu görevlileri, halkın ödediği vergilerle maaş aldıklarını ve halka hesap vermek zorunda olduklarını bilmelidir.
- Devleti sorgulamak, denetlemek bir ihanet değil, vatandaşlık görevi olarak kabul edilmelidir.
- Bağımsız yargı ve hesap verebilir bir kamu yönetimi oluşturulmalıdır.
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün. Akademisyenler, sosyologlar, hukukçular ve gazeteciler bu listeye birçok madde ekleyebilir. Ancak asıl mesele, vatandaşın birey olarak ortaya çıkması ve ‘ben’ diyebilmesidir.
Sonuç: Güç Vatandaştadır
Milli egemenlik ilkesi, temel değerlerimizden biridir: Devlet yönetiminde yegâne söz sahibi millettir. Milletin bu bilinçle hareket etmesi gerekir.
Dolayısıyla devlet, halk için vardır ve ancak halkın denetleyebildiği bir devlet, hesap sorabildiği bir devlet gerçek bir medeniyetin temelini atabilir.
Anadolu’da gerçek bir medeniyet inşa edeceksek, devletin halkın üstünde değil, halkın içinde bir araç olduğu kabul edilmelidir.
Eğer devletin hesap verebilir bir araç olması gerektiğini kabul edersek, onu bir tahakküm mekanizmasından çıkarıp halkın refahına adanmış bir hizmet düzenine dönüştürebiliriz.
Yalnız bu değişim, ancak vatandaşın bilinçlenmesiyle mümkündür.
Sağlıkla kalın, sağlıcakla kalın, özgür kalın…
Bir sonraki beyin yorma yazımızda buluşmak dileğiyle…
1970 yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğreniminin ardından Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu eğitimini tamamlayarak 1994 yılında Deniz Subayı olarak Teğmen rütbesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hizmet etmeye başladı. 22 yıllık deniz subaylığı süresince Deniz Kuvvetlerinin çeşitli yüzer ve kıyı birliklerinde ve çeşitli uluslararası pozisyonlarda görev yaptı. 2016 yılında Bükreş Deniz Ataşesi görevinin tamamlanmasının ardından Türkiye’ye döndüğünde, Romanya’da iken Türkiye’de adam öldürmüş ve yaralamış gibi gösterilerek gözaltına alındı. Ardından hak mücadelesine başlayınca memuriyetten çıkarıldı. Kendisini bir insan hakları aktivisti olarak tanımlayan Hüseyin Demirtaş halen Türkiye’deki rejim değişikliği ve milyonlarca vatandaşa karşı uygulandığını düşündüğü insanlığa karşı suçlarla mücadele yürütmektedir. Evlidir, 3 çocuk sahibidir, İngilizce bilmektedir.