Her şey eski bir milletvekilinin başkan olarak atanmasıyla başladı. Gerçi görevden alınan da eski bir bakan ve milletvekiliydi. Hatta sadece “halef” ve “selef” değil, aynı zamanda ikisi hemşeriydiler. Bayburtlulardı. Geçmişte Gümüşhane’nin ilçesi olan Bayburt, ana il olma umudunu 1980’lerin sonuna kadar yitirmemişti.
Nitekim Anavatan Partisi’nin düşen kamuoyu desteğini diriltmeye çabaladığı 1989 yılında il statüsüne terfi etmiş, gelişme yolunda önü açılmıştır. Parlak bir tarihi geçmişi olan ilden, bu kadar kısa sürede art arda iki Merkez Bankası başkanının çıkması da AKP iktidarının katkısı ile gerçekleşen tarihi bir olaydır.
Başkanlardan ilki Naci Ağbal AKP’li bir siyasetçiydi; ama geçmişte, bugünlerde nesli tükenmeye yüz tutmuş, benim ve benden önceki kuşakların aşina olduğu türden bir Türkiye Cumhuriyeti bürokratıydı. Göreve gelmesinden çok kısa süre sonra, iktisat konusunda ortodoks politikalara inandığı için, iktidara liderlik eden kişi ile anlaşmazlığa düştü. Elbette yasalara göre Merkez Bankamız serbestti; ama kamuoyunun yüzde 51’den fazla desteğini alarak başkan olmuş bir kişinin de, Meclisin çıkarmış olduğu bir yasanın iradesini kabul etmesi düşünülemezdi. Öyle ya, yüzde 51 ona yetki vermiş, “ekonomiyi düzelt” demiş.
Enflasyon oranı yükselirken, para politikasını normalleştirip, tahmin edilebilirliğini artıran ve hatta enflasyonu düşürebilmek için büyümeden fedakârlık etmeyi öneren Ağbal’ın iktidar nezdindeki popülaritesi ilk faiz artış kararından sonra kayboldu. Onun atanmasıyla birlikte güzel bir hayal âlemine girmiş olan piyasa aktörleri, Türkiye’deki hayatın gerçekleriyle bir kez daha karşılaşıp bu tatlı rüyadan uyanmak zorunda kaldılar.
Neticede Naci Bey görevden alınmıştı, ama görevini Sayın Cumhurbaşkanı’na teşekkür ederek bıraktı. Belki de onu ciddi bir yükten kurtardığı içindi bu teşekkür. Ancak bir süreden beri bürokraside böyle bir teamül oluşmaya başladığı dikkatlerden kaçmadı. Kovulsanız bile, normalde bir suçluluk göstergesi olarak anlaşılabilecek şekilde, sizi kovana teşekkür ederek görevden ayrılmak yeni bir alışkanlık olmaya başlamıştı.
Kamuoyu yeni başkanın kim olacağını tartışırken, bir gece yarısı kararnamesiyle yeni bir isim bu göreve atanıverdi. Saray yine sağ gösterip sol vurmuştu. Şahap Kavcıoğlu ismi kamuoyunun siyasetten bildiği, fakat Merkez Bankası Başkanı olması beklenmeyen bir isimdi. Kendisi daha çok Yeni Şafak gazetesinde ekonomi konusunda yazdığı görüşleriyle, sınırlı sayıda bir kesim tarafından bilinmekteydi. İtiraf edeyim, ben de başkan atamasından sonra kendisini tanıma fırsatı buldum maalesef. Profesör ünvanına sahip bir akademisyen olmasına rağmen, şahsen kendisini bugüne kadar iktisat alanında hiçbir bilimsel konferansta görmüşlüğüm yok. Hatta gazete yazıları dışında yazdığı bilimsel bir makaleyi de hatırlamıyorum. Tüm bunlar benim kusurum ve ayıbım elbette.
Liyakat bir sorun mudur?
Göreve başladığı ilk günlerde Sn. Kavcıoğlu magazinel içerikli değerlendirmelerin konusu olmaktan kaçınamadı. Zira son zamanlarda kamu üst düzey bürokrasisinde gittikçe görünür olmaya başlayan Marmara Üniversitesi çıkışlı bürokrat atamalarından birisiydi kendisi de. Önceki başkanlardan Dr. Murat Çetinkaya, Dr. Murat Uysal ve tabii ki eski Ekonomi ve Maliye Bakanı Sayın Dr. Berat Albayrak gibi, kendisinin de doktora danışmanı Prof. Dr. Erişah Arıcan’dı. Özel sektörde ve kamuda önemli görevler yürütürken, büyük güçlüklere katlanmayı gerektiren doktora gibi zahmetli akademik bir çalışmayı yapabilmelerinin zorlukları düşünüldüğünde, hem kendilerinin hem de danışman hocalarının kararlılık ve azimlerinin takdire şayan olduğunu belirtmek isterim.
Çok muhterem Sayın Prof. Dr. Kavcıoğlu’nun faiz konusundaki fikirlerini ortaya koyduğu bilimsel herhangi bir makaleyi okuma fırsatı bulamadım tabii. Ama Yeni Şafak gazetesindeki köşe yazılarında savunduğu “yüksek faizin enflasyonun nedeni” olduğu yönündeki ortodoks olmayan düşüncelerinden, atamanın hemen ardından tüm kamuoyu gibi ben de haberdar oldum. Bunu yazan kişi bir profesör olunca, bir de uzun yıllar bankacılık sektöründe çalışmış biri olunca, insan ister istemez bu söylenenlere kulak kesiliyor ve tabi umutlanıyor; belki bunca zamandır çıkmayan bilimsel destek Sayın Başkan’ın çalışmalarında çıkacak diye.
Yeni Başkan mesleki kariyerine 2001 yılında, daha sonra tasfiye edilmek zorunda kalınmış özel bir bankada başlamış; daha sonra Halk Bankası’nda üst düzey yönetici olarak çalışmış, 2015 yılında da milletvekili olarak kariyerinde bir değişikliğe gitmiş. Belki de kariyerinin Sayın Ağbal’dan farklı oluşunun, köşesinde yazdığı faiz konusundaki görüşlerindeki farklılaşmanın nedenini oluşturduğu düşünülebilir. Şu an bunu bilemiyoruz. Ancak farklı eğitim kurumlarında iktisat eğitimi alsalar da mezun oldukları kurumların ortodoks iktisat eğitimi veren kurumlar olması, bunun faiz-enflasyon ilişkisi konusundaki görüşlerindeki farklılıklarının sebebi olmayacağına işaret etmektedir. Öte yandan her iki başkanın faiz-enflasyon ilişkisine yaklaşımlarındaki farklılık nedeniyle, Saray ile ilişkilerinde de farklılık olduğu son derecede açık.
Aslında bu atamadan ekonomi kamuoyu çok bir şey beklemiyordu. Sayın Ağbal’ın bir faiz artırım kararı sonrasında görevden alınması, artık Merkez Bankası’nın Saray’dan bağımsız karar alamayacağının işaretlerini veriyordu. Saray’ın da düşük faiz arzusu herkesçe malumdu. Dahası, Saray’daki siyasi erkin kamu kurumlarına müdahalelerinin bugüne kadar yaptığı tahribat düşünüldüğünde, her şey konusunda sahip olduğu fikirlerle tek adamın yürüttüğü yönetim tarzının TCMB gibi, ülkemizin güzide kurumlarından birinin işleyişine de hâkim olması kaçınılmazdı. Bu gücün farkında olan yeni Başkan’ın Saray’la ilişkilerini iyi tutmasının önemini bilmesi, onun siyasi kimliğinin bir sonucuydu.
Altı aydır başkanlık koltuğunda oturan Sayın Kavcıoğlu, Eylül ayına kadar bir şekilde siyasilerin arzu ettikleri faiz indirimlerine onay vermedi. Artırması gereken faizleri, en azından sabit tutarak piyasaların güvenini sağlamaya çalıştı. Bu davranışın kendisine siyasi olarak nelere mâl olduğunu bilmemiz elbette mümkün değil. Ancak Sayın Kavcıoğlu’nun direnci Eylül ayında kırıldı ve politika faizi 100 baz puan indirildi. Kamuoyunu bu karar konusunda ikna edebilmek için, daha önceden konuşmalarıyla sinyal veren Sayın Başkan, Banka’nın faiz kararı için referans aldığı manşet enflasyon yerine çekirdek enflasyonu dikkate alacaklarını söylemiş, bu şekilde kamuoyunun bir kısmının desteğini alabilmişti. Öyle ki, aldıkları faiz kararını enflasyonla ilgili bir veriye dayandırma ihtiyacı hissettiklerini kamuoyuna yansıtabilmişlerdi. Bu onların aldıkları faiz kararını bir kurala bağlama arzusunun işareti olarak yorumlandı.
En azından bunu bir güvence olarak gören kamuoyu, tüm dikkatlerini TÜİK’in Ekim ayı başında açıkladığı enflasyon rakamlarına çevirmişti. Ancak açıklanan rakamlar hem manşet enflasyonda, hem de çekirdekte artış olduğunu gösteriyor ve Merkez Bankası’nın Ekim ayı toplantısında yapacağı faiz artışına işaret ediyordu. Fakat kamuoyu tüm iyi niyetini kullanarak, ülkenin siyasi realitesini de dikkate alıp, Merkez Bankası’na müsamahalı davranmış ve arttırması gereken faizleri sabit bırakmasını bile kredi verebilecek bir karar olarak kabul etmiştir. Piyasalar bir nevi kötüler arasından daha az kötüye kendiliklerinden ikna olmuşlardı.
CHP’nin ziyareti destek mi köstek mi?
Her şey 15 Ekim tarihinde CHP lideri Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ve arkadaşlarının TCMB’yi ziyaret etmesiyle değişti. Kanımca yapılan bu hamle Türkiye iktisat tarihi açısından önemli bir kırılma yarattı. Görünen o ki, muhalefet bu hamlesiyle Merkez Bankası Başkanı’na, alacağı faiz kararı için destek vermeyi ve “korkma, arkanda ben varım” demeyi amaçlamıştır. Ama bu müdahaleyle yeterince siyasallaşmış bir Merkez Bankası’nın çok daha fazla siyasallaşması sağlanmış oldu. Alınacak faiz kararında kriter olacak ekonomik veriler gölgede bırakılarak, bu hamlenin yaratacağı siyasi tahribatı gidermeye yönelik bir başka siyasi hamlenin iktidar tarafından yapılması sağlandı.
Muhalefet açısından bu ziyaret kişilerin değil, ekonominin yararına olacak kararlara siyasi olarak verecekleri desteğin ifadesiydi. Ancak en son faiz indirim kararının alınmasında bu hamlenin etkili olduğu da şüphesizdir. Böyle bir hamlenin muhalefete siyasi olarak ne kazandırdığı ayrı bir bahis konusudur elbette.
Ancak bu eylemle yapılan hata şudur: Bir kere Merkez bankaları, icra ettikleri fonksiyon gereği kamunun diğer ekonomi kurumlarına benzemezler. Onların aldıkları kararlar doğrudan piyasaları ilgilendirir ve sonuçları bu piyasalarda yankı bulur. Merkez bankalarının ihtiyaç duydukları destek veya eleştiriler de doğrudan piyasaların tepkileriyle verilir. Bu tepkiler daha gerçekçi ve siyasetten daha uzaktır. Her şeyden öte iktisadi tepkilerdir.
İkinci önemli husus ise, muhalefetin destekleyeceği ve kendince ekonominin yararına olduğuna inandığı kararın ne olduğudur ve buna nasıl karar verildiğidir. Neticede CHP bir siyasi partidir ve demokratik ülkelerdeki siyasilerin ekonomi konusundaki görüşlerini temsil ettiği kitleler yönlendirir. Dolayısıyla CHP’nin doğru olarak nitelediği politikaların, temsil ettiği kesimler bakımından bir anlamı vardır. Şu an bir muhalefet partisi olan CHP’nin, TCMB’nin kendince doğru gördüğü bir faiz kararı alması gerektiğini ima edip, desteğini sunması doğru görülemez. Hatta bankanın alacağı karar iktisaden yanlış olsa bile. İktisaden yapılan hataların hesabı parlamentolarda ve seçimlerde verilmelidir.
Şimdi, 21 Ekim tarihinde alınan karardan sonra Merkez Bankası Başkanı çıkıp, “bu karar ekonominin ve Türkiye’nin yararınadır” derse, muhalefet bu iddianın aksini nasıl ve hangi bağlamda tartışacaktır? Zira bir siyasetçi için konunun tartışılmasının bağlamı siyasettir. Ama kararı siyasi bir bağlamda tartışmaya çekince de, talep ettikleri “bankanın siyasetten bağımsızlığı” bizzat kendilerince tartışmaya açılmış olacaktır. Nereden bakarsanız bakın, yapılan tek kelimeyle kısa erimli, son derecede miyop siyasi bir eylemdir.
Faiz indiriminin ardından
TCMB’nin en son aldığı faiz kararı, benim de içinde bulunduğum birçokları için sürprizdi. Faizlerin düşürülmesi değil, ama boyutu gerçekten kimsenin beklediği bir şey değildi. Böyle bir sürpriz kararda CHP’nin hamlesinin rolünün olup olmadığı, elbette bizim de yaptığımız gibi tartışılacaktır. Ama ekonomiye etkisinin önemli olacağı kesindir. Kurlarda yaşanan dalgalanma bunun ilk sinyallerini verdi bile. Ama asıl etkiyi zaman içinde yaşayarak göreceğiz.
Alınan bu faiz kararının ne işe yaradığını düşündüğümüzde, iktisadi olarak kararı destekleyecek ve anlamlandıracak bir gerekçe bulmak pek mümkün değil. Sanırım gerçek mesele, “faiz enflasyonun sebebidir” türünden bir düşünceye körü körüne inanıp, ülkeyi bunun uygulama alanına çevirmek; bir dereceye kadar da kibir ve inat olsa gerek. Ama böyle bile olsa ülkemizin mevcut yönetim modelinin ekonomimizi yıkıma götürebilecek böyle bir kararın alınabilmesinin önüne geçecek mekanizmalara sahip olmaması ve/veya varsa da işlerlik kazandıramaması hepimizin düşünmesi gereken önemli bir sorundur. Siyaset ve siyasiler böyle bir noktada devreye girebilirler; ama bu müdahale faiz düzeyini belirleyecek karar sürecinin kendisine müdahale şeklinde olmamalıdır.
İTÜ İşletme Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Warwick ve Nottingham Üniversitelerinden ekonomi alanında yüksek lisans ve doktora dereceleri bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak Türkiye ekonomisinin gelişme ve büyüme sorunları üzerine çalışan Öner Günçavdı’nın ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanmış birçok makaleleri, kitap bölümleri ve derleme eserleri bulunmaktadır. Ayrıca 2009 yılında Tarih Vakfı tarafından yayımlanan “Düşten Gerçeğe – Türk Sanayiinde Elginkan Topluluğu” isimli eser ile “Yolun Sonu: Türkiye’nin Büyüme, Faiz, Bölüşüm Açmazı ve Yeni Türkiye Söylemi” (Efil Kitapevi, 2015) adlı iki telif kitabın yazarıdır.