ZEKERİYA ŞİMŞEK Tanzanya İşbirliği Forumu Kurucusu
Bertold Brecht, Max Frisch’e diyor ki:
“Belki siz de günün birinde böyle ilginç bir duruma düşersiniz; biri size ülkenizden bahsederken sanki size Afrika’da bir yerden bahsediyormuş gibi dinlediğiniz duruma.”
Berlin. Londra’nın yarısı, Paris’in dokuz katı yüzölçümüyle karasal iklimin hâkim olduğu bir Kuzey Avrupa şehri. Türkiye’ye, uçak yolculuğu ile üç saatlik uzaklıktadır. Tekno müziğin Avrupa üssü ve filarmoni orkestrasıyla 1882’den beri klasik müziğin zirvelerinden biri olarak her insanda farklı bir çağrışımın sahibi Berlin, kiminin gözünde içinden geçen nehirleri (Spree ve Havel) ve bunların üzerindeki köprüleri, gölleri ve yemyeşil dokusuyla turistik bir destinasyona işaret ederken, kiminde başşehir kuralcılığı ile ciddiyeti/resmiyeti ya da Alman insanının verimliliğini ve disiplinini temsil eder, kimileri için Alexander Meydanı, Müzeler Adası ve Brandenburg Kapısı ile kozmopolit bir kültür şehridir. İki yüz bin Türk’ün yaşadığı bugünkü Berlin gurbet olmaktan çıkmış, birinci kuşağın ikinci vatanı, çocukları için anavatan olmuş, Türkiye’ye kesin dönüş planları karabasana dönüşmüşse de biz Türkler için “Avrupa’daki Türkiye”dir. İkinci Dünya Savaşı öncesi altı milyon insanın yaşadığı şehrin bugünkü nüfusu dört milyondur ve her dört kişiden üçü göçmendir.
Berlin, Londra ve Paris dünden bugüne Avrupa’nın üç silahşoru olmakla birlikte Berlin’in kara kaplı kitabı biraz daha “yüklü”dür. Avrupa Tarihi’nin en ağır yükü üzerine kalmış şehirdir Berlin. Tarihin en büyük savaşını ve insanlığın en büyük paylaşımını görmüş-geçirmiştir. Hüzünlü ama bir o kadar acımasız bu geçmişi taşımak zordur ama başka çaresi de yoktur. 13.yüzyılda kurulan Berlin, 19.yüzyılda, Afrikalı’nın kederinde “kader şehir”dir, 20.yüzyılda kendi insanının kederine vitrin olur. Berlin’i “dünyanın en dramatik şehri” yapan iki ev sahipliği vardır: Berlin Duvarı ve Berlin Konferansı.
Berlin Duvarı, 1961-1989 yılları arasında Doğu ve Batı Almanya’yı birbirinden ayırmak, Doğudakiler’in Batı’ya göçlerine (kaçışlarına) engel olmak amaçlı inşa edilmiş, kırk altı kilometrelik bir Utanç Duvarı, bir “insanlık ayıbı”dır. 1989 Kasım’ında karlı bir kış günü yıkılan Berlin Duvarı’ndan arta kalanlar, duvarın “hediyelik eşya”ya dönüşen kalıntıları ile anılarda tazeliğini koruyan acılardır.
Berlin’in ikinci dramatik ev sahipliği, Berlin Konferansı’dır. Berlin Duvarı kadar “meşhur” olmamakla birlikte etkilerini bugün de hissettiren “uluslararası bir etkinlik”tir Berlin Konferansı. 15 Kasım 1884’te başlamış 26 Şubat 1885’te yine karlı bir kış günü sona ermiştir, ermesine de; yol açtığı travmalar tedavüldedir. Afrika kıtasını “kafasına göre” şekillendiren Berlin Konferansı ile, o tarihten bugüne Avrupa’nın “eli” Afrika’nın “cebi”nden çıkmamaktadır. Afrika Tarihi’nde köle ticaretinden sonra en çok yer tutan yıkım Berlin Konferansı’dır. Kıtanın içinde bulunduğu açlık, kıtlık, sağlıksız yaşamlar ve diktatör yönetimler için “sürdürülebilir” sponsorluklar imza altına alınmıştır Berlin’de. Afrika, bugün de kendi ayakları üzerinde bir türlü duramıyorsa bunun miladı Berlin’dir. Berlin Konferansı ile misyoner sömürgecilik mega sömürgeciliğe evrilmiştir.
Berlin Konferansı, kurt politikacı Otto von Bismark (1815-1898) tarafından Afrika kıtasında toprağı olan veya kıtanın paylaşılmasında politik ve/veya ekonomik çıkarı bulunan on dört ülkeyi davet ile toplanmıştır. Bu devletler; Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika, Portekiz, İspanya, ABD, Danimarka, Avusturya-Macaristan, İsveç-Norveç, Hollanda, Rusya ve Osmanlı’dır.
Neden Berlin Konferansı?
1500’ler sonrası Afrika kıyıları keşfedilirken iç coğrafya pek ilgi çekmemiş; 19.yüzyılda Sanayi Devrimi ile birlikte oyunun kurallarını yeniden yazmak gereği ortaya çıkmıştır. Yığın üretim, işgücüne talebi ve yeni hammadde kaynakları ihtiyacını gündeme getirmiştir. İngiliz Dr. David Livingstone (1813-1873), Afrika’nın içlerine ilk yolculuğu gerçekleştirir. Onu aramaya gelen New York Herald gazetesi muhabiri İngiliz asıllı ABD vatandaşı Henry Morton Stanley (1841-1904), gördüklerini ekonomik değere çevirmek arzusuyla Belçika Kralı 2.Leopold (1835-1909) ile işbirliği yapacaktır. “Afrika’ya uygarlık götürmek” amacı ile 2.Leopold’un önderliğinde düzenledikleri Uluslararası Coğrafya Konferansı sonrası 1878’da Brüksel’de Uluslararası Afrika Derneği kurulur. Dernek, H.M.Stanley’in Afrika seferlerini finanse eder ve onun yönlendirmesiyle ilgi alanı Kongo’dur. Bu bölge, Afrika haritalarında boş olarak gösterilmektedir.
Tek sorun, Kongo’da nasıl bir oluşum gerçekleştirilecektir? Bu dönemde İtalyan asıllı Fransız gezgin P.P.Savarman de Brazza (1852-1905)’da Afrika’dadır. 1882’de P.P.S.Brazza, yerli halkla anlaşarak Malebo Gölü’nün güney kıyısında Kintamo Şelaleleri bölgesi yakınında Brazzaville üssünü kurar; böylece Fransa, Afrika’nın güneyinde küçük ama stratejik öneme sahip bir yere yerleşmiştir. Bölgede bir sömürge yapı kuracak ve sonra Kongo’nun güneyine doğru genişleyerek bölgeyi kontrol imkânı elde edecektir. P.P.S.Brazza’nın ardından H.M.Stanley’de vakit kaybetmeksizin 2.Leopold adına Kongo’da Leopoldville’yi kurar. H.M.Stanley, bölgede bir demiryolu inşasıyla Afrika’nın “uygar dünya”ya eklemlenebileceği ve bunun hem Afrikalılar hem de Avrupalılar için büyük faydalar sağlayacağı iddiasındadır. H.M.Stanley’in ajan-organizatörlüğündeki Uluslararası Afrika Derneği, Uluslararası Kongo Derneği’ne dönüşürken; ardışık gelişmeler Avrupa ülkeleri arasındaki görüş ayrılıklarına ve çıkar çatışmalarına (İngilizler ve Portekizliler serbest ticaret faaliyetlerinin sona ereceği korkusuna kapılırlar vb.) zemin hazırlamaktadır ki Berlin Konferansı, Afrika’ya Avrupalı çözümler sunacaktır.
Her yönüyle O.Bismark’ın eseri olan Konferans, Fransız-İngiliz yakınlaşmasını engelleyici taktikler, masadaki büyük-küçük tüm devletlerin birbirlerini ezmeden masadan mutlu-memnun kalkmaları ile hedefine ulaşacaktır. Pastanın aslan payı Belçika’nındır: Büyük devletler kendi aralarındaki rekabeti önlemek için Belçika’nın yaklaşık 80 katı büyüklüğündeki Kongo topraklarının (Afrika kıtasının en uzun ikinci suyolu Kongo Nehri ile yaklaşık % 60’ı tropikal yağmur ormanlarından oluşan Kongo Havzası) 2.Leopold’a verilmesini onaylar. Yamyam hikâyeleri, paylaşımı meşrulaştırmak planının parçası olarak bu dönem servis edilir. 2.Leopold, küçük bir ülkenin kralı olmasına rağmen fikirlerini iyi pazarlayarak istediğini elde etmiştir. 2.Leopald kendisinin hiç ayak basmadığı bu topraklarda, 1885’te, Dernek kılıfı altında “özel mülk”ünü işletmeye alarak sömürgecilikte akıl almaz insanlık dışı yöntemlere pirim vermiş ve zenginliğine zenginlik katmıştır.
İşte Berlin Konferansı böyle bir milattır. Konferansın motive edici gücüne dair İtalyan tarihçi Raimondo Luraghi (1921-2012) şöyle diyor1: Şimdi Avrupalılar’a, dünyayı keşfetmek, tanımak ve ele geçirmek kalıyordu. Evet, ele geçirmek. Çünkü o sıra Avrupalılar, kendi uygarlıklarını “tek” uygarlık olarak düşünmeye başlamışlardı. Bu zihniyet, bir ulusun uygarlığının manevi ürünleriyle değil, teknik düzeyiyle ölçülmesinden doğuyordu. Tarım ve zanaat uygarlığında kalmış olan öteki uluslar, barbardan başka bir şey değillerdi. Ramayana (Hint destanı) ya da Kur’an’ı okumuş, Ellora tapınaklarını (Hindistan’da) görmüş olmalarının hiç önemi yoktu. Topları, iplik yapan tezgâhları bulunmadığı ve tüfekleri olmadığı için bunlar barbardılar. (…)
Bağlantı kurdukları uygarlıkların kendi uygarlıklarından “daha aşağı” değil, sadece değişik olduğu bu adamların aklına bile gelmiyordu. Bu uygarlıkların başka değerlere dayandığını, ateşli silahlara sahip olmasalar da öğrenmeye, hayranlık duymaya, hatta incelemeye layık manevi değerlere sahip bulunduğunu akıllarına bile getirmiyorlardı. Hayır, bunlar sadece barbar ve boyunduruk altına alınmaya layık kişilerdi. Üstelik, yeni teknik Avrupalılar’a korkunç bir askeri güç de sağlıyordu. (…) Dolayısıyla, dünyayı uygarlaştırma inancı içinde sömürgeci yayılma sürdü gitti. Ama bütün ilkel ve geri kalmış yapıları yok etmekle, bütün dünyaya tekniğin ürünlerini getirmekle, hiç küçümsenmeyecek, çok gelişmiş, “Avrupalı yaşayışı”nın demir tasa çarpan toprak tas örneği dağılan kültür biçimlerine, çoğunlukla onarılmaz zararlar verildiğinin farkına varılmıyordu. Üstelik, bağımsızlığın yitirilmesi, boyunduruk altına girme, egemen güçler tarafından sömürülme, sömürge halklarını sefalete ve aşağılanmaya itti, uygarlığa ve gelişmeye değil.
Kendi içinde bir centilmenlik anlaşması olarak Berlin Konferansı, Afrika’nın tam anlamıyla paylaşılmasında tarafların birbirlerine karşı etki-tepki alanlarının çerçevesini çizmiş; bir bakıma “en büyük toprak parçasına ben bayrağımı dikmeliyim” yarışına “start” vermiştir. Berlin Konferansı ile Afrika, “Avrupa’nın abileri” tarafından paylaşılırken üzerinde anlaşılamayan yerler “küçük kardeşler”e bırakılmıştır. Bugünkü Afrika’nın cetvelle çizilmiş ülke sınırları, Berlin’in “yadigâr”ıdır. Afrika’nın kültür dinamikleri kabileler, hallaç pamuğu gibi atılarak parça pinçik edilmiş; Haçlı Seferleri (1096-1272) ile Doğu’yu ele geçiremeyen Avrupa, faturayı Afrika’ya kesmiştir. Martinikli şair-politikacı Aime F.D.Cesaire (1913-2008), neden Barbar Batı dediğinin altını yalın bir anlatımla doldurmaktadır2: Ben Kongo’da kurban edilen binlerce insandan bahsediyorum. Onlar; ihraç edilen pamuğun ya da kakaonun tonajıyla, zeytin ağaçları ve asmaların yetiştirildiği alanların kaç dönüm olduğuyla benim gözlerimi kamaştırmaya çalışıyorlar.
Bir gelecek tasarımı olmaktan çok geçmiş zaman birikimli biçimlenmiş gerçekliğin kısaltılmış adı olarak AB, bütünleşik tarihindeki eski alışkanlıklarından aldığı güçle Berlin Konferansı mekanizmalarını güncel tutmaktadır, bugün.
Berlin, 21.yüzyıl içinde iddialı ve istikrarlıdır; Berlin’de yaşayan kâh Türkler hedeftedir kâh Afrikalılar… Almanların 20.yüzyıl’daki Herero ve Nama katliamı referansını unutmamak gerekir. Namibya’da uyguladıkları politikanın sonuçlarının soykırım olduğunu ilk kez (1966’da) gündeme getiren ve birçok tarihçi-hukukçu tarafından desteklenen Alman tarihçi Horst Drechsler (1927-2004)’e göre3; 20. yüzyılın ilk soykırımı olarak Herero ve Nama katliamı, Yahudi soykırımı ile benzer özellikleri ile de kayda değerdir. Berlin Konferansı paylaşımıyla Alman sömürgesi olarak işlem gören Namibya’da 1904-1907 arası yerli halkın başkaldırısı, olağanüstü yetkilerle donatılan General A.D.Lothar von Trotha (1848-1920) ve emrindeki yaklaşık on beş bin kişilik Alman ordusunca yüz bine yakın Herero ve Nama’nın öldürülmesiyle karşılık bulmuştur. Fransız-İngiliz kardeşliği arasında gözden kaçsa da Almanlar, Doğu Afrika’daki sömürgecilik pratikleriyle başrolde olmasalar da önemli oyuncudurlar. Berlin etkisi, bugün de dolaşımdadır Afrika’da. Güney Afrikalı akademisyen Adekeye Adebajo (1966-)’nun “Berlin’in Laneti” (The Curse of Berlin, 2010) kitabındaki ironik göndermeler bu bağlamda dikkate değerdir.
Belçika Kongosu’nda kurulan sözüm ona bağımsız “Özgür Kongo Devleti” (Congo Free State), uyguladığı vahşi çalışma yöntemleriyle halkı köleleştirilmiş; “Dünyanın henüz nüfuz edilemeyen tek bölgesini uygarlık ile tanıştırmak, oradaki halkların üstünde asılı duran karanlığı aydınlığa dönüştürmek” için çeyrek yüzyılda en az 10 milyon insanı katletmiştir. İlk keşfedilen kaynak fildişidir. Fildişi ticaretinden komisyon alan şirketler, fildişi toplaması için çalıştırdıkları köylüleri, kotayı dolduramadıklarında suaygırı derisinden yapılmış chicotte adlı kamçılar ile cezalandırmış ve bu cezaların çoğu ölümle sonuçlanmıştır. 1890’larda kauçuğun motorlu araçlarda kullanımı ile ikinci keşif yapılarak Kongo ormanları yağmalanmıştır. Fildişinden sonra kauçuk kotası yürürlüğe girmiş, bu defa kamçıların yerini kotayı dolduramayanların (çocuklar ve kadınlar dâhil) ellerinin ve ayaklarının kesilmesi kitle vahşeti almıştır. Kral, uygulamalarının uluslararası alanda duyulması sonrası tepkiler üzerine özel mülkü “Özgür Kongo Devleti”nin yönetimini Belçika Devleti’ne devretmiş, Belçika Devleti, “insanileştirilmiş (!)” düzenlemeler ile tecavüzlere, yakıp yıkmalara, sürek avlarına aynı hızla devam etmiştir.
Kral’ın adamları (paralı askerler ve misyonerler) ülkeye yabancıların girişini yasaklamıştır. Amerikalı gazeteci-yazar Adam Hochschild (1942-)’ın “Kral Leopold’un Hayaleti: Sömürge Afrika’sında Açgözlülüğün, Dehşetin ve Kahramanlığın Hikâyesi” (King Leopold’s Ghost: A Story of Greed, Terror, and Heroism in Colonial Africa, 1998) kitabından öğreniyoruz ki: Kral’ın icraatlarını dünya kamuoyu İngiliz gazeteci Edmund D.Morel (1873-1924)’in fotoğraflarından ve başlattığı dünyanın ilk insan hakları hareketi kampanyasından öğrenmiştir. Belçika limanlarına Kongo’dan gelen fildişi, bakır ve kauçuk yüklü gemilerin silah ve mühimmat yükü ile geri döndüklerini fark eden ve hayatını Kongo gerçeğini tarihin önüne koymaya adayan E.D.Morel’dir.
Kongo Reform Derneği (Congo Reform Association)’ni kuran E.D.Morel’e destek verenler arasında İrlandalı devrimci R.D.Casement (63), Amerikalı rahipler W.Sheppard ve W.Morrison, Polonyalı denizci-yazar J.Conrad (1857-1924), Tom Sawyer’ın yazarı Mark Twain (1835-1910) ile Sherlock Holmes’ün yazarı İrlandalı Arthur Conan Doyle (1859-1930)’de vardır. Kral, bir yardım kuruluşu şablonu ile kurduğu “Uluslararası Afrika Derneği” (Association Internationale Africaine)’nin başına Gazeteci Henry Morton Stanley (1841-1904)’i geçirip Kongo’ya göndermiş, Kongo topraklarına ayak basmadan maşası aracılığı ile kendini “Kongo’nun Hâkimi” ilan etmiştir. Anvers, Brüksel, Ostend gibi Belçika şehirleri, Kral’ın Kongo ganimetleri üzerinde yükselmiştir.
Belçika kolonyal geleneğinin temsilcileri bugün de atalarının küstah bakış açısı ile uyum içindedirler. “Kral II. Leopold milli kahramanımızdır,”mesajı ile Belçika parasının üzerine resmi basılmış, heykelleri dikilmiştir ki, Adolf Hitler onun çırağı olamaz. Kongo’da gemi kaptanı olarak çalışan J.Conrad’ın hayatını değiştiren ve Afrika’da yaşadıklarına dair Karanlığın Yüreği (Heart of Darkness, 1899) romanındaki sömürgecilik analizi, bir edebî metin olarak güncelliğini korumaktadır. Günümüzde sözde bağımsız olan 2 Kongo ülkesi, arada bir hortlayan Vekâlet Savaşları (Proxy Wars) ile perde arkasını boş bırakmayan Belçika’dan bir türlü yakasını kurtaramamış, “böl ve yönet” politikası ile; yüzyıllardır kardeşçe yaşayan Hutular ve Tutsiler birbirine kırdırılmış ve kırdırılmaktadır.
Bunca yeraltı ve orman zenginliklerine karşılık, 2 Kongo ülkesinin bugün de dünyanın en yoksul ülkeleri arasında ilk sıralarda yer almasının sebebi bu arka plandır. Kongo örneği üzerinden bu kısa Afrika analizi; kıtanın o tarihlerde başlayan talan edilme sürecinin, bugünde devam ettiğini, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir dercesine gözüme sokmaktadır. Afrika ülkeleri, geçimlik ekonomilerdir. Tarım, hayvancılık, balıkçılık hep “geçimlik kadar”dır. Diğer yandan sömürge yönetimleri ve işbirlikçileri havaalanlarını, limanları ve yolları maden/fildişi/kahve vb. ticaretine uygun imar ve organize etmişlerdir. Ülke halkları için “geçimlik” ekonomiler, sömürge yönetimleri ve işbirlikçileri için “evlâdiyelik” değerini korumaktadır.
Yeraltı ve yerüstü kaynaklar açısından dünyanın en zengin kıtasının bugünkü manzarası; salgın hastalıklar, insan hakları ihlâlleri, başarısız ve beceriksiz yönetimler, askeri ve/veya iç çatışmalar, kıtlık/yetersiz beslenme, yetersiz su, enerji ve sağlık sorunları, tarım ve üretimde ilkel yapı şeklindedir. Bu manzaranın dünden tek farkı “tüketim toplumu kodları”nın montajıdır. Cep telefonu var ya “temiz su” olmasa da olur artık. Afrikalılar, Berlin-Afrika hattından bîhaberdir de dikkat lütfen: Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika ziyaretleri öncesi hemencecik dolaşıma sokulan Almanya-Türkiye krizlerini bir de Berlin-Afrika Hattı bağlamında değerlendirin!
Evet, “Avrupa’nın bohem ruhu” Berlin’deyim. AB’nin finansörü Almanya’nın stratejik karar merkezi olarak bugün eskisinden daha güçlü Berlin’de. Alman Parlamentosu’nun karşısında bir kafede. Berlin’in timsah gözyaşlarına şahitlik ediyorum: Almanya, 1904-1908 yılları arasında Namibya’da Herero ve Nama halklarından yetmiş beş binden fazla insanı katledişini, 20.yüzyılın ilk “soykırım”ını kabul ediyor, Namibya’ya 1,1 milyar Euro bir mali destek sözü yani savaş tazminatı kararı veriyor, tarih 28 Mayıs 2021.
Sırt çantamdaki yarım kitabı bitirmek istiyorum: “Berlin’de yalnızsınız değil mi?“ dedi.
“Ne gibi?”
“Yani… Yalnız işte… Kimsesiz… Ruhen yalnız… Nasıl söyleyeyim… Öyle bir haliniz var ki…”
“Anlıyorum, anlıyorum… Tamamen yalnızım… Ama Berlin’de değil… bütün dünyada yalnızım… Küçükten beri…”
*Görüş gazetesi, farklı disiplinlerden, farklı görüş ve içeriklere açık bir platformdur. Makaleler Görüş gazetesinin editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.
1962, İzmir doğumlu. İşletme eğitimli. Danışmanlık şirketi kurucu ortağı. DEİK Türkiye-Tanzanya İş Konseyi Kurucu Başkanlığı yaptı (2011). Tanzanya İşbirliği Forumu Başkanı (2014-). Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek Afrikatürk dergisini projelendirdi ve yayımladı (2019). Afrika Menekşesi adlı öyküsü, Tarık Dursun K. Öykü Ödülü’nde “yayımlanmaya değer” bulundu (2019). Dünya Siyasetinde Afrika adlı akademik kitap serisinin bölüm yazarlarından (2020-). Afrika Şiiri’ne dair ülkemizdeki en kapsamlı araştırma-incelemeyi yaptı ve yayımladı (2021). Afrika üzerine yazıyor, seminerler veriyor, arada Afrika’da yaşıyor.
Kaynak:
- Luraghi, Raimondo (2011), Sömürgecilik Tarihi (Çev. H.İnal), İstanbul: E Yayını, s.17-18.
- Cesaire, Aime (2015), Barbar Batı (Editör. G.Ayas), İstanbul: Doğu Kitabevi Yayını, s.42.
- Ferro, Marc (2002), Sömürgecilik Tarihi, (Çev. M.Cedden), Ankara: İmge Kitabevi, s.136.
- Ali, Sabahattin (2014), Kürk Mantolu Madonna, İstanbul: YKY Yayını, s.77.