Son günlerde düşünsel ortamın meşgul olduğu konulardan biri, Post-Kemalizm paradigması üzerine şekillenmektedir. Bu tartışma Post-Kemalizm paradigmasının halen daha devam edip etmediği, etmiyorsa yerine neyin geçeceği ve-veya geçip geçemeyeceği meselelerini içinde barındırmaktadır. Bu minvalde bir tartışma da İlker Aytürk’ün yazıları ve video mülakatları ile harlanmıştır. Yine benzer biçimde Levent Köker’in Medyascope’daki sunumu da bu tartışmayla alakalı olmuştur. Yakın zamandaysa Doğan Gürpınar’ın Daktilo 1984’teki yazısı ve Berk Esen’in Politikyol’daki yazı serisiyle devam etmiştir.
Bu tartışmalar içinde ise Köker kısaca Kemalizm’in tanımını yapar ve Türkiye’nin demokrasi kalitesindeki problemleri-otoriterleşmeyi Kemalizm ile yüzleşmenin tam yapıl(a)mamasına bağlar. Ona göre Kemalizm’in aşılamaması, Türkiye’nin demokratik problemlerinin nedenidir. Aytürk ise Kemalizm’in Türkiye’nin sorunlarını arttırdığı, Türkiye’nin demokratik olmasını engellediği üzerine görüşlerin bir düşünce modeli olarak ele alınması gerektiğini belirtir. Aytürk’e göre artık bu düşünce yani Post-Kemalizm miadını doldurmuştur. Yerine yeni bir şey gelmektedir. Saydıkları olası yeni düşünce paradigmaları içinde ise Yeni-Atatürkçülük de vardır. Gürpınar‘sa burada farklı bir açıklama yapar. Yazara göre Post-Kemalizm muhakkak ki zamanını doldurmuştur. Fakat Türkiye’nin düşünce ikliminin çeşitli nedenlerle sığlaşması, yeni bir düşünsel paradigmanın ya da başka bir ifadeyle entelektüel kuşağın oluşumunu engellemektedir. Zaten mevcut durumda Post-Kemalist paradigma siyaset tarafından da aşılamamıştır. Bu minvalde de siyasi ve düşünsel ortam miadını dolduran bir fikri aşamamakta, takılı kalmaktadır. Berk Esen’se yazı serisinde Post-Kemalizm’i kökten eleştirmiştir. Yazara göre yeni dönemde Atatürkçü ilkeler tekrar tanımlanmalıdır. İlerleme de ancak böyle mümkündür.
Benim bu yazıda yapmak istediğim şeyse Yeni-Atatürkçülük ve onun kökeni olan Atatürkçülükle ilgili bu bir perspektif sunmaktır. Bu perspektifle birlikte de Cumhuriyetin ikinci yüzyılında Yeni-Atatürkçülük için sizleri düşünmeye davet etmektir. Böylelikle de Yeni-Atatürkçülük ne tarz bir şey olabilir, bu fikrin Batı ile ilişkisi nasıl olur, uzun vadeli bakıldığında küresel değişimlerde rotası nasıl oluşur gibi konularla alakalı olarak genel bir çerçeve çizmeye çalışmaktır. Bu amaçla da Atatürk’ün muasır medeniyet hedefine odaklanmak meramımı anlatmak açısından faydalı olacaktır.
Muasır Medeniyet, Batılılaşma-Modernleşme
Atatürkçülük ve muasır medeniyet hedefiyle ilgili paylaşmak istediğim şey; bu fikri-tatbiki akımı ve hedeflerini anlayabilmek için en başta Atatürk’e uzun tarihsel bir perspektifle yaklaşmak gerektiğidir. Zira Atatürk’ün fikirlerine uzun tarihsel bakışla bakılmadığında ortaya bazı tezatlar çıkar.
Nitekim Atatürkçülük aslında iki ayrı bakış-davranış tarzıyla oluşmuştur. Bunların biri Türk modernleşmesi, bir diğeri de Türk Batılılaşmasıdır. Fakat genelde Batılılaşma ve modernleşme de aynı şeylermiş gibi ele alınır. Çoğunlukla da yabancı kökenli olarak kabul edilir. Bu durumun böyle olmadığıysa ancak uzun tarihsel perspektifle anlaşılabilir. Konuya standart modern tarih bakışıyla yaklaşıldığında ise ortada bir tezat oluşur. Bu tezat şöyle ifade edilebilir; Batı bizle kavga ediyor ve bize yani Türkiye’ye saygısızca davranıyorsa, biz nasıl muasır medeniyet olabiliriz? Zira muasır medeniyet yani Batı zaten bizi istememektedir. Öyleyse biz Batılı yani muasır medeniyet nasıl olabiliriz? Bu sorunsal İstiklal Marşında da şöyle belirir; “…medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar…”
İstiklal Marşında geçen bu dize aynı bugün olduğu gibi Batı karşısında Türkiye’nin pozisyonunu ortaya koyar. Bu pozisyon; Batı medeniyetinin yeri geldiğinde Türkiye’ye hiç de iyi yaklaşmadığı gerçekliğiyle daha da belirginleşir. Fakat Atatürk yine de muasır medeniyete ulaşmayı bize hedef olarak göstermiştir. İşte bu hedef, aslında Batı ile modern olanın aynı şey olmadığı gerçeğiyle birlikte anlaşılabilir. Bu gerçeğin ortaya konabilmesi için de uzun dönemli tarihsel bakış gereklidir.
Uzun tarihsel okumaya geçmeden önceyse ilk olarak Batılılaşma ve modernleşmenin aynı şeyler olarak ele alınmasıyla ortaya çıkan tarih bakışının ele aldığı sonucu ifade etmek gerekir. Bu bakışa göre Osmanlı’nın son asrındakiler dahil yaşanan değişimler hemen hemen tamamen Batı kaynaklıdır. Türk Modernleşmesi-Batılılaşması içindeki bir takım önemli değişimler Osmanlı yöneticilerine Batılı emperyal devletlerin zorlamasıyla kabul ettirilmiş şeylerdir ve hatta Türk modernleşmesi Batının zorlamasıdır. Örneğin Islahat Fermanı Batılıların Osmanlı’ya zorla kabul ettirdiği bir belgedir. Öyleyse Osmanlılar, modern anlamda bir vatandaşlık tanımını, yani dini kimlikler üstü bir eşit vatandaşlık fikrini esasında kendi iç dinamikleriyle değil, tamamen dışarının zorlamasıyla kabul etmişlerdir. Nitekim bazı araştırmacılara göre Osmanlı, Batı Avrupa devletleri gibi modernleşen kurumlara son dönemindeki dönüşümü dışında hiçbir zaman sahip olamamıştır. Böylelikle de devletin modernleşmesi tamamen Batı ile girilen hiyerarşik ilişki kaynaklıdır. Ayrıca bu tarz zorla değişimler toplumsal alana da yansımıştır. Örneğin giyim uygulamaları dahil çeşitli gündelik pratik değişimler ve din – devlet – toplum alanında atılan bir takım değişim adımları da yine devletin, toplumsal-iç dinamiklerden kopuk ve onlara ters olacak şekilde halka dayattığı uygulamalardır. Öyleyse Osmanlı toplumunda hiçbir zaman modernleşen-sekülerleşen eğilimler yoktur veya varsa da bunlar marjinaldir. Toplumun modernleşmesi-Batı ile benzer kalıpları takibi de bir zorlama sonucudur. Yoksa toplum kendi başına bu yönde bir değişim geçirmez. Giyimin, modanın, dine bakışın ve benzeri değişimlerin nedeni toplumun kendi dinamikleri değil yabancıların etkisi ve-veya devletin baskısıdır. Bu süreçte devlet seçkinlerinin Batılı kurumları ve uygulamaları benimsemesi, yer yer bunları zorlamasının nedeni de bir yandan yöneticilere uygulanan dış baskılar bir diğer yandan da devletin Batılı ülkeler karşısında almaya başladığı askeri yenilgilerdir. Yani güncel bir söylemle; beka için Batılı kurumlar kabul edilmiştir. Fakat bu kurumlar bir kere kabul edildikten sonraysa Batılı devletler politikalarıyla birlikte kendilerine yakın bazı zümreler yaratmıştır. Sonucunda da amiyane tabirle milli ve yerli olmayan bir devlet düşüncesi ortaya çıkıp, basitçe Jakoben bir devrim biçiminde Kemalizm yaşanmıştır.
Bu ele alım ise Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıktığı süreci en eski olarak 3. Selim’e (1789-1807) bağlar. Fakat bu ele alım bu padişahın uyguladığı Nizam-ı Cedit sürecindeki çoğu uzun süreçli dinamikleri de ıskalar. Nitekim yakın zamanda Osmanlı erken moderni üzerine bir yazı kaleme alan Ali Yaycıoğlu’nun da değindiği gibi, modern dönemin yapılarını sanki daha önceki zamanlarla hiçbir bağları yokmuşçasına ele almak, bizim yerinde tespitler yapmamızı engeller. Bu nedenle de günümüzdeki çoğu gelişmeyi tarihin uzun dönemli ele alımıyla, yani olayların yüzyıllara yayılan süreçleriyle birlikte düşünmek gerekir. Bu minvalde de 3. Selim’in içinde bulunduğu yapısal ortamı, dolayısıyla da Türk modernleşmesi ve Batılılaşmasını anlamak için de uzun tarihsel bakışla daha eski dönemlere bakılmalıdır.
Uzun Tarihsel Bakış: Türk Modernizminin Kökleri
Hem tarihsel bir düşünce hem de pratikler-reformlar dizisi olarak Türk Batılılaşması ve modernleşmesi, Halil İnalcık’ın da belirttiği üzere Atatürk devrimleriyle nihai bir sonuç-bir zafere ulaşmıştır. Bu bağlamda da hem Atatürk devrimlerini hem de Türk modernleşmesini yüz yıllara yayılan bir süreç içinde ele alınmak gereklidir. Bu ele alımla konuya yaklaşıldığındaysa ilk olarak değinilmesi gereken husus, batılılaşma ve modernleşmenin aslında ayrı şeyler olduğudur. Nitekim modernleşmenin ilk nüveleri, küresel bir ortam içinde 15. yy’dan itibaren oluşmaya başlamıştır. Buna göre modernleşme sosyo-evrimsel bir süreçle ilgilidir. Bu sürecin içinde Osmanlı toplumu da vardır. Bu haliyle de modernleşme, burjuva toplumuna dayanan bir ortamla alakalıdır. Bu burjuvaların belirgin özelliği geçimlerini tarım dışı alandan sağlamalarıdır. Süreç içinde ortaya çıkan bir diğer belirgin özellik ise bu burjuva toplumunun sekülerleşmeye başlamasıdır. Nitekim bugüne göre daha emekleme aşamasında da olsa Osmanlı toplumunda bir sekülerleşme görülür.
Örneğin 17. yy. Osmanlı düşünürü Kâtip Çelebi’nin, Kadızadelilere bakışında bu çok açık hissedilir. Benzer biçimde 16. yy’da yaşamış olan meşhur Osmanlı şeyhülislamı Ebusuud Efendi’de de aynı yaklaşım mevcuttur. Hatta ünlü şeyhülislamın çocukluk tanımı bugünkü modern tanımımıza oldukça uymaktadır. Nihayetinde de bu tip örnekler çoğaltılabilir. En belirgin noktasına da Lale Devri döneminde ulaşan bu seküler bakış eğilimi, kadın giyiminden sanatın ele alımına kadar değişimleri beraberinde getirir. Artık ana tema gündelik hayat ve insan üzerine dönmektedir. Nitekim son çalışmalarla da görüldüğü üzere Lale Devri itibariyle Osmanlı’da Yeni-Aristotelesçi felsefi çalışmalar başlayacak, doğayı materyal biçimde ele alım üzerine de kafa yorulacaktır. Bu tarz düşünceler zaman içinde yaygınlaşacak, 3. Selim ve Nizam-ı Cedid dönemine yani 18. yy. sonlarına gelindiğinde de belli bir olgunluğa erişecektir.
Bu minvalde de modernleşmenin tamamen Batıdan alındığı söylenemez. Hatta tersine oldukça yerli dinamiklerle de beslenir. Muhakkak ki bu dinamiklerin içinde Batı ile de derin bir iletişim vardır. Hatta bu iletişimin 15. yy’da yazılmış olan Aşıkpaşazade Tarihinde de ele alındığı görülür. Ünlü Osmanlı tarihçisi, zamanın Osmanlı genç elitlerini, Frenk adetlerinin bazılarını benimsediği için eleştirir. Bundan yıllar sonra 16. yy’da İstanbul’da bulunan Habsburg elçisi Busbecq ise Osmanlı giyimini övecektir. Yani her iki kesim de birbirinden etkilenir. Bu minvalde de Türk toplumunun uzun bir tarihsel arka plana sahip olacak biçimde modernleşme sürecinin içinde olduğu söylenebilir. Bu noktada ise karşımızda Batılılaşma meselesi durmaktadır. Nihayetinde Atatürk reformlarının önemli bir ayağı da Batılılaşmayla alakalı olmuştur. Öyleyse bu meselenin ne olduğuna da değinmek gerekir.
Batılılaşma: Nedir, Ne Değildir?
Batılılaşma esasında devlet kurumlarında yapılan bir dizi düzenlemedir. Bu düzenlemelerin yapılmasındaki temel motivasyon askeri sistemin düzeltilmesi, savaşlar karşısındaki mağlubiyetler dizisinin sonlandırılıp toprakların ve dolayısıyla da devlet varlığının korunabilmesidir. Yani Batılılaşma ilk başta genel bir toplumsal gelişim-değişimle ilgili değildir. Böylelikle modernleşmeden ayrılır. Tamamen yaşamsal-pratik kaygılarla Türk toplum hayatına girmiştir. Ancak sonrasında toplumun da Batıyla rekabet edilebilir hale hızlıca gelebilmesi için sosyal değişimler için de kullanılan bir politikalar bütünü haline gelir. Aslında bu durum da oldukça makuldür. Bazı bilim insanlarına göre Fransız İhtilali’nin ve Japon Meici Restorasyonunun gerçekleştirilme nedenleri de benzer kaygılardan beslenir. Nihayetinde de gelişkin sanayi orduları karşısında ayakta kalabilmek için bir dizi teknik değişimin kabul edilmesi oldukça makul bir şeydir. Hayat korkusu, yıkılmaz denilen sosyal kurumları o sosyal topluluğa yıktırır.
Böylece başlayan 19. yy. serüveni de nihayetinde devlet kurumlarının sert bir biçimde reforme edilmesinin tarihi olur. Bu sert reformlar Batılılaşma adıyla anılır. Tüm bu reformların ana amacı da devletin Batılı tarzda inşasıdır. Bu haliyle de devletin yeni inşası sürerken 1. Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı günleri de başlar. İşte burada günümüz okurunun bazı çıkmazlara düştüğü yere geliriz. Buna göre devlet son yüz yıldır Batılılaşmıştır. Şimdi ise benzemek istediği Batı ile savaşır. Ardından da Batılı kabul edilen normları, yani Atatürk’ün deyimiyle muasır medeniyeti kendine bir ilkeler bütünü olarak alır. Bu da elbette bir tezattır. Batılı olan yani yeri geldiğinde Türkiye’ye acımayan ötekiler aynı zamanda öykünülen bir şey midir? Böylelikle Batı düşmanlığı da oldukça kullanışlı hale gelir, toplumsal bellek içinde Batı ile modern olan da aynı şey olarak kodlandıkça Batı korkusu-karşıtlığı aslında modern olana savaş açan gericilerin işine yarar.
Halbuki yukarıda da bahsedildiği üzere modernleşmeyle Batılılaşma ayrı şeylerdir. Atatürkçülük, belli bir teritoryal yani vatan içinde ortak değerlere dayanan bir toplum inşası için çalışırken ve bu toplum için muasır medeniyeti bir hedef olarak koyarken, aslında koyduğu hedef modern topluma ulaşma, ya da daha iyi bir ifadeyle modernleşmeye devam etme hedefidir. Bu hedeflenen modern toplum ve onun üst kurumu olan modern devlet ise eşyanın tabiatı gereği ancak bir devletler sisteminde var olabilir. Zira devletler, aynı zamanda bir devlet sistemine ihtiyaç duyar. Burada modern Türkiye’nin de içinde bulunacağı sistem ise modern devletlerin oluşturduğu kompartımandır. Zira aksi mümkün değildir, sistem başka türlüsünü dışlar. Yani modern olmayan bir devletlerarası sistem, modern bir devleti içine kabul etmez. Bu nedenle de modern devletlerin ezici çoğunluğunu oluşturan Batı dünyasında – devletler sisteminde var olmak da bir diğer hedef olmak zorundadır. Bunun yanında Batılılaşma ayrıca pratik devlet kaygılarıyla da ilgilidir. Devletin kurumlarını benzeteceği bir örnek olarak ele alınır. Buna uygun sosyal etiketleri tanımlar. Dolayısıyla 3. Selim’den beri devam eden ve Atatürk hareketinin de pratik kaygılarla benimsediği şey Batılılaşma olur. Zira Batılı devletler bir örnek olarak idari ve ekonomik süreçlerin nasıl yürütüleceğini karar alıcılara gösterir. Nihayetinde tekerleği tekrar icat etmek de aptallıktır. Yapılmış olanı incelemek ve bünyeye uyarlamak daha az maliyetli ve daha iyi sonuç getirici bir şeydir. Bu da aslında Türklerin yerleşik hayata geçtikten sonra yerleşik Roma – İran – Arap devlet ve toplum sistemlerini benimseyip bünyelerine adapte etmesinden başka bir şey değildir.
Yani aslında Batılılaşma, uzun süreçlerden geçen toplumsal modernleşme dinamiklerinin ayakta tutulması ve sürmesinin devam edebilmesi için bir destekçi olarak uygulanan politikalar-pratikler bütünüdür. İşte böylesi bir ele alıma sahip olan Cumhuriyet kurucuları da bu paradigma altında hareket ettiklerinden dolayı olsa gerektir ki Batılı devletlerle savaşmalarına rağmen onların da benimsedikleri ama sadece onlara ait olmayan modern hedeflere sarılmaya devam edebilmişlerdir. Öyleyse Atatürkçülüğün birincil hedefi olan muasır medeniyete ulaşma da son kertede bir modernizm mücadelesidir.
Sonuç Yerine; Yeni Bir Atatürkçülük: Modern Olana İlerleme
Günümüzde modernleşme ve Batılılaşma ayrı ayrı ve-veya birleşerek Türkiye’yi etkilemeye devam emektedir. Burada ise hem yeni bir Atatürkçülüğü düşünürken hem de Türkiye’nin dünya ile ilişkilerini incelerken ele almamız gereken şey, Türkiye’nin ana hedefinin modernleşme olduğu-olması gerektiğidir. Türkiye Batılı normları değil, modern normları kabul etmektedir-etmelidir. Zaten insan hakları derken Batılı insan hakları demediğimiz gibi, modern ordu ya da sosyal devlet derken de Batılı bir şeyden değil, evrensel bir modernin arayışından söz etmek daha faydalıdır. Nitekim kökleri 15. yy’daki gelişmelerde bulunan, uzun süreçli ve halen daha gözlemlenen toplumsal dinamikler de Türk toplumunun modernleşmeye devam edecek dinamizmde olduğunu göstermektedir.
Son kertede de Batılılaşma ve modernleşmeyi ayrı şeyler olarak ele almak bizlere hem güncel sorunlarımız hem de yeni dönemdeki rota tayinlerimizde yeni imkanlar sağlayacaktır. Sonuç olarak takip etmemizin iyi olacağı şey de küresel insanlık mirasıdır. Bu miras, modern değerleri içselleştiren Batılılarla bizi dost tutar, benimsemeyen oportünist-popülist, gerici Batılılarla bizi rakip yapar. Güçlenen yeni-modern bir Türkiye ve onun tarihsel süreç içinde başat faktörü haline gelen Türk kültürü de bu rakiplerle mücadele edebilir ve ekonomik-sosyal-kültürel düzlemde rekabetten galip çıkabilir.
Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Tarih alanında doktora eğitimine devam eden Kabacaoğlu, Yale Üniversitesi ve Tarih Vakfı gibi çeşitli kurumlardan seminer-eğitim sertifikaları bulunmaktadır. İngilizce ve Fransızca bilmekte, Osmanlıca okuyabilmektedir. Çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış yazıları ve basılmış-yayınlanmış hikâye kitapları bulunmaktadır.