Genellikle dış dünya ile ödeme güçlüğüne giren ülkeler, döviz kazanma kabiliyetlerini bir şekilde arttırabilmek için öz kaynaklarını ucuzlatmaya ve böylece yabancıların ürettikleri mallara karşı taleplerini uyarmaya çalışırlar. Genellikle uluslararası ticarette rekabetçi olmayan mal kompozisyonuna sahip ülkelerin yurt dışı piyasalarındaki iş stratejileri bunun çok ötesine geçmez. Dövize sıkıştıklarında ulusal paralarının döviz karşısında değerini düşürüp, kurlar üzerinden kendi ihraç ürünlerine rekabet gücü sağlamaya çalışırlar.
Ancak bu ülkeler dışarıdan elde ettikleri döviz gelirlerini arttırırken, ülke içinde emeğin değersizleşmesine de vesile olurlar. Düşük ücret ve gelirler politikası ile yurtiçi talebi de azaltırken, mevcut üretim kapasitesini yurtdışı talebin karşılanmasına kanalize ederler. Bu, çok bilinen bir yöntem olarak uluslararası camianın politika önermeleri arasında, ödemeler dengesi sorunları yaşayan ülkelere önerilen politikalar arasında yer alır.
Türkiye, 1980 yılı sonrasındaki ekonomik reform döneminde, kur rekabeti adını verdiğimiz ve varlıklarımızın ve ürettiğimiz malların yabancılar nezdinde ucuzlatılmasına dayanan bu strateji ile tanıştı. Bundan tam kırk bir yıl önce. Bu politika, aslında TL cinsinden belirlenen üretim maliyetlerini döviz cinsinden gelir elde eden üreticiler için ucuzlatma politikasıdır. Bu politikanın tamamlayıcısı da, başta ücret olmak üzere ülke içindeki gelirleri düşük tutmak ve bu yolla iç talebi kısıp, mevcut üretim kapasitesini ihracata yönlendirmektir.
Bugün Merkez Bankası’nın saygıdeğer başkanı sıkı para politikasının çok uzun süredir kullanılmasından şikâyetçi. Ama ekonomide kırk yıldır kurlar üzerinden dış ticarete rekabet gücü kazandırmaya çalışılmasından rahatsızlık duymamaktadır. Geçen onca yıldan sonra, kur dışında hiçbir rekabet aracı geliştirememiş Türkiye ekonomisinde, hala vatandaşının emeğini ucuza pazarlayarak döviz kazanılması düşündürücüdür. Dahası, aradan geçen kırk yılda alternatif rekabet araçları konusunda ne yapıldığını sorgulamamaktadır. Maalesef şu anda karşımızda, bunca yıldır ekonomisine yön verememiş bir ekonomik yapı ve onun zaafları var.
Son günlerde döviz kurundaki oynaklıklar kamuoyunda endişe ile izlenirken, İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçılar Birliği Başkanı’nın temsil ettiği sektördeki üreticilerin ayakta kalabilmesi için, dolar kurunun en az 9 TL olması gerektiğini söylemesi gerçekten düşündürücü olmuştur. Dahası, bu talebinin hem uluslararası piyasada rekabet edebilme gücüne sahip olabilmek, hem de içeride yüzde 20-25 düzeyindeki ücret artışlarını karşılamak için zaruri olduğuna dikkat çekmiştir.
Bunlar, yaşı müsait olanların neredeyse kırk yıldır duydukları gerekçelerdir. Daha dün uluslararası rekabete açılan Çin bile, kalkınmasının başlangıç evrelerinde emek yoğun sektörlerde, yerel para biriminin değerlenmesine izin vermeden, bizdeki gibi sektörlere rekabet gücü vermiş ve bu şekilde neredeyse açlık sınırına getirdiği emek geliri sahiplerinin emekleri üzerinden ciddi başarılar elde etmiştir. Ancak bugün Çin 2025 hedefleri doğrultusunda kalkınmasındaki bu aşamayı geçtiğini tüm dünyaya ilan etmiştir. Artan refahı emek geliri sahipleriyle de paylaşabilmek için ücret artışlarına izin vermeye başlamıştır. Bu sebeple emeğin “sömürüsüyle” elde edilen artığın, katma değeri yüksek sektörlerdeki üretime yönelmesini iceren bir sermaye birikimi modeline geçiş yapmıştır. Bu dönüşümü Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşlarına konu olan sektörlerden anlamaktayız.
Çin’in çok kısa sürede yaptığı bu atılımı kırk yıldır yapamayan Türkiye ise, hala emek gelirlerinin baskılanmasıyla sağlanan artık üzerinden elde edilen bir sermaye birikim modeline devam etmektedir. Bunca yıldır yukarıda bahsi geçen ihracatçı sektörlerin ne yaptıkları ise hiç kimse tarafından sorgulanamamaktadır. Maalesef bu durum ülkemiz ve Türkiye ekonomisi için arzu etmediğimiz bir utanç tablosu oluşturmaktadır.
Kurlar ve nispi fiyatlar
Yerel paranın değersizleştirilmesi uzun süre sürdürülebilecek bir politika değil. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde böyle bir politikanın geniş halk kitlelerinin refaha erişimine engel olması kaçınılmazdır. 2001 krizi sonrası iktidara gelen AKP 2015 yılına kadar TL’nin değer kazandığı bir dönemde iktidarını perçinlemesini, uygulanan kur politikasına borçludur. TL değer kazanmış olsa bile, gelirler politikası bakımından hala düşük ücretlere dayanan ekonomi yönetimi, halkın daha fazla refaha erişimini onların borçlanma kapasitesini arttırarak sağlamıştır. Döviz bulmanın ve ucuza borçlanmanın mümkün olduğu bir dönemde ihracat yoluyla, üreterek döviz kazanmaya gereksinim duyulmamıştır. Bırakın ülkenin döviz yaratma kabiliyetini geliştirmeyi, olanın üzerinden ekonomide gelirin yeniden dağıtımına odaklanılmıştır. AKP’nin uyguladığı politikalar, dışarıdan borçlanarak ede edilen mali kaynakların, içeride alternatif sermaye birikimine aracılık eden sektörler üzerinden yeniden dağıtılmasını sağlamıştır. Borç ekonomiye ve tüm ülkeye yazılırken, bu kaynaklardan siyasilerin tercih ettiği dar bir kadro fayda elde etmiştir.
TL’nin göreli olarak değer kazandığı 2003-2015 döneminde bir refah illüzyonu yaşanmış ve tüm kamuoyu zenginleştiğine inandırılmıştır.
TL’nin değer kazanması yerel üretimin değerlenmesine, emeğin daha pahalı hale gelmesine neden olurken, ağırlıklı bir şekilde hizmet ve ticaret gibi faaliyetlerde arzın ana kaynağını oluşturmuştur. Ancak uluslararası mali piyasalarda değişen koşullar eskisi kadar kolay borçlanmaya imkân vermediğinde, Türkiye on yılı aşkın bir süre ekonomisinin arttıramadığı rekabet gücünü, çaresizlik içinde, yine kur hareketleriyle sağlamaya girişmiştir. Maalesef bugün geldiğimiz nokta budur.
TL’nin değer kaybını sadece ihracat gelirlerini arttırıcı etkisini göz önüne alarak değerlendirmek yanlıştır. Bugün yaşadığımız boyutlarda bir değer kaybının ülke içindeki makroekonomik dengeler üzerinde de ciddi etkileri olacak ve enflasyondan işsizliğe kadar içinde bulunduğumuz iktisadi güçlüklerin artmasına yol açacaktır. Belki doların TL karşısındaki değerinin 9 TL’yi aşması hazır giyim ve konfeksiyon sektörü için olumlu bir gelişme olarak düşünülebilir. Ancak ülkemizdeki istihdamın %50’den fazlasını sağlayan hizmet-ticaret ve inşaat sektörleri için aynı derecede olumlu bir gelişme değildir. Bu sektörlerdeki iktisadi faaliyetlerin değerinde düşüşe neden olan böyle bir gelişme sözkonusu sektörlerin istihdama ve bugüne kadar büyümeye yapmış oldukları katkıları yapmalarına mani olmaktadır. Öte yandan, ithalat bağımlılığı artmış üretimimizin kurlardaki yükselmeye olan duyarlılığı da son yıllarda artmıştır. Bu da bugün maruz kaldığımız enflasyon sürecine maliyetler yoluyla olumsuz etki yapmaktadır.
Enflasyonu kontrol altına almayı ve işsizliği azaltmayı amaçlayan bir politikanın öncelikle TL’nin “makul” ölçülerde değer kazanması ve kurlar üzerinden maliyetlere gelen enflasyonist baskıyı azaltması zaruridir. Dahası, değerlenen bir TL’nin yurtiçinde hizmet-ticaret ve inşaat gibi sektörlerde yol açacağı sınırlı düzeyde de olsa bir canlanma istihdamda artışa yol açabilecektir.
Bugün Türkiye ekonomisinde karşı karşıya kaldığımız durum ve TL’nin değer kayıpları, bazılarının düşündüğü gibi bir politika veya bir ekonomik büyüme modelinde değişimin göstergesi olarak yorumlanamaz. Yaşadığımız süreç bir model değişikliğinden ziyade, daha çok mali stres altındaki bir tacirin bu stresten kurtulabilmek için çıkış arama çabası olarak yorumlanabilir. Ancak ülkenin sonu gelmiş büyüme modelini, yine demode olmuş bir kur politikası izlenerek sürdürülmeye çalışılması ise son derecede düşündürücüdür. Bu politika, daha önceleri olduğu gibi ülkenin daha da fakirleşmesine, izlenilen yanlış nispi fiyat politikası nedeniyle kaynak kullanım önceliklerinin deforme olmasına yol açacaktır.
İTÜ İşletme Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Warwick ve Nottingham Üniversitelerinden ekonomi alanında yüksek lisans ve doktora dereceleri bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak Türkiye ekonomisinin gelişme ve büyüme sorunları üzerine çalışan Öner Günçavdı’nın ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanmış birçok makaleleri, kitap bölümleri ve derleme eserleri bulunmaktadır. Ayrıca 2009 yılında Tarih Vakfı tarafından yayımlanan “Düşten Gerçeğe – Türk Sanayiinde Elginkan Topluluğu” isimli eser ile “Yolun Sonu: Türkiye’nin Büyüme, Faiz, Bölüşüm Açmazı ve Yeni Türkiye Söylemi” (Efil Kitapevi, 2015) adlı iki telif kitabın yazarıdır.