Albert Camus

OLIVER GLOAG

Fransız yazar Albert Camus, Emmanuel Macron’dan George W. Bush’a kadar herkes tarafından beğenilen ikonik bir figür haline gelmiştir. Ancak Camus’nün liberal bir hümanist olarak idealize edilmiş kamusal imajı, Fransız sömürgeciliğinin Camus çalışmaları üzerindeki etkisini dürüstçe değerlendirmiyor.

George W. Bush ile Indiana’da idam cezasına çarptırılan Afro-Amerikalı bir mahkumun, aşırı sağdan Anarşist Federasyona kadar tüm Fransız siyasi sınıfının, Hollywood yıldızları ve sömürgecilik karşıtı Arap entelektüellerinin ortak noktası nedir? Hepsi Albert Camus’nün mirası üzerinde hak iddia ediyorlar.

Camus, arkasında önemli eserler bırakan, başlı başına büyüleyici bir karakter ve hayat hikayesi, Fransız ve Cezayir tarihinin çok önemli bir dönemine ışık tutuyor. Ancak kült statüsü – ve çalışmalarının görünüşte çelişkili okunmalari – Camus’yü çağımızın da adamı yapıyor.

İki arada bir derede

Camus (1913–1960), Fransız Cezayir’de beyaz yerleşimcilerden (Fransızca’da Pieds-Noirs olarak adlandırılır) oluşan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fransız romancı, filozof, gazeteci, deneme ve oyun yazarıydı. Mütevazı bir sosyal geçmişe sahip olmasına rağmen, Camus neslinin önemli bir edebiyat figürü olarak ortaya çıktı ve bir araba kazasında ölümünden üç yıl önce, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.

Camus, genç yaşlardan itibaren politik olarak aktifti. Birkaç yıl sonra partiden ayrılmasına rağmen, 1935’te Fransız Komünist Partisi’ne katıldı. II.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Fransa’nın Alman işgaline karşı entelektüel direnişinde aktif olarak yer aldı.

Camus, 1943’te Paris’te tanıştığı filozof ve yazar Jean-Paul Sartre ile başlangıçta yakın bir dostluk kurdu. Ancak bu dostluk, Camus’nün The Rebel (İsyankar) adlı makalesini yayınlamasından sonra Marksizm ve sömürgecilik meseleleri üzerine oldukça kamusal ve sert bir tartışmayla sonuçlandı.

Cezayir’in 1954 ve 1962 arasındaki Bağımsızlık Savaşı, Camus’yü derin bir kişisel ve politik çatışmanın içine soktu. Yavaş yavaş kamusal yaşamdan çekildi, ancak yazmaya devam etti ve öldüğü sırada son romanı üzerinde çalışıyordu (ölümünden sonra İlk Adam adıyla yayınlanan bir otobiyografik çalışmaydi).

Saadet ve Halk Cephesi

Camus bugün her yerde: filmlerde, Netflix ve Amazon’daki dizilerde, dergilerde, sinemalarda, başyazılarda, tişörtlerde ve hatta kitaplarda. Her türden insan tarafından ölçülü bir şekilde, her zaman hem saygılı hem de hayranlık uyandıran bir tonda anılan Camus, genellikle sadece gösteriş yapmak için kullanılıyor.

Ancak birçoğu, hızla efsanevi bir karakter haline gelen bir kültürel ikona atıfta bulunarak Fransa’nın – ve dolayısıyla Avrupa’nın – imparatorluk tarihini örtbas etmek için de Camus’den alıntı yapıyor. Bazen efsane, inanan bir kişinin bir azize yakarması gibi, içtenlikle kullanılsa da çoğu zaman yaklaşımlar daha alaycı.

Kendini, yazarın “hayranlarından” ilan edenlerin başında gelenlerden biri de Emmanuel Macron’dur. Macron, Fransa cumhurbaşkanlığına seçilmeden önce, yakın olduğu gazetecilere Camus’ye olan hayranlığını ve özellikle “Nuptials in Tipasa” (Tipasa’da Düğünler) adlı lirik denemesine olan hayranlığını sık sık itiraf ediyordu.

Gelgelelim bu ünlü makalenin kaynağında tam da Macron’un yok etmeye çalıştığı her şey yer alıyor. Başka bir deyişle, Macron gibi bir figürün işi, övdüğü makale için gerekli koşul olan, zorlu bir mücadeleyle elde edilmiş sosyal kazanımların bastırılmasıdır.

Mayıs-Haziran 1936 grevleri ve fabrika işgalleri çoğu Fransız işçisinin hayatını büyük ölçüde değiştirdi. Grevciler, patronlar ve Halk Cephesi hükümeti arasındaki müzakereler, önemli maaş artışlarına yol açtı. Daha da önemlisi, anlaşma çalışma saatlerinin azaltılması (kırk sekizden kırka) ve yılda iki hafta garantili ücretli izin ile yeni bir yaşam biçimini başlattı.

Sonuç olarak her şey değişti: Fransız halkı kırsal bölgeleri, plajları ve dağları, çoğunlukla bir bisikletin selesinden keşfetti. Kısa bir süre sonra, 1937’de başladığı “Nuptials in Tipasa” da (Tipasa’da Düğünler) genç öğrenci ve ofis çalışanı Albert Camus, saadet teorisini geliştirdi. Camus için bu, mutluluktan daha güçlü bir kelimeydi: doğayla yoğun bir birlikteliğin olduğu – bir gün olarak, daha fazla değil – tarif ettiği kısacık anları ifade ediyordu.

Camus’nün saadet kavramı, derin bir toplumsal kargaşadan kaynaklanan bu yeni gerçekliği ifade ediyor ve bunu edebiyata aktarıyordu. Yazarın geçici bir deneyim olarak tasarladığı küçük bir kasaba olan Tipasa’da güneşte geçirdiği gün, edebiyatta ilk kez derlenmiş, bildiğimiz tatil veya hafta sonlarıdır.

Bir Sömürge Ücret Endeksi

Bununla birlikte, Camus’nün toplumsal konulara olan bağlılığı -nihayetinde başka bir ideolojiye tabiydi. Sol görüşlü günlük Alger Républicain gazetesinde bir gazeteci ve köşe yazarı olan Camus, Ekim 1938 tarihli “Toplumsal Yasalara Karşı Spekülasyon” makalesinde, Mayıs-Haziran 1936’nın somut başarılarını mercek altına alıyordu. Haklı olarak, yükselen fiyatların ücret artışları karşısında eridiği gerçeği karşısında öfkeliydi ve ücretlerin geçim maliyetine endekslenmesini öneriyordu.

Camus, “yerli (Faslı olmayan) emekçiler” (Cezayirliler olarak adlandıracağımız) ve “Avrupalı ​​işçiler”e  (yerleşimciler olarak adlandıracağımız) yapılan ücret artışları arasındaki eşitsizliğe de dikkat çekiyordu. Camus, yerleşimcilerin ücretlerinin yüzde 20, Cezayirli işçilerin ücretlerinin ise yüzde 60 arttığını kaydediyordu.

Ancak Camus, bu noktaya iki grup arasındaki ücret eşitsizliğinin bariz adaletsizliğini sorgulamak için değinmiyordu. Grevlerden sonra Cezayirliler saatte 2,30 Frank, yerleşimciler ise 7,20 Frank kazanıyorlardı. Camus bunu doğal karşılıyordu. Camus’yü şok eden, yerleşimcilerin Cezayirliler gibi yüzde 60’lık bir artış almamış olmasıydı. Sömürgeleştiren ve sömürgeleştirilmiş olan arasındaki eşitsizliği sürdürmek istiyordu.

Camus, hem 1936 grevlerinin başarılarını, hem de sömürge sistemini savundu. Eski sömürge düzenini zımnen onaylarken, yeni gerçeklikleri sanata çevirerek çift yönlü bir rol oynadı.

Kullanışlı Bir Aziz

Bu, politikacıların ve parlak sayfalı dergilerin ve deri ciltli yayın yapan yayıncılarının hayal ettiği bir yazar değildir. Bu insanlar için Camus figürü iyi bir vicdanla eşanlamlı olmalıdır. Kendi kar amaçları için sömürülmesi gereken bir altın madenidir. Camus’den bir alıntı, sahte alçakgönüllülük ve ciddiyetle dile getirilen bir özgünlük mührüdür – kolay bilgeliğin bir işareti, gösterişli olduğu kadar belirsiz olan bir hümanizmi iddia etmenin bir yoludur.

Fransız toplumunun neredeyse tamamı Camus’yü laik bir aziz yaptı. Nadir rastlanan bir fikir birliğiyle, edebi, politik ve kültürel alanlar bir araya gelerek, Fransız halkı için hümanist, filozof, sömürgecilik karşıtı aktivist, başından beri bir direniş savaşçısı, her şeyden önce adalet aşığı bir adam ve harika bir yazar Camus imajı yarattılar.

Fransa’da tarih genellikle, Camus’nün simgesel bir kahraman ve Jean-Paul Sartre’ın onun zıddı bir hain olduğu, anavatanın hayırsever bir fatih olduğu bir masal olarak öğretilir.

Sartre, Doğu Avrupa’daki Sovyet müdahalelerini alenen kınamasına rağmen, bugün eski SSCB’nin ve totaliter olan her şeyin koşulsuz destekçisi olarak karikatürize edilir. Öte yandan Camus, zamanının ötesinde olan açık görüşlü bir hümanist olarak övülür.

Bu hayali görüntü- ki kelimenin tam anlamıyla böyledir – Fransa’nın seçkinlerine imparatorluk geçmişinin iyi niyetli bir açıklamasını sunmalarına ve yeni sömürgeci bugününü örtbas etmeye yardımcı oluyor. Bu imaji bir kenara atıp Camus’ye gerçekte olduğu gibi bakarsak, daha karmaşık bir figür ortaya çıkar: Cumhuriyetin eşitlikçiliği ile Fransız Cezayiriyle içgüdüsel bağlılığı arasında parçalanmış olan, Fransız devletinin bir bekçisi.

Fransa’nın Cezayir’deki yaklaşık yüz elli yıllık acımasız işgaline kısa bir genel bakışı da içermesi gereken bu yaklaşım, Camus’yü ve bugünkü mirasını şekillendiren ideolojik baskıları anlamak için gereklidir.

Cezayir’in Fethi

Camus, 1913’te, 1830’dan beri Fransız egemenliği altında olan bir ülke olan Cezayir’de doğdu. Cezayir’in sömürgeleştirilmesi büyük ölçüde iki aşamada gerçekleşti: Birincisi, Fransa’nın büyük ölçekte zulümler yaptığı 1870’e kadar süren fetihti. Tüm köylerin sakinlerinin katledilmesi, mahsullerin yok edilmesi, sığırlarının öldürülerek yok edilmesi – bunlar Fransız devleti ve neredeyse kamuoyunca bilinen tüm kişiler (Alexis de Tocqueville gibi şu anda saygı duyulanlar da dahil) tarafından onaylanan rutin uygulamalardı.

1870’te sivil yerleşimciler Fransız Cezayir’i ele geçirmeye başladı. Bu yerleşimciler Cezayirlileri fiilen köleleştiren ve onları Avrupalı ​​yerleşimcilere tanınan tüm yasal korumalardan ve haklardan mahrum bırakan, “Yerliler Yasası” olarak bilinen bir dizi ırkçı yasayla yönetiyorlardı. Kesintili ama güçlü isyanlarla karşı karşıya kalan metropoldeki bazıları, Cezayirli kitleleri elitlerinden ayırmak için Cezayirlilerin ayrıcalıklı bir azınlığına sınırlı haklar sağlayacak kısıtlı reformları tercih ediyorlardı.

Camus, genç yaştan itibaren bu tür reformlardan yanaydı; en son somutlaştırılmış hali, Halk Cephesi başbakanı Léon Blum ve Cezayir’in eski genel valisi Maurice Viollette’in adını taşıyan 1936 Blum-Viollette yasa tasarısı idi. Teklifleri, Cezayirli küçük bir azınlığa bazı haklar tanıyacaktı. Cezayir milliyetçiliğinin kurucu babalarından biri olan Messali Hadj, sömürge yöneticileriyle müttefik olan ve onlara bağlı bir Cezayirli elit yaratacak, sömürge taktikleri repertuarında klasik bir hareket olan tasarıyı o zamanlar olduğu gibi reddetti.

Bununla birlikte, Nisan 1937’de, yirmi üç yaşındaki Camus, bu projeyi desteklemek için bir manifesto yazdı. Bu manifestoda, onun mantığını anlayabiliriz: Cezayirli seçkinlere daha fazla hak vermek, onları kendi tarafına çekmek anlamına gelecekti: “(…) Fransa’nın çıkarlarına zarar vermekten uzak olan bu proje onlara en güncel şekilde hizmet edecek, böylece Arap halkının Fransa’nın takınması gereken insancıl yüzünü görmesini sağlayacaktı.

Sömürge sistemini reforme etmeye yönelik bu mütevazı girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Blum-Viollette yasa tasarısı, Fransız Cezayiri’nin kasaba ve şehirlerinin hemen hemen her belediye başkanından istifa tehditleriyle karşılaştı; sonuç olarak dikkate bile alınmadı. Kısa süre sonra Camus, doğrudan siyasi faaliyeti bıraktı.

İnsani Rapsodi

Bundan iki yıl sonra Camus, bu defa bir gazeteci sıfatıyla, Fransız yerleşimci kamuoyunu bir kez daha etkilemeye çalıştı. Haziran 1939’da Kabiliye’deki seyahatlerine dayanan bir dizi makalede, Camus’nün nihai olarak imkansız göreviyle boğuştuğunu görüyoruz: sömürgeciliği kurtarmak adına insancıllığı kullanmak.

Bu makalelerden biri olan “Yoksulluk İçindeki Yunanistan” a kısaca bir göz atalım. Camus, ondan yemek isteyen küçük Kabiliye çocuklarıyla karşılaşmasını anlatır; uzanmış ellerini, “yoksulluktan zayıflamış” olarak tanımlar. Sonra ona bir deri bir kemik kalmış bir kız çocuğu gösterirler, kızın büyükbabası Camus’ye: “Eğer onu temiz ve tok tutabilseydim, herhangi bir Fransız kızı kadar güzel olmaz mıydı?” diye sorar. Kızın halini gören Camus feryat eder, “Kendimi suçlu hissettim” diyerek ekler: “Böyle hisseden tek kişi ben olmamalıydım.”

Bu Kabiliye kızını, “herhangi bir Fransız kızı gibi” olabilmesi için korkunç yoksulluğundan uzaklaştırma arzusu, hayır işinin hem ödülünü hem de amacını yansıtıyor: sömürge düzenine dahil ve Fransız ailesine ait olmak. Ayrıca okuyucularına, “cömert” olmanın – başka bir deyişle Kabiliye halkının aç kalmasına izin vermemenin – sömürgecinin çıkarına olduğunu izah eder.

Bu makalelerde Camus, Kabiliye’nin işgalcilere karşı en sert direnişi gösterdiği için Fransız devletinin ihmalinin cezalandırıcı ve kasıtlı olduğuna değinmeden, Kabiliye’deki kötü yaşam koşullarını ayrıntılı olarak tanımlar.

Camus, yalnızca insani drama odaklanarak, bunu daha sonra yasa tasarısıyla aklayacak olan sömürge düzeninin hizmetine sundu. Sömürge projesine yönelik nesnel savunması, öznel bakış açısının, bir hümanist olarak samimiyetinin ötesine geçti.

Anlamsız Bir Hayat

Camus, makalelerinin bir sonucu olarak, Fransız yerleşimciler ve onların yönetim organları arasında reform ihtiyacı konusunda artan bir farkındalık görmeyi umuyordu. Tersi oldu. Sömürge yetkilileri, kısmen Camus’un makaleleri nedeniyle, o zamanlar arkadaşı ve akıl hocası olan Pascal Pia tarafından yayınlanan bir gazeteyi yasakladı. Sömürge fikrini etkileme yönündeki bu girişim, reform umutları için diğer bir başarısızlıktı.

Sömürgeci çevreleri etkileyememesi, Camus’yü derin hayal kırıklığına uğrattı. Diğer başarısızlıklar da bir araya geldi. Bazıları duygusaldı, örneğin karısının onu aldattığını öğrendiğinde ilk evliliğinin bozulması gibi. Diğerleri profesyoneldi: eğitiminin sonunda tüberküloz olması nedeniyle Fransız devleti tarafından öğretmenlik yapma yetkisi verilmediği için uzun üniversite kariyerinin boşa gitmesi gibi.

Bu hayal kırıklığı deneyimlerinden – Camus’nün en ünlü romanı Yabancı‘daki ana karakter olan Meursault’un ayırt edici özelliği olan – mutlak bir kayıtsızlık ve anlamsız bir dünya, mantıktan ve ahlaktan yoksun bir dünya – kısa, saçma bir dünya – kavramı ortaya çıktı.

Camus’ye göre iki saçmalık vardı. Birincisi, ne yaşamın ne de ölümün anlamlı olduğu gözlemiydi. İkincisi bir emirdi: İnsan, insan zekasının dünyaya bir açıklama veya anlam sunmadaki yetersizliğini tam olarak kabul ederek, hayatını “saçma bir adam” olarak yaşamalıydı.

Bu nedenle Camus, sömürgeciliğin ortaya koyduğu – kendisince çözülemeyen – sorunlara sırtını dönmesine izin veren bilginin, aydınlanmanın, tarihin reddini övdü. Daha sonra Cezayir ile yalnızca estetik bir ilişkiye odaklanmayı umdu. Siyasete ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki olaylar nedeniyle, bunu yapmak zorunda kaldığında döndü.

Kurtuluş Retoriği

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, egemen bir ulus olarak statüsü sorgulanır hale gelen zayıflamış bir Fransa, kolonileri üzerinde kontrolü yeniden sağlamak üzere bir dizi çaresiz, kanlı ve geçici olarak başarılı girişimler başlattı. Fransa’nın son zamanlarda Almanya tarafından işgal edilmesi konusundaki çelişki, Fransız sömürge yönetimi altında yaşayan halkların gözünden kaçmadı.

Ocak 1944’te Fransız Kongo’nun başkenti Brazzaville’de yapılan ünlü bir konuşmada Charles de Gaulle, neredeyse bağımsızlık vaat ederek Afrikalıları yanına aldı:

İnsanların bayrağımızın altında yaşadığı diğer tüm topraklarda olduğu gibi, Afrika’da da insanlar eğer kendi topraklarında, kendi kendilerinin yönetimine katılma noktasına kadar yavaş yavaş ilerlemezler ise ilerleme adını hak edecek hiç bir şey olamaz. . .. Bunu gerçekleştirmek Fransa’nın görevidir.

Fransa’nın kurtuluş retoriği – ve Avrupa’daki askeri yenilgileriyle – cesaretlenen birçok sömürge halk, egemenlik ve kendi kurtuluşlarını talep ederek sokaklara döküldü. Mayıs 1945’te Sétif ve Guelma kasabalarında, aralarında birçok Fransız ordusu gazisinin de bulunduğu yüzlerce Cezayirli, Avrupa’da Zafer (V-E) Günü’nde Cezayir bayrağı altında gösteri yaptı. Ayaklanmalar çıktı, Fransız yetkililer kontrolü kaybetti ve bazı polis memurları ve Fransız yerleşimciler öldü.

Olaylar acımasızca bastırıldı: ardından, Fransız ordusu, hava kuvvetleri, polis ve Fransız yerleşimci milisler tarafından, isyancı bölgelere kırk bir ton patlayıcı atılması dahil, binlerce Arap sivilin hayatını kaybettiği bir dizi katliam yapıldı. Bu katliamlar ciddi şekilde eksik rapor edildi – ve bu hala da öyle. İhtiyatlı tahminlere göre bile, on bin Cezayirli kurban vardı.

Bu Cezayirliler için kalıcı bir travmaydı: aslında bağımsızlık savaşları bundan kaynaklanıyor. Baskı, devrimi yaklaşık on yıl geciktirmiş olsa da, Cezayirli milliyetçiler arasında, ilerlemenin tek yolunun Fransa ile tam bir kopuş olduğu inancını pekiştirdi.

“Bir Arap Gücü”

II. Dünya Savaşı’nın ardından Camus, Fransa için bir “Arap gücü” olarak kalmanın her zamankinden daha önemli olduğunu savundu. Ona göre, ülkesinin dünyadaki yüksek (kolonyal) konumunu korumasının ve “saygı görmeye” devam etmesinin tek yolu buydu. Camus’nün Bu mücadeleye katkısı ise fikirler dünyasındaydı.

Nisan-Mayıs 1945’te Cezayir’e yaptığı bir geziden sonra yayınlanan bir dizi makalede Camus, okuyucularına Fransa’nın “ikinci bir fetih” yapması gerektiğini açıkladı. Neredeyse Gramşiyan bir program denilebilecek biçimde, Cezayir halkıyla sağduyu savaşını sürdürmek ve kazanmak istiyordu; yani onları sömürgeciliğin adaletle uyumlu olduğuna ikna etmek. “Yeni formüller icat etmek” ve “yöntemlerimizi yenilemek” istiyordu.

Bu argüman, Combat gazetesinde Mayıs-Haziran 1945’te, olayların umutlarını yıktığı bir zamanda sergileniyordu. Belki de bunu hisseden Camus, bu ikinci fethin “ilkinden daha güç olacağını” yazdı. Ancak makalelerinde yeni Fransız sömürgeciliği çağrısı da vardı: 23 Mayıs 1945’te yayınlanan “Cezayir’i Nefretten Kurtaracak  Olan Adalettir” başlıklı makalede şunları yazıyordu:

Bu nedenle yeni insanlara ihtiyaç vardır. Ve bu kadar çok Fransız gencin yaşamak için bir yol ve sebep aradığı bir zamanda, belki de bunlardan birkaç bin kişi, hem insanlara hem de ülkelerine hizmet edebilecekleri bir toprağın kendilerini beklediğini anlayacaklar.

Onların ve Bizim Katliamlarımız

Bu makalelerde, Sétif ve Guelma’ya birkaç özlü ancak açıklayıcı cümle ayırdı: “[Bu] katliamlar Cezayir’deki Fransızlar arasında derin bir öfke ve kızgınlık yarattı. Bunu izleyen baskı, Arap kitlelerinde korku ve düşmanlık duygusunu besledi.” Camus için “katliam” yüz kadar Fransız yerleşimcinin ölümüydü. Buna karşılık, on binden fazla Cezayirli sivilin ordu, polis ve Fransız yerleşimci milisler tarafından sistematik olarak öldürülmesini “olayların bastırılması”  olarak nitelendirdi.

Bu satırlardan ortaya çıkan mesaj netti. Avrupalılar binlerce Cezayirliyi öldürdüğünde, bu bir güç, “olayları bastırma” meselesiydi. Bununla birlikte, şiddet ters yönde ve çok daha küçük ölçekte yöneldiğinde, bu bir şiddet, “katliam” meselesiydi.

Camus ayrıca, Cezayirlilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşadıkları yaşam koşulları hakkında tarihsel bağlam hakkında yorum yapmayı da ihmal etti (ki bu, yerleşimciler veya Fransızların metropoldeki deneyimlerine göre daha da zorluydu). Cezayir’in bağımsızlık talepleri hakkında da hiçbir şey söylemedi. Geriye kalan şey, daha fazla hoşgörü ve anlayış için, alt sınıfların şiddetine ve kulağa bir sürü göstermelik temenni gibi gelen belirsiz çağrılara karşı Camus’nün yaşadığı ümitsizlikti.

Kısacası Camus, Fransız devletinin Cezayir’deki varlığını ve otoritesini, kelime seçimi ve ihmalleriyle onayladı. Dile getirilmemiş önermesi, bazı insanların diğerlerinden daha eşit olduğu, sadece bazılarının isyan etme hakkına sahip olduğuydu. Sétif ve Guelma’daki insan kayıplarının ölçeğindeki muazzam eşitsizliğe rağmen, şefkati çoğunlukla Fransız yerleşimcilere yönelikti. Camus’nün hayal ettiği “ikinci fetih” daha  başlamadan önce başarısızlığa uğradı.

Utanç ve Öfke

Camus, sömürgecinin şiddetini sömürgeleştirilenlerin özgürleştirici şiddeti ile eşleştirdiği “Ne Kurbanlar Ne İnfazcılar” başlıklı bir dizi makalenin 1946’da yayınlanmasından sonra, sömürgecilik meselesiyle ilgili kamuoyunda yorum yapmaktan çoğunlukla geri durdu. Yazar, bu makaleleri dünya çapında kolonilere özgürlüklerini tanıma hareketinin ortasında yayımladı. Çizdiği sahte eşdeğerlik, eleştirmenlerin kendisinden alaycı bir şekilde “güzel bir ruh” olarak bahsetmesine yol açtı. Yine de Camus, tarafsızlık mesleğini alenen sürdürdü.

Ancak, 1954’te Dien Bien Phu’daki Fransız yenilgisinden sonraki özel tepkisi çarpıcıydı. Camus günlüğünde, Fransa’daki Çinhindi kolonilerinin kaybına verdiği tepkiyi Naziler Fransa’yı işgal ettiğinde hissettiği duygularla karşılaştırdı:

Dien Bien Phu’nun Düşüşü. 1940’ta olduğu gibi, ortak bir utanç ve öfke duygusu. Katliam akşamı bilanço belli oldu. Sağcı politikacılar insanları savunulamaz bir duruma soktu ve aynı zamanda sol da onları arkadan vurdu.

Camus’nün sömürgecilik karşıtı değil, daha ziyade Cezayir ve başka yerlerdeki Fransız varlığını savunmak için hümanist bir uzlaşma vizyonu ortaya koyan, sömürge sisteminin kurnaz bir savunucusu olduğu bizim için artık net olmalı.

Öyleyse neden Camus’ye bugün hem eleştirmenler hem de politikacılar tarafından ateşli bir sömürgecilik karşıtı rolü yükleniyor? Çünkü Camus’nün geçmişinin bu yeniden anlatımı, çelişkilerini yumuşatmak ve Fransa’nın sömürge mirasının idealize edilmiş bir yansımasını pazarlamaya yardımcı oluyor.

Macron’un Hesaplı Hamlesi

Camus’nün ve yazdıklarının politik amaçlarla böyle kullanılması sürüyor. En son örnek bizi Emmanuel Macron’a geri getiriyor. Şimdi başkan olan Macron, her şeyden önce yeniden seçimle ilgileniyor. Macron, gerçekçi politikanın özellikle sinsi, ustaca bir hareketiyle, Fransa’nın sömürgecilik suçlarını kabul etmeye başlamasına karar verdi. On yıllarca süren gizlemenin ardından aniden, Cumhuriyet mirasıyla yüzleşmeye başlıyor.

Başkanlık için kampanya yürütürken, Macron sömürgeciliği insanlığa karşı bir suç olarak nitelendirdi. 2020 baharında, bir asırdan fazla bir süredir Fransa’da tutulan Berberi isyancıların kalıntılarının Cezayir’e iadesini ele aldı. O yılın yazında, önde gelen bir tarihçinin başkanlığında Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğinin tarihini araştırmak için bir komite kurdu. Bunlar, bahsedebileceğimiz birçok sembolik jestten sadece birkaçı ve daha fazlası kesinlikle gelecek.

Macron neden alenen bu tavırları alıyor? Fransa’nın aşırı sağ partisi – eski Ulusal Cephe, şimdi de Ulusal Birleşme Hareketi (RN) – bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turundaki varlığı, tıpkı 2017’de olduğu gibi, Macron’un seçimini neredeyse garanti altına alacak. Sahra altı Afrika’da ve başka yerlerde neokolonyal bir politika izlediği sırada Macron Fransa’nın Cezayir’deki sömürgeciliğini açıkça kınayarak, Marine Le Pen’in partisinin seçim tabanını kasıtlı olarak harekete geçiriyor.

Le Pen’in seçmenlerinin büyük bir kısmı, Fransız Cezayir’den gelen milyonlarca eski yerleşimci ve onların soyundan gelenlerden oluşuyor. Çoğu, sömürge dönemine nostaljik bir özlem duyuyor. Eski yerleşimcilerin çoğunun yaşadığı bölge – PACA olarak da bilinen Provence-Alpes-Côte d’Azur – RN’nin en büyük iki seçim kalesinden biridir.

Bununla birlikte, Macron açısından, bu realpolitik hamlesinin, Fransa’nın sömürge geçmişinin suçlu niteliğini nihayet kabul eden bu hakikati dile getirme nutuklarının, seçimleri kaybettirecek bir mesele haline gelmemesi için iyi bir tarafı bulunmalı. Bu iyi taraf Camus’dür.

Fransa’nın Tek İyi Tarafı

Ağustos 2020’de, Fransa’nın devlet radyo istasyonu France Info, yetmiş üç yıl önce meydana gelen bir sömürge vahşeti haberini verdi. Mart 1947’de Malgaşlar Charles de Gaulle’ün vaatlerine dayanarak bağımsızlıklarını ortaya koymaya çalıştığında, Fransız ordusu Madagaskar’da birkaç katliam gerçekleştirmiş ve bu katliam on binlerce ölümle sonuçlanmıştı. Büyük kentlerde basın, o sırada neler olduğu hakkında neredeyse hiç haber yapmadı ve bu haber işgalden hâlâ sersemlemiş halde olan olan Fransa’da fark edilmedi.

Bu olaylar, bu yaza kadar Fransa’nın resmi tarihinin bir parçası değildi. Katliamlar, tıpkı Sétif ve Guelma gibi tek taraflıydı. Aslında, durum Madagaskar’da Cezayir’dekinden belki daha da kötüydü: 1940’larda ayaklanmadan önce daha fazla Malgaş öldürüldü, birçoğu işkence gördü ve neredeyse tamamı zorunlu çalışmaya maruz bırakıldı. Çok az Fransiz yerleşimci öldürüldü.

Fransız halkı nihayet 2020’de kamu radyosundan bu korkunç dönemi öğrendi. Yine de programın bir bölümü ve beraberindeki çevrimiçi makale, Albert Camus’yü de içeren bir umut ve cömertlik ışığını da parlatıyordu. France Info Camus’nün, Fransa’nın Madagaskar’a, Fransızların Almanya’yı kınadığı şeyleri uyguladığını söylediğini belirtti.

Oysa, Camus’nün 1947 katliamı hakkındaki gerçek ve kısaltılmamış açıklamaları aslında oldukça farklıydı. İlk olarak, sahip olduğu tek güvenilir (“şüpheli olmayan”) bilginin, isyancılar tarafından işlenen zulüm raporları ve “olayların bastırılmasının belirli yönleri” olduğunu belirtiyordu. Bir kez daha, Sétif ve Guelma hakkındaki makalesinde olduğu gibi, Camus sömürgeleştirilmiş insanların şiddeti (“zulümler”) ile Fransız yerleşimcilerin şiddeti (“olayların bastırılması”) arasında ayrım yapıyordu: “Bir görüş yerine, her iki yönteme karşı da eşit bir tiksinti duymayı tercih ederim.”

Camus daha sonra, Malagaş isyancılarının Fransız yerleşimcilere işkence yaptığına dair kanıtlanmamış söylentileri yineliyordu –ki bunun tersi doğruydu – ve aşağıdaki karşılaştırmayı yaparak devam ediyordu:

Düşmanımızın korkaklığı ve suçluluğu, kendimizin korkak ve suçlu olmamıza izin vermez. Nazilerden intikam almak için fırınlar yaptığımızı duymadım. Aksi ispatlanıncaya kadar, onları mahkemelerimiz karşısına çıkarttığımıza inanıyorum. Hukukun gücü, sağlam ve açık bir adalettir. Ve Fransa’yı temsil etmesi gereken şey adalettir.

Sömürge adaletinin bu sorunlu savunması, France Info’nun Camus hikayesi için yaptığı yayında alıntıların bir parçası değil. Fransa’nın kendisi değilse de, en azından Camus’nün eleştirilerden korunması gerekiyor. Çünkü o ulusun tek iyi tarafı.

Şimdi tüm ironiyi anlıyoruz: Camus, Fransız Cumhuriyeti’nin en göze batan çelişkilerinden birini- amansız kolonyal sömürünün tumturaklı devrimci retoriği (eşitlik, özgürlük kardeşlik) yalanlamasını- hasıraltı etmek için kullanılıyor. Ancak bu çelişki hayatının büyük bir bölümünde onu perişan etmiş ve Camus hiçbir zaman bununla tam anlamıyla yüzleşmemişti.

Tarafsız Bölge

Camus hiçbir zaman Cezayir’in bağımsızlık savaşında olduğu kadar parcalanmamıştı. Bu çatışma 1954 sonbaharında başladığında, Camus ilk başta sessizliği seçti. Ardından, diğer müdahalelerin yanı sıra, Fransız sömürge devletinin 1830’dan beri uyguladığı şiddetin sonucunda ortaya çıkan Cezayir direnişini aynı kefeye koyan bir “sivil ateşkes” için açık bir çağrı yaptı.

Daha açık söylemek gerekirse, 1950’lerde Fransız ordusunun ve polisinin şiddetini, o zamanın önde gelen bağımsızlık yanlısı örgütleri olan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve Cezayir Ulusal Hareketi’nin (MNA) halktan destek gören karşı şiddetini objektif olarak eşitliyordu.

Bu yaklaşım kimseyi ikna etmedi. Fransız yerleşimciler Camus’yü bir hain olarak gördü: onlara göre, hümanist vaazların arkasına saklanmaya yer yoktu ve Fransız Cezayir için savaşmanın zamanıydı. Cezayirlilerin kendileri de onu kendi saflarına çekmeye çalıştılar: Camus’nün konuştuğu Ocak 1956 sivil ateşkes konferansı – o farkında olmasa da – bilfiil FLN tarafından organize edildi.

Arkadaşlarının baskısı, konferansın fiyaskosu ve nihayetinde tarihsel gelişmelerin baskısı ile karşı karşıya kalan Camus darmadağın oldu.

1958’de, sonunda Cezayir’in bağımsızlığına (uzun süredir devam eden) kategorik reddini kamuoyuna açıkladı (bu fikri “tamamen duygusal bir ifade” olarak görmezden geldi) ve maksimalist bir Fransız ​​yerleşimci politikacı tarafından ileri sürülen bir “uzlaşmayı” destekledi. Cezayir halkıyla gücü paylaşıyor, ancak onlara gerçek egemenlik vermiyor. (Aslında bu uzlaşma, bugün hala eski Fransız kolonilerinin çoğunda yürürlükte olan neo-kolonyal sistemdir: bunlar kağıt üzerinde bağımsız olup, para birimleri her birinde askeri üslere sahip olan Fransa tarafından kontrol edilmektedir.)

Stockholm’de Nobel Ödülü’nü aldıktan sonra, Cezayirli bir öğrenci Camus’yü bağımsızlık karşıtı çizgisi hakkında sorguladı. Yanıtı çok şey söylüyordu: Adalete inansa da Camus, “Annemi adalet önünde savunurdum” dedi. Bu imayla, sömürge sisteminin adaletsizliğini dolaylı olarak kabul etmiş oluyordu.

Camus daha sonra günlüğüne bir yazarın görevinin nihayetinde halkının yanında olmak ve onları savunmak olduğunu yazdı – bununla Cezayir’deki Fransız yerleşimciler olan Pieds-Noir’ları kastediyordu. Son romanı İlk Adam, bu duruşu açık bir şekilde yansıtıyordu.

Sartre ve Camus

Bu tutumları, Cezayir halkının bağımsızlığını sapmaz bir şekilde destekleyen ve bu davayı desteklemek için elinden gelen her şeyi yapan Jean-Paul Sartre’ınkilerle karşılaştırın. Sartre Fransız birliklerini Cezayirlilere karşı savaşmak yerine terk etmeye çağırdı ve Fransa’nın yenilgisini umduğunu kamuoyuna açıkladı. Sartre, sömürge karşıtı yazarlar tarafından yazılmış birçok kitabın önsözünü yazdı, çünkü bu, onlar için yayın sansürünün ağından kaçabilmelerinin tek yoluydu.

Sartre kişisel güvenliğine çok az önem veriyordu. Tutuklanmaya maruz kaldı ve suikast girişimlerinin hedefi oldu: Sömürge yanlısı terör örgütü OAS (Gizli Ordu Örgütü) dairesini iki kez bombaladı. Gördüğümüz gibi, Camus, annesinin FLN’nin ellerinde ölebileceğinden korktuğunu açıkça dile getirdi; yine de hayatına yönelik bir girişim sırasında OAS tarafından gerçekten yaralanan Sartre’ın annesiydi.

Bugün, Sartre ve angajmanlarinin net bir şekilde değerlendirilmesi, Fransa’nın Çinhindi, Madagaskar, Cezayir ve diğer yerlerdeki suçlarına ve buna bağlı olarak tüm emperyal güçlerin sistematik suçlarına dürüst bir şekilde bakmayı gerektirecektir. Böyle bir değerlendirme, Sartre’ın kapitalist çıkarların doğrudan bir sonucu olarak gördüğü sömürgecilik ve yeni sömürgeciliğe yönelik katı eleştirisini de hesaba katacaktır, ki bu Camus için hayatı boyunca lanetlenmiş bir tarih okumasıydı. (Camus, otuzlu yıllardaki kısa süreli Komünist Parti üyeliği sırasında bile, sınıf mücadelesinin “bir illüzyon” olduğunu yazıyordu.)

Camus’nün özgürlüğü desteklerken Sartre’ın tiranlıktan yana olduğuna dair geleneksel, ikili algı, bu iki ismin sicillerinin herhangi bir objektif dökümünden ziyade, birincisinin sömürge karşıtı ve ikincisinin anti-komünizminden kaynaklanıyor olmasıdır. Kısacası, bu iki adamın konumu, Batı toplumlarındaki hakim söylemi yansıtır.

Bugün, Camus ve Sartre paradoksal olarak birbirlerinden ayrılamazlar, çünkü ırkçılık ve her türden toplumsal baskı hakkındaki en temel tartışmaların bazılarında– özellikle de sistematik devlet şiddeti ve halkın karşı koyma konusunda – zıt kutupları temsil ediyorlar. Bu iki entelektüelin neden bu kadar zıt muameleye maruz kaldıklarını ve hangi siyasi amaca hizmet ettiğini yeniden düşünmemiz için mükemmel bir zaman.

Oliver Gloag Kimdir?

COVID-19 Points of View: Oliver Gloag, Re-reading Camus's "The Plague" in  pandemic times - News And Events | UNC Asheville

Oliver Gloag, Asheville’deki North Carolina Üniversitesi’nde Fransız ve Frankofon çalışmaları doçentidir. Albert Camus: A Very Short Introduction (Oxford University Press, 2020) adlı kitabın yazarıdır.

Bu makale Jacobin’de yayınlanan İngilizce orijinalinden Türkçe’ye çevrilmiştir. Çeviren: Irmak Gümüşbaş