“Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir, ama itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı.”[1]
Günümüzde kapitalist çürüme günden güne yayılıyor, tek yasa hâline geliyor. Çürüme var oluşumuzun altını oyuyor. Erdem, onur ve adalet hayatımızdan buharlaşıp uçuyor.
Bunu görmeyen, bilmeyen var mı?
* * * * *
Hukuku olmayan bir güç; sınır tanımayan, adalete yabancılaşmış, vicdansız bir çeteleşmedir.
Adalet kanunlarda kayıtlı, “hukuk”la sınırlandırılmış bir realite olmanın ötesinde, ezilenlerin toplumsallaşmış vicdanıdır.
Bu tanımıyla bir adalet her şeyden önce gelir; hukukun, iktidarların soytarısı, maşası olmaması kaydıyla elbette.
Tam da bunun için, “Adalet yoksa barış da yok” gerçeğinin altı ısrarla çizilmeliyken; adaletsizlik ile sonsuza de hükmedilemeyeceği bir an dahi unutulmamalı. Çünkü sınıflı toplumlarda adalet özgürlük yolunda atılan bir adımdır ve hukukun bittiği yerde tiranlık başlar, özgürlükler askıya alınır.
Şurası da açıktır ki adaletsizliği yapan kadar ona katlanan da yaşananlardan sorumludur. Adalet(sizlik), çifte standartlı olması mümkün olmayan bir kesinlik, bir duruş ve ufuktur.
Bu bağlamda bir vazgeçilmezlik olarak adalet, iktidara kaşı mücadelelerle yaratılırken; özel mülkiyetin olmadığı yerde adaletsizlik de olmaz.
* * * * *
Adalet, yabancılaşmamış insan(lık)ın üzerine düşeni yapma yetisidir; onun olmadığı yerde yaşam da anlamını yitirip susar. Çünkü o insan(lık)a içkin tüm etik var oluşun, görevlerin toplamıdır; güçlünün çıkarına eşitlenen zulme karşı başkaldırıdır.
Malum üzere boyun eğenlerin adalet anlayış(sızlığ)ı; olsa olsa “Doğanın ebedi kanunu adalet değil, güçtür,” diyen Joseph Goebbels’lere boyun eğmektir.
Verili kapitalist yerküre tablosunda adaletsizliğin derin/ ve yaygın olduğu; dualar, pasif beklentiler ile adaletsizliği yok edemeyeceği ve adaletsizliğin kaynağının paranın iktidarı olduğu malumun ilamıdır.
Ücretli kölelik iktidarının müthiş bir felaket olduğu açıktır; adaletin olmadığı yerde herkes suçlu, baskıya başkaldırmayan herkes köledir; “Ben her zaman apaçık gerçekler ve adalet için savaşırım,” diyen Fidel Castro’nun uyarısındaki üzere…
* * * * *
Buraya kadar değindiklerim çerçevesinde herkesin temel ihtiyacı ve hakkı olan adaleti toplumsal pratik ile kolektif aklın yardımı olmadan hayata geçirmenin imkânsız olduğu açıktır; ve eşitlikçi adaletin olmadığı yerde toplumsal ahlâktan bahsedilemez.
Kaldı ki herhangi bir yerdeki, herhangi bir biçimdeki haksızlık, adaletin düşmanıdır; ezilenler için adaletin olmadığı mekân(lar)da asla barış da ol(a)maz. Çünkü “Ordu, polis ve adaleti içeren devlet çarkı bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için kullandığı araçtır,” der Jacques Vergès…
Bu gerçek yerküreyi haksızlık(lar)la yöneten sürdürülemez kapitalizm için geçerliyken; cellatlar ezilenlerin karşısına çoğu kez “adalet” söylenceleriyle çıkarlar.
Oysa adalet halkın ekmeğidir; onların adaletten anladığı ise bir mezbaha!
Kolay mı? Eduardo Galeano’nun egemenlerin “adalet”i için söylediği üzere, “Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor,” ifadesi üzeredir hemen her şey…
Bu bağlamda adalet için iktidara karşı mücadele, “imkânsız” denilen bir imkânın toplumsal pratiğinden başka bir şey değildir.
Yeri geldi altını çizmeden geçmemeliyim: Egemenlerin “adalet” söylenceleri onun içeriğini boşaltıp/ mahvetmek içindir; çünkü adalet talebi herkes için değilse, o sadece bir baskının aracı ve ayrıcalığıdır; Aurelius Augustinus’un “Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?” sözleri bu gerçeğin çarpıcı bir ifadesidir.
Evet, adalet toplumsallaşmış bir eylemidir. O, toplumsal adalet, emeğin ve kamusal çıkarların önceliğine mündemiçken; ezilenlerin adalet talebi, inat ve ısrarla gerçeğin aranması ve toplumsallaştırılmasıdır.
* * * * *
Adaletin toplumsallaş(tırıl)ması vurgusu bir an dahi “es” geçilmeden; bireysel kaygılarla sınırlandırılması mümkün ol(a)mayan adalet(sizliğ)i insanlar sadece kendi başlarına gelince düşünmek bencilliğinden kurtulmalıdır. Aksi hâlde yabancılaşma, yani topyekûn adaletsizlik trajedisine teslim olmak kaçınılmazlaşacaktır.
Malum: Adaletin koruyucusu oy çokluğuyla seçilmiş hükümetlerse, her şeyin sonu gelmiş demektir. Yani egemen sınıfın hukuk(suzluğ)u, ezilenlerin boynundaki ilmekken; iktidarın yasaları başka şey, hak, adalet başka şeydir; adaletsizliğinden yararlanan, onu değiştirmek istemez…
Kapitalizmde “adalet” olarak sunulan/ tasvir edilen şey bir reklamdır; adaletin askıya alındığı yerde, zorbalık gündemdedir ve bu soru(n) ancak devrimle tedavi edilebilir; “Düzen, kölelik ve zulüm anlamına geldiğinde, düzensizlik adaletin ve özgürlüğün başlangıcıdır,” notundaki üzere Jacques Vergès’in…
Ezilenler daima adalet ve eşitlik ister, iktidar ise bunu asla ka’le almazlarken; üretim araçlarındaki özel mülkiyet adaletsizliğin zeminini oluşturur. Sadece adaletsizlikten nefret etmek yetmez; bunu yapan sınıfla da hesaplaşmak, bu yüzden elzemdir. Çünkü özgürlüğün eşitlikle bütünleşmesidir adalet. İş bu nedenledir ki adalet bir yerde kutup yıldızı gibidir ve geri kalan her şey onun etrafında döner.
Evet, bir rejim, halk adalete inanmaz hâle geldiğinde bitmiştir. Toplumsal gerçek, adil değil ise hasta, çürümüş ve yıkılmaya mahkûm bir toplumdur söz konusu olan. Tam da bununla bağıntılı olarak ekler Hugo Chávez: “Kapitalizm, adaletsizlik diyarı ve en fakirlere karşı en zenginlerin tiranlığıdır… Eğer adalet istiyorsan zenginlerin sözlerine değil, fakirlerin gözlerine bakacaksın.”
* * * * *
Toparlarsak: Adalet ve utanma duygusunun yitirildiği koordinatlarda o, olması gerekendir ve gerekenleri yapmak için başkaldırmaktır.
Bir şey daha: Korkan insan özgür olamaz. Özgür olmayan da adil olamaz…
Gerçeğin ve adaletin en büyük düşmanları sömürenlerdir; “Malın mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin parayla ölçüldüğü bir yerde toplumsal adalet ve rahatlık hiçbir zaman gerçekleşemez,” deyişindeki üzere Thomas More’un.
Ve insan(lık) ancak adaletle doyurulur, insanlaşır. Bu uğurda korkmamalıyız, korkmuyoruz adil olmayanlar korksun!
O hâlde dünyanın her yerindeki adaletsizliğe meydan okumak için adaleti her yerde bir toplumsal pratik olarak tasavvur etmeliyiz. Çünkü herkesin özgürlüğü ancak herkesin eşitliğiyle gerçekleşebilir. Özgürlüğün eşitlikle gerçekleşmesi de gerçek adalettir.
İktidar demek baskı demekken; amaç her zaman, her yerde onu aşan adalet olmalıdır.
Özetin özeti, adaletin tesisi yolunda kötülükler yok edilecekse, biz yok etmeliyiz. Köleler serbest bırakılacaksa, biz serbest bırakmalıyız. Korunmasızlar korunacaksa ve sonunda doğruluk zafer kazanacaksa bunların hepsi ezilenlerin eseri olmalı. Gelecek büyük insanlık tarafından kazanılıp, biçimlendirilmeli.
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[*] Kaldıraç Dergisi, No: 269, Aralık 2023…
[1] Elie Wiesel.