
18. Yüzyılda İsveç, 19. Yüzyılda Fransa, yine 18. ve 19 Yüzyılda Osmanlı ile savaşan, nihayetinde 20 Yüzyılda iki dünya savaşında Almanya’nın saldırısına uğrayan Rusya, 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması ile batı sınılarında olan ülkeler üzerindeki kontrolünü kaybetti. Bu sınır ülkeleri yüzyıllar boyu Rusya savunması için stratejik bir derinlik oluşturuyordu. Bu stratejik derinlik (üstünlük) nedeniyle Rusya’ya saldırmak isteyen veya saldıran ülkeler uzun ve bitap düşüren bir macerayı göze almak zorundaydı. Bu durum Rusya’ya bu saldırılara direnme imkanı sağlıyordu. 1991 yılında SSCB’nin dağılması ve sözkonusu ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmesiyle birlikte Rusya “stratejik derinlik” diye adlandırılan bu en önemli jeostratejik avantajını kaybetti ve destabilize olmaya son derece açık bir ülke haline geldi.
Bir abartı olduğunu sanmıyorum: 1990’lı yıllar, yani Jelzin dönemi, uluslararası ilişkiler ve Rusya’da uygulanan ekonomik ve politik boyutları ile araştırılırsa, Batı’nın tek kurşun atmadan Moskova’yı uluslararası şirketleri ve danışmanları aracılığıyla “fethettiği” rahatlıkla iddia edilebilir. Putin’in deyimiyle, Rusya 90’lar boyunca bir iç savaş yaşadı. Evet, “Rusya’da 90’lı yıllar boyunca bir iç savaş yaşandı” cümlesi Putin’e aittir! Yanlış okumadınız! “Rusya de fakto çözülmüştü!” Bu ifade de yine bu satırların yazarına ait değildir. Bunu, Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu bir gazeteci ile yaptığı bir röportajda, gazeteci’nin 90’lı yıllardaki “krize” atfen bir sorusuna cevaben “Ne krizi! Bu krizden çok daha öte bir şeydi. Rusya bölünmenin eşiğine gelmişti.” diye açıkça ifade etmişti.
Rusya’nın 90’lı yıllarda dağılmanın eşiğine geldiğine dair diğer bir örnek, otonom bölgelerin kendilerine göre ve merkezi yönetimin bilgisi olmadan gelişigüzel yerel parlamentolardan geçirdikleri 20 binin üzerindeki yasadır. Öyle bir durum oluşmuş ki, kimin nerede ne yaptığı, hangi yasaları yürürlüğe koyduğu tamamen belirsiz bir duruma gelmiş ve son derece kaotik bir durum tüm Rusya’ya hakim olmuştur. Bir nevi otonom bölgelerde uç beylikleri oluşmuş ve istedikleri gibi yönetmişler. Herhangi bir müdahale ve koordine söz konusu olmamıştır. Bu, yine Rusya Savunma Bakanı Sergey Soygu’nun sözkonusu röportajından mealen alıntınlanmıştır. Hatta bazı otonom bölgelerin parlamentoları resmi dil olan Rusça yerine İngilizceyi resmi dil olarak kabul etmişler. Bu da yine Soygu’nun sözkonusu röportajında belirttiği başka bir ayrıntıdır.
90’lı yıllarda neredeyse 10 yıla yayılan bu dağılma süreci ancak Putin’in devlet başkanı olması ve Rusya gizli servisinin bir gece yarısı keyfi eğilimler gösteren otonom cumhuriyetlerin yönetcilerine yaptıgı bir operasyon ile durdurulabilmiş ve bizzat gizli servis elemanları tarafından istifa dilekçeleri sözkonusu otonom cumhuriyet yöneticilerine imzalatılmıştır. Aralarında tutuklananlar olup olmadığı konusunda herhangi bir bilgi yok elimde.
Rusya, Putin’in deyimiyle “90’lar boyunca bir iç savaş yaşayıp” – ki bu iç savaşa bugün bile hala etkileri devam eden Çeçenya savaşı da dahildir- daha yeni yeni toparlanan bir ülkedir.
Bu makaleyi yazarken yararlandığım kaynaklardan biri olan ve 2015 yılına kadar gölge CIA, STRATFOR’un başında bulunup sonrasında ayrılıp “The Geopolitical Future” adlı başka bir istihbarat şirketi kuran George Friedman “Intelligence and love” (İstihbarat ve Aşk ) başlıklı makalesinde, “Bir düşmanı yenebilmenin en iyi yöntemi onun kendini nasıl değerlendirdiğini objektif olarak anlamaktan geçer” diye belirtip, “Rusya’nın tarihsel olarak en çok Batıdan saldırıya ve tehdite maruz kaldığını ve bu nedenle Batıyı bir tehdit olarak gördüğünü, bu yüzden Rusya’yı ve jeostratejik politiklarını anlamak için bu durumun gözönünde bulundurulması gerektiğini” belirtmistir.
SSCB’nin dağılması ile birlikte bağımsızlığını ilan eden ve Rusların “near abroad” diye adlandırdıkları sınır komşuları ülkelerde, genelde Batılıların, özelde ABD’nin nüfuslarını artırma girişiminlerini Ruslar doğal olarak varoluşsal bir tehdit olarak algılıyorlar. İkisi Dünya Savaşı olmak üzere, ağırlıklı olarak Batıdan saldırıya maruz kalmış bir ülkenin Batı’yı birincil tehdit olarak algılaması son derece doğaldır. Paranoyakça bir tehdit algısı değil bu! Belarus ve Ukrayna ise bu varoluşsal tehdit algılarının en can alıcı noktalarını oluşturmaktadır.
Bundan kısa bir süre önce Rusya, Belarus’daki (BEYAZ RUSYA) prostestoları çok dikkatli şekilde izledi ve protestoların kontrolden çıkması ve bir “renkli devrim”e evrilmesi durumunda Rusya’nın askeri olarak da Belarus’a müdahale edebileceği bölge uzmanları tarafından defalarca dile getirildi. Yine kısa bir süre önce Kazakistan’da yapılan protestolar ve olası Batı yanlısı bir iktidar değişimine KGÖA (Kollekif Güvenlik Örgütü Antlaşması) çerçevesinde bizzat askeri olarak müdahil olup, ancak Kazakistan’daki durum belirli bir istikrara kavuştuktan sonra askerlerini geri çekti. Kremlin sözcüsü Peşkov birkaç hafta önce verdiği bir röportajda “Batı’nın eski SSCB ülkelerinde konuşlanma girişimleri bizim için bir ölüm kalım meselesidir” gibi son derece çarpıcı bir demeç verdi. Bu öyle gelişigüzel söylenmiş, sadece kuru bir retorikten oluşan bir söylem değil. Bu demec, Rusya’nın bu ülkelere ne derece yaşamsal bir önem atfettiğinin kısa ve öz cümlelerle kamuoyuna ilanıdır.
Yugoslavya’nın parçalanmasından Ukrayna’nın Yugoslavyalaşmasına aşama aşama nasıl gelindi?
Yugoslavya savaşının en temel amaçlarından biri Doğu Avrupa ve Karadeniz’de Rusya’nın abluka altına alınmasıdır. Yugoslavya savaşı SSCB’nin dağılmasından sonra adeta Rusya’ya karşı yürütülen bir test savaşı niteliğindedir. Bu savaşla Rusya’nın artık jeopolitik bir aktör olarak Avrupa’daki klasik etki alanlarını savunmaktan aciz olduğu net olarak ortaya çıkarılmış, NATO’nun genişlemesi bu savaş ile eş zamanlı olarak beş dalga halinde Doğu Avrupa ve Karadenize kıyı ülkelerin üye yapılması ile sonuçlanmıştır. Asağıdaki haritalarda NATO’nun dalga dalga genişlemesini görebilirsiniz. Koyu mavi ülkeler NATO üyesi, açık mavi belirtilen ülkeler ise 1999 yılından sonra NATO’ya yeni üye olan ülkeleri göstermektedir.
- Mart 1999’daki birinci aşamada NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesi Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan’ın üye olmaları ile gerçekleşti.

- 2004 yılında NATO, İstanbul da gerçekleşen zirvesinde ise diğer yedi ülkeyi üye olarak bünyesine kattı: üçü Baltık ülkesi olan Estonya, Letonya ve Litvanya, ikisi Karadeniz’de kıyısı olan Bulgaristan ve Romanya, Slovakya ve Slovenya ile birlikte toplam yedi ülke NATO üyeliğine kabul edildi.

- Nisan 2009’da, Bükreş’te yapılan üçüncü bir NATO zirvesinde ise Arnavutluk ve Hırvatistan’in NATO’ya üyelikleri kararlaştırıldı.

- Yine 2017 yılının Aralık ayında ise dördüncü dalga diye tabir edilen eski Yugoslavya Federal Cumhuriyetlerinden Montenegro KARADAĞ NATO’ya katıldı.

- Mart 2020 yılında, şimdilik beşinci ve son dalga ile yine eski bir Yugoslavya Federe Devleti üyesi olan Kuzey Makedonya NATO üyesi oldu.

NATO’nun Doğu’ya genişlemesinin bir sonraki aşaması ise eski SSCB cumhuriyetleri olan Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üyeliği olmuştu. NATO’nun bu altıncı dalga genişlemesi şimdilik başarısızlığa uğramış görünüyor.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, bir de yine Karadeniz ile kıyı ülkeler olan Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üye olmalari durumunda, Rusya Doğu Avrupa’nın yanısıra Karadeniz’de de “nefes alamaz” duruma gelecekti. NATO’nun Doğu Avrupa ve Karadeniz’de sürekli genişlemesinin Rusya için ne derece büyük bir çevreleme (containment) olduğunun daha iyi anlaşılması açısından asağıdaki diğer bir haritaya gözatmakta da fayda var. Bu harita göz önünde bulundurulunca, Rus yetkililerin, NATO’nun eski Sovyet coğrafyasına yayılması hakkında “Bizim için ölüm kalım meselesidir” demeleri çok daha iyi anlaşılır.
Eğer Gürcistan ve Ukrayna da NATO’ya alınsaydı Karadenizde kıyıları olan 6 ülkeden beşi NATO üyesi ülkeler olacaktı. Geriye NATO üyesi olmayan tek ülke olarak kıyıları Karadeniz’in kuzeydoğusu ile sınırlı olan Rusya kalacaktı.
