“İçimde o kadar ses var ki bazen gürültüden uyuyamıyorum.”[1]
Gerçeğin ya da güzel olmayan dünyanın aynasında kimi zaman bulutlara, kimi zaman yıldızlara, hasılı gökyüzüne bakmanın sorun ve sorumluluğuyla yaşamak insan(lık)a özgü bir eylemdir…
Felâket anlarından, yenilgi yıllarının tedrisatına ya da insan olmaktan yorulduğumuz kesitlere…
Söyleyecek çok şeyin olsa da, söylemenin risk teşkil ettiği ve Euripides’in, “Köle, düşüncesini söyleyemeyendir,” ya da Lev Tolstoy’un, “Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler,” diye haykırdığı belalı kesitlere…
* * * * *
“Hayat” deyince bugünde biçimlendirmek zorunda olduğumuz “yarın”a mündemiç durum(umuz)dan söz etmek amacım. Hani sadece birileri paranın, ötekiler ise parasızlığın kölesi kılınan hâlden…
Anlamak isteyen gürültülerinden de, sessizliğinden de anlar, “Dinlemeyi bilmediklerinden konuşmayı da bilmiyorlar,”[2] vurgusuyla kastettiğim cinneti.
* * * * *
Furuğ Ferruhzad’ın, “Çocukluğum beni görse ne yaptılar sana böyle diye ağlardı”; Edip Cansever’in, “İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine”; Samuel Beckett’in, “Kimseyi suçlamıyorum ama yoruluyor insan”; Anooshirvan Miandji’nin, “Had bilmezlerin, had bilenlerin önünde olduğu bir çağdayız,” dedikleri şey mi bu? Ya da her şeyi yeniden kurma zamanına vurgu yapan değişimin işaret fişeği mi?
* * * * *
José Saramago’nun, “Risk almayan denizi geçemez,”[3] ifadesiyle karakterize olan insan(lık) hâl(ler)iyle yeniden yüzleşilirken; kolları sıvayıp, işe başlanması gerekiyor. Tabii düşünüp, hissedip, kavrayarak öğrenmek şartıyla. Bir de denetlenmesi güç olan insan egosuna esir düşmeden.
* * * * *
Bir şeyler kazanmak için kendini kaybetme yanılgısına düşmemesi gereken insan(lık)ın, “Bir acı sonuna kadar yaşanmadıkça geçmez,”[4] gerçeğinden kaçmasının imkânsız olduğu hatta kapitalizmin dayattığı yabancılaşma, tüketim, sahtelik, sürüleştirme kötülüğünün yol açtığı yıkımın sınırı yok! Bir amaca bağlan insanlar yerine meta fetişizmini ikame edip, “Ne çok ölü düşün var senin… Ne çok canlı acın var…” sözünü anımsatıyor Oruç Aruoba’nın!
* * * * *
Jean-Jacques Rousseau’nun, “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Burası benimdir’ diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu,” betimlemesi çerçevesinde insan(lar) boyun eğdiklerinde özgür ve eşit olmaktan çıktılar; alışkanlıklara teslim olup, dogmalara boyun eğdiler.
Oysa insan(lık)ı insanlaştıran inanmak değil, bilmek, değiştirmek eylemidir ve öğrenmek özgürlüktür; Susanna Tamaro’nun, “Yalnızca acı insanı geliştirir. Ama acıyla göğüs göğüse gelmelisiniz, kaçmaya çalışan ya da ağlayıp sızlayan kaybetmeye mahkûmdur”…
Albert Einstein’ın, “Ancak başkaları için yaşanan bir hayat, yaşamaya değer bir hayattır”…
Hannah Arendt’in, “İnsanın kendine saygısını yitirmeden aç kalması, kölelikte yediği ekmekten yeğdir”…
Audrey Hepburn’un, “Bir hayat yaşayacaksak, başkalarının acılarına kayıtsız kalamayız”…
Thomas Fuller’in, “İnandıkları doğrultusunda yaşamayan, gerçekten inanmıyordur”…
Friedrich Schiller’in, “Cesur bir insan hayatını tehlikeye atar ama vicdanını değil,” ifadelerindeki üzere.
* * * * *
Tam da burada vicdan, korku ve “Her yaşam vaktinden önce sona erer,”[5] dedirten ölüm ile insan olmaktan kaynaklanan sorumluluklarımıza dair düşünmeliyiz.
Kapitalizmin çirkinleştirdiği yerkürede yaşamak zorunda bırakılsak da, yalanı/ dayatılanı sorgulayıp, karşı durarak; yitirilen her şeyde kazanılan birçok şeyin olduğunu göz ardı etmemeliyiz.
Değişikliğe kendilerinden başlayıp gerçeğe sarılan insan(lar)ın yüzleşmek zorunda kaldıklarını “es” geçmeden bir kişiye karşı yapılmış haksızlığın tüm insanlığa yapıldığını görmek/ göstermek yani adalet duygusunu güçlendirmek gerek; “İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz. İnsanın insana itimadı, hürmeti kalmayınca da bir yerde insanlık çok şey kaybeder, hayat çirkinleşir,” saptamasındaki gibi Yaşar Kemal’in.
* * * * *
Bunun için hayal gücüne sahibiz…
Hayal sevdalı bilgidir. “İnsanın bilgisi arttıkça, sevgisi de çoğalır!” demesi boşuna değildir Leonardo da Vinci’nin. Çünkü hayatın diyalektiğidir bu. Ve hayatta kaybedilecek ya da kazanılacak ise de insan(lık)a özgü sevdalı hayallerle olmalıdır bu. Yani hayatı sorumluluklarıyla doyasıya yaşayan mücadelesiyle…
Şurası çok açık: Yaşamak nefes alıp/ vermek değildir, daha fazlası olmalıdır. İnsana özgü olan itirazı, isyanı denememiş olmak hayattaki pişmanlık nedenidir.
Önemli olan hayatın nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırabilindiğidir; ona mündemiç fedakârlıklarıyla ve André Gide’in, “İnsanın hayatı, insanın hayalidir”; Miguel de Cervantes’in, “Şerefim yaşamımdan daha değerlidir”; Wilhelm Reich’ın, “Yalnızca ölüm için değil, yaşam için çalıştığını bilmen gerek”; Joseph Roux’nun, “İyi yaşamak değil, iyi bitirmek gerçek mutluluk budur”; Friedrich Schiller’in, “Hayatınızı ortaya koymazsanız, hayatınızı kazanamazsınız!”; Alexis de Tocqueville’in, “Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev, hayattır”; Theodor Adorno’nun, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz”; Hüseyin R. Gürpınar’ın, “Kurtların içinde ceylan masumiyetiyle hayat sürülmez”; Andrey Tarkovski’nin, “Hayat çok kısa; alçakların ayakları altında sürünerek geçirilmemeli”; Che Guevara’nın, “Devrimden başka bir hayat yoktur,” uyarıları eşliğinde…
* * * * *
En büyük öğretmendir hayat, herkese düşünceleri için yaşaması gerektiğini öğretirken; “Mutluluk saydığımız şeylerin, sıradan isteklerin peşinde gereksiz bir gerginlikle koşarken yaşam bize neler kaybettirmiyordu ki!”[6] der Anton Çehov.
Hayattaki en büyük handikap bilmek ile yapmak arasındaki uçurumken; onun anlamı dünyayı değiştirmek, amacı ise onu başkalarına sunmaktır.
Felsefesiz var ol(a)mayan hayat alışkanlıkların ötesine geçebilmelidir. Çünkü insanların çoğu, yaşanmamış bir hayattan ölüyor. Bu nedenle yani gerçek ile yüzleşmek için alışıldık hayat terk edilmelidir.
Nihayetinde hayatın anlamı ona vermeyi seçtiğimiz şeydir.
Kolay mı?
Perdesi asla kapanmayan bir sahne olarak hayat kesintisiz bir ölüm ve doğum süreciyken; dünyayı değiştirmek isteyenler hayat serüveninden öğrenerek, alışkanlıkları aşmalıdırlar.
* * * * *
Yapılması gereken bakmakla yetinmeyip, görüp düşünerek davranmaktır; kuşku ve kararsızlığın, insan(lık)ın gelişmesini engellediğini unutmamaktır; “İnsanın anayurdu çocukluğudur,” notuyla Jorge Amado’nun.
* * * * *
İnsan(lar)ın ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuştuğu kapitalizmde insan(lar) çoğu kez gerçeklerle yüzleşmekten korkarlarken; bilgi, “Dünyayı ve insanı bilmek” demektir. Entelektüel faaliyet içermeyen “boş zaman” ölümdür, diri diri gömülmektir.
Bilgi umut ve cüretkâr bir duruşla bütünleşince insan(lık)a kendisi olmayı öğretir; “Gerçeği bilip de susanlar, gerçeği bilmeyip de söyleyenler kadar tehlikelidir,” vurgusuyla Platon’un.
* * * * *
Burada “Özgür olmayan insan nedir?” sorusu eşliğinde, özgürlüğün sorumluluk gerektirdiğini vurgulayıp, Jean-Jacques Rousseau’dan aktaralım: “Devlet bir özgürlük rüyası gibi çıkar ortaya ama insanı köle hâline getirir”!
O hâlde özgürlük sınıflı-sömürüye karşı işçi sınıfı önderliğinde ezilenlerin mücadelesi, dayanışması, cüretkâr eylemidir, sınıfsal adalet arayışıdır; “Bir cumhuriyet, adalet ve onur ilkelerini kafasına yerleştirmiş bir insan kitlesine sahip olmaksızın sağlanamaz,” vurgusundaki üzere Charles Darwin’in.
* * * * *
Diyeceklerimizi Marcus Aurelius’un, “Dünyadaki hiçbir çıkar, verdiğiniz sözü tutmamaya veya kendinize olan saygınızı kaybetmeye değmez.” “Sabahın alacakaranlığında uyanmak sana zor geliyorsa, şu düşünceye başvur: İnsanca bir yaşam için uyanıyorum. Eğer, doğuşumun nedenini ve evrene getirilişimdeki amacı yerine getireceksem yine de somurtkan olabilir miyim? Yoksa yatmak ve örtüler altında kendimi sıcak tutmak için mi meydana getirildim?” sorusuyla noktalayalım.
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[1] Eduardo Galeano.
[2] Herakleitos, Fragmanlar Fr. 19, çev: Arzu Akgün, Kabalcı Yay., 2016.
[3] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2022, s.109
[4] Marcel Proust, Albertine Kayıp/ Kayıp Zamanın İzinde, çev: Roza Hakmen, YKY., 2019.
[5] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2022, s.221.
[6] Anton Çehov, Sıra Dışı Bir Adam ve Diğer Öyküleri, çev: Mehmet Özgül, Can Yay., 2019.