
Persona, yönetmenliğini ve senaristliğini Ingmar Bergman’ın yaptığı İsveç yapımı 1966 tarihli bir filmdir. Bergman’ın en önemli filmlerinden birisi kabul edilen film, 1968 senesinde ABD Ulusal Film Eleştirmenliği Derneği En İyi Kadın Oyuncu Ödülü (Bibi Anderson), ABD Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği En İyi Yönetmen Ödülü (Ingmar Bergman) ve ABD Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği En İyi Film Ödülü’nü almıştır.
Bibi Anderson ve Liv Ullman’ın baş rolünü paylaştıkları film temel olarak iki karakter arasında geçer. Bunlar genç hemşire Alma (Bibi Anderson) ve aktris Elisabet Vogler’dir (Liv Ullman). Vogler’ın kocasını canlandıran Gunnar Björntrand, doktoru canlandıran Margaretha Krook ve Vogler’ın oğlu Pojken’i canlandıran Jorgen Lindstrom filmin diğer oyuncularıdır. Ancak belirtmek gerekir ki Alma ve Elisabet dışındaki oyuncular çok sınırlı bir yere sahiptir. Bu anlamda filmin minimalist olduğunu kaydetmek gerekmektedir.

Film konusunu oldukça ilginç bir durumdan almaktadır. Ünlü aktris Elisabet Vogler bir tiyatro oyunu esnasında birden susmuştur. Bunun üzerine hastaneye yatırılan genç aktris aylarca konuşmadan ve hareketsiz bir şekilde durmuştur. Doktoru Elisabet’in ne psikolojik ne de fizyolojik bir rahatsızlığı olduğunu söylemiş ve hemşire Alma’yı ona bakmakla görevlendirmiştir. Alma hastasının yanına gitmiş onunla konuşmaya başlamış ancak ondan tepki alma konusunda başarılı olamamıştır. Bunun üzerine doktora gidip belki daha deneyimli bir hasta bakıcının Elisabet’e bakmasının daha faydalı olacağını söylemişse de doktor kararından vazgeçmemiş hatta hemşireyle Elisabet’i yazlığına göndermiştir. Çünkü Elisabet hasta değildir.
Elisabet’in neden birden bire sustuğu konusu filmin altyapısını hazırlayan etmenlerden biridir. Filmden ve hemşirenin anlatımlarından anlaşıldığı kadarıyla Elisabet’in suskunluğu dünya karşısında bir tavır alma meselesidir. Sustuğunda yalan söylemek mümkün değildir. Buna göre varoluş ümitsiz bir düştür ve tüm mesele olur gibi yapmak, yani oyun oynamak ve rol yapmak değil de olmaktır. Sürekli bilinçli, tetikte olmak, başkalarının huzurundaki varlıkla kendi içindeki varlık arasındaki yarılma, baş dönmesi ve gerçek yüzün açığa çıkarılması için duyulan bitimsiz açlık. Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek. Her kelimenin yalan olduğu, her jestin sahte olduğu, gülümsemenin sadece bir yüz hareketi olduğu, intihar etmenin iğrenç bulunduğu bir durumdur burası. Burada sessiz ve hareketsiz kalmak dürüst kalmanın, rol yapmamanın belki de tek yoludur. Filmde bu rol yapma ve gerçek olma arasındaki ilişkinin bir tiyatro oyuncusu üzerinden verilmesi oldukça anlaşılırdır. Soru şudur: rol yapan kim, gerçek olan kim? İşte persona burada devreye girer.

Filmin devamını anlamamız için gereken şey Elisabet karakterine daha yakından bakmak. Bunu da Nietzsche’nin üzerinde durduğu iki kavramla yapabiliriz. Bunlardan birincisi çileci idealdir. Buna göre dünya yalandır, hayat sahtedir ve yaptığımız her şey anlamsızdır. Dünyada ne yaparsak yapalım acı çekeriz ve çektiğimiz acıya anlamlar atfetmeye çalışırız. İşte bu dünya karşısında susmak, bedel ödemenin bir biçimi olarak karşımıza çıkar ve film boyunca da bu bedel ödeme hikâyesi devam eder. Filmin başında Elisabet’in televizyonda gördüğü bir sahne boşuna değildir. Vietnam savaşı sırasında bir rahip bedenini ateşe vermiş kendisini yakmaktadır. Ancak daha önemlisi alev alev yanmasına rağmen rahibin hiçbir tepki vermemesi, deyim yerindeyse acıyı aşmasıdır. Böylece Elisabet’in konuşmama deneyiminin, rahipçe bir çileci ideale dayandığını söyleyebiliriz.
Elisabet’in deneyimini anlamamız için yine Nietzsche’nin üzerinde önemle durduğu bir diğer kavram suçluluk duygusudur. Elisabet’te suçluluk duygusunun ikili bir görünümü vardır. Birinci olarak yalancı bir dünyanın içinde yaşadığı için suçluluk hissetmektedir. Bu suçluluk onu bir eyleme itmeye zorlamış ve o da konuşmama, duyulabilir dünyayla ilişkiyi kesmesine götürmüştür. Ancak ikinci bir suçluluk dünyası daha vardır. Bu da Elisabet’in oğluyla ilişkisidir. Buna göre Elisabet çocuk yapmak istemiş ancak daha sonra bu kararından dolayı pişman olmuş ve çocuğunun doğumda ölmesini dilemiştir. Hemşire Alma’nın anlatımına göre çocuğun ölmemesi üzerine sevgisizliği daha da pekişmiştir. Filmde de oğlunun fotoğrafını yırttığı ve ona karşı sevgisizliği çeşitli sahnelerde seyirciye aktarılmıştır. Bu Elisabet’in duyduğu suçluluk hissinin ikinci boyutudur ve çileci ideali benimseyerek kendisine bir tür işkence yapmasına kaynaklık eden nedenlerden biridir.
Burada belirtmek gerekir ki filmin açılış sahnesinde dikkat çeken iki unsur da ilgi çekicidir. Bunlardan birincisi bir koyunun öldürülmesi ve organlarının yere saçılması diğeri ise çarmıha gerilmeyi temsil eden bir ele çivi çakma sahnesi. Bunlar yukarıda bahsettiğimiz suçluluk duygusu ile çileci ideale gönderme yapar görünmektedir.

Filmdeki çok katmanlı anlatımın bir diğer boyutu da Elisabet ile Alma arasındaki ilişkidedir ancak burada daha ziyade açık uçlu bir anlatım vardır. Alma Elisabet ile ilgilenmekte, onun tüm işlerini yapmakta öte yandan da kendi hayatını ona anlatmaktadır. Ancak tüm bunlar Elisabet’in konuşmasını sağlamaya yetmemektedir. Filmi izlerken kapıldığımız his, Alma ile Elisabet’in ilişkisinin karmaşıklığıdır. İki karakter birbirinin diğer yarısıymış gibi görünür. Bununla da kalmaz özellikle Alma kendi benliğiyle Elisabet arasında paralellikler kurar. Ancak aynı zamanda Alma Elisabet’in kendisinden daha güzel ve güçlü olduğunu söyleyerek iki karakter arasında kalın çizgiler çekmektedir. Filmin sonlarında bir ayna sahnesi vardır ve iki kadının yüzleri yarı yarıya aynaya yerleştirilir ancak her iki karakterin birbirinin bir parçası olduğunu söylemek için gerekli daha net emareler bulunmamaktadır. Burada gerçek ile hayalin karışıp iç içe geçtiğini söylemek mümkün.
Filmdeki anlatılardan birisi de Elisabet ile Alma’nın deniz kıyısına yerleşmeleriyle birlikte hem ruh sağlıklarının hem de birbirleriyle ilişkilerinin daha iyiye gitmesidir. Bu tipik bir doğaya dönüş ve modern dünyadan kaçış anlamına gelmektedir.
Ancak burada da özellikle Alma üzerinden mesele tartışılmaya devam eder. Böylelikle bir karşıtlık oluşturulur: bir yanda ününün doruğunda ancak hiçbir şey yapmak istemeyen bir aktris öte yanda kendini bir şeye adamaya çalışan bir hasta bakıcı. Alma’ya göre bir şeyler başarmak hayatı güzelleştirir ancak hemen yanında başarılı olmaktan mutlu olmayan Elisabet vardır. Bu karşıtlık filmin anlatım gücünü arttırır. Tutkuları olmayan Alma ile belki de tutkularından yorgun düşmüş Elisabet. Böylece filmin üzerine gerili olduğu nihilist bir ortam tasvir edilmiş olur.

Tam burada iki karakterin benzerlikleri öne çıkarılır. Alma Elisabet’in ruhunun kendisininkinden büyük olduğunu ama yine bir şekilde aynı olduklarını düşündüğünü söyler: “Kendimi sana dönüştürebileceğime inanıyorum.” Deniz kıyısı Elisabet’e iyi gelir. Burada kitap okumaya başlar, fotoğraf çeker. Doktoruna bir mektup yazar ve orada durumunun eskiye göre çok daha iyi olduğundan söz eder. Alma mektubu okur ve kendisinden söz edilen bölümler nedeniyle Elisabet’e öfkelenir ve kendisini kullanmakla suçlar. Tartışırlarken Elisabet Alma’ya bir tokat atar. Tüm bunlar Elisabet’in ruh sağlığındaki gelişmeye gönderme yapar.
Filmin sonundaysa yoruma açık bir anlatı mevcuttur. Sonun başlangıcı Alma’nın Elisabet’e çocuğuna duyduğu nefretle ilgili değerlendirmeler yapmasıyla başlar. Bu anlatım filmde iki kere verilir. İlkinde kamera Alma’yı ikincisinde Elisabet’i çeker. Konuşmanın sonunda Alma’yı Elisabet’i tokatlarken izleriz. Daha sonra kendi bileğini tırnaklarıyla keser ve Elisabet, Alma’nın kanını içer. Daha sonra ikiliyi ayna karşısında görürüz, buna göre iki karakter iç içe geçmektedir ancak Alma’nın uyanmasıyla tüm bunların rüya olduğu anlaşılır. Hangisinin rüya hangisinin gerçek olduğu kolaylıkla çözümlenemez. Ancak filmin sonunda Alma kendi işi olan hemşireliğe dönerken Elisabet’i kamera karşısında görürüz. Yani ikilinin birlikteliği son bulmuş, herkes kendi kaderinin yolunda ilerlemeye karar vermiştir.
Bugüne kadar hakkında sayısız makale yazılmış bir film olan Persona şizofreni gibi hastalıklarla da ele alınmış bir film. Latince maske anlamına gelen persona kavramı Carl Jung’unpersona teorisinden besleniyor. Jung’a göre insanlar kendilerini korumak için kamusal imgeler yansıtır ve persona’leriyle özdeşleşirler. Yine filmde geçen konular olarak toplumsal cinsiyet ve cinsellik, sanat ve tiyatro, kürtaj, filmin sonuna doğru gerçekleşen kan emme sahnesinden ötürü vampirlik de uzmanların film hakkında ele aldıkları konular bağlamında değerlendirilmektedir.

1979 İstanbul doğumlu. Lisans eğitimini Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’nde tamamladı. Ardından Londra’daki Middlesex Üniversitesi’nde felsefe üzerine yüksek lisansını yaptı ve uzun seneler Londra’da yaşadı. Halen Hacettepe Üniversitesi’nde felsefe bölümünde doktora öğrencisidir. Bugüne kadar aralarında çevirmenlik ve editörlüğün de bulunduğu pek çok işte çalıştı. Aynı zamanda şair. Pek çok dergi ve fanzinde şiiirleri yayımlandı.